29 Aralık 2007

Yaşam gerçekten çok kısa

"Çin’de tek dileği memur olup güzel bir hayat sürmek olan bir genç varmış. Girdiği sınavı kazanamayınca üzüntüyle yolda rastladığı ilk hana girmiş. Belki artık sevdiği kızla evlenemeyecek, dileklerini gerçekleştire-
meyecekmiş. Yorgun olduğunu gören hancı köşeye uzanabileceğini söylemiş. Uykuya dalmadan önce yaşlı bir kadının pirinç kaynattığını görmüş. Rüyasında sınavı kazandığını, sevdiği kızla evlendiğini, çocukları olduğunu görmüş. İşinde yükselmiş, zengin olmuş. Vakti gelip emekli olunca gençliğinden beri arzu ettiği gibi şiir yazmaya, resim yapmaya başlamış. Son nefesini vermek üzereyken uyanmış. Bakmış ki kadın hâlâ tencerenin başında. Yaşamın pirincin pişmesi için gereken süre kadar kısa olduğunu düşünmüş."
Bu öyküyü Hakan Onum arkadaşım anlatmıştı. Buradan ona ve sevgili Tutku'ya yürek dolusu sevgi gönderiyorum. Ayrı düştük ama gönüllerimiz bir, biliyorum. Diyeceğim o ki, yaşam uzun gibi görünse de aslında çok kısa. Yani diyeceğim o ki, ne varsa yapmak istediğiniz, bu yıl onun zamanı olsun. Korkmayın, yılmayın, vazgeçmeyin. Düşler gerçekleştirmek için değil de ne için? (Bu yazı da biricik Ayşen'e armağandır.)

27 Aralık 2007

İşte asıl bayram

Benim için asıl bayram, pazarda nergisler bollaştığında, ucuzladığında başlıyor. (Altı demet bol tomurcuklu nergis 3 ytl) Nergis mevsimi bitene kadar da devam ediyor. Bittiğinde çok üzülmüyorum. Hem doymuş oluyorum, hem de frezyaların, sümbüllerin zamanı başlamış oluyor. Nitekim odam çiçeksiz, kokusuz kalmıyor. Sabah pencereyi açar açmaz bir parfümle doluyor ki ortalık, değmeyin keyfime. Seyrani'nin 'Dağlarda Nergis Sanırdım' şiirinin ilk dörtlüğü:
Dağlarda nergis sanırdım
Ala gözlü mestim seni
Sözünden özün tanırdım
Fehmederdim dostum seni
(www.antoloji.com'dan)
"Nergis, mantıksal olarak kibrin ve bencilliğin çiçeğidir. Adını, suda yansıyan kendi görüntüsüne vurulup da onu öpmeye kalkıştığında boğularak ölen çoban Narkissos’un öyküsünü anlatan Yunan efsanesinden alır. " (Isabel Allende, Afrodit)
Nergise dair o kadar çok anım var ki. Ama bir tane de hayalim var. Bir gün nergis zamanı Karaburun'da dolaşmak. İşte bunu çok istiyorum. Nergise bulanmak, nergis kokmak, nergisin kendisi olmak ama kibirli ve bencil olarak değil, güzelliği paylaşarak.

25 Aralık 2007

Elma çöpe atılır mı?

Sana döner yüzünü gülen elma
Kızarıp kabuğunu çatlatan nar
Tadını sarıya dönüştürüp gösteren ayva
Sıcaklığını suyunun serinliğinde gizleyen
Buram buram özlem kokan üzüm
Alımlı bir sevgiye yarılır gibi
Dallara dolanan asma, bir de sarmaşık...
*
Bu şiiri Meyve Ağacından Hikayeler'in bölüm başlarından birine koymuş, sonra çıkarmışım. İ. Z. Eyüboğlu'nun Anadolu Mitolojisi adlı kitabından (sf 153), antik bir şiir. Kubaba'ya atfedilmiş. Peki ya elma çöpe atılır mı? Bunca güzel, bunca diri, bunca şifa dolu bir meyve, rengarenk, kokulu, daha ne diyeyim işte, elma o. Atılır mı çöpe? Bir soğuk günde, bir uzak memlekette, bir ağaç dibinde mahzun duran elmaları görüp de hüzünlenmez miydi gönül. "Çocuğumuza suyunu sıkıp verdiğimiz elmayı pekmez yapımında da kullanmadık mı? Onunla şuruplar şerbetler, sirkeler yapmadık mı? Annemizin en güzel ay çöreği elmalı olan değil miydi? Ya o ağızda dağılan tartlar? Biz eskiden onlara ‘pay’ derdik, Elmalı Pay. Günlerde sunulan elmalı payların üzerinde kar taneleri gibi beyaz bir tabaka oluşturan pudra şekerinden bir yatak oluşmaz mıydı? Tabağımızdaki dilim bittiğinde annemizin kulağına usulcacık fısıldamaz mıydık: “anne bir dilim daha isteyebilir miyim?” (Meyve Ağacından Hikayeler'den)

22 Aralık 2007

Dumanı tütmek

Dumanı tütmek. Ne güzel bir tamlama. Dumanı tüten bir kase çorbanın buğusuna kapılmak, bir bardak sıcacık çayı yudumlamak, en yorgun, en üşümüş halde eve gelip daha ocaktan yeni inmiş kuru fasulyeye kaşık sallamak... Mevsimlerden kışsa, ille de dumanı tüten bir şeyler istiyor gönül. Verdiği sıcaklık hissi bile yetmiyor mu bazen içimizi ısıtmaya? İşte ben de bu fotoğrafı bu yüzden sevdim. Dumanı tüten bir yemeği ifade ediyor. Üstelik gerçek. Üstelik daha yeni pişti. Geleneksel 'evde ne varsa ondan yemek yarat' ama sağlıklı olsun, hele de tek kap olacaksa yemeğim, besleyici olsun, malzemeyi değerlendirmiş olayım hallerinden biri daha. Bizim buraların, Çandır'ın fasulyesini haşlamışım, evde pırasa, havuç ve pazı var değerlendirilmesi gereken. Daha ne işte. Hepsini doğra, kat katıştır olsun sana rengarenk bir yemek. Dumanı da tütüyorsa, daha ne ister insan? Yanına bir de bulgur pilavı olsa iyi olurdu ya şimdi onu yapamayacağım. Başka sefere artık.

18 Aralık 2007

Kurban bayramı

“Şimdi seneler geçtikten, bu geçen senelerin türlü harplerinde bunca insan biribirini boğazladıktan, ben, dünyayı, insanları anladıktan sonra; artık ne kendim, ne de sevdiklerim için kurban kestirmediğim, artık bu kurbansız kurban bayramlarında; çocukken kabul etmek istemediğim öteki dünyayı, cenneti, gayriihtiyarî hayal ediyor ve orada, torununu düşünmüş bir anneanne ile beraber, bir küçük koyunun da, bir ebedî yeşil çayırda, bitmez bir sevinç içinde var olduğuna inanmak istiyorum.”

Ziya Osman Saba'nın bu öyküsünü anımsarım her Kurban bayramında. Her bayram dostlar bayramımı kutlar, ben onlarınkini kutlarım -her şey yolundaymış, her şey iyiymiş, doğruymuş gibi- ama kendimi hep Ziya Osman Saba gibi hissederim. Yine bir bayram haftasında bu yazıyı yazmıştım. Konuyu değiştirmek adına... En azından kendim için değiştirmiştim ya. Eminim yazının başındaki Gülten Akın dörtlüğünü çok seveceksiniz. Bu büyük kadın yazar da sevilmez mi? (Bu sefer de konuyu çiçekmiş gibi yapan lahana fotoğrafıyla değiştiriyorum. Nasıl ama?)

17 Aralık 2007

Öykücü geldi hanıııım

Bunu görüp de eklememek olmazdı. Benim iki canım Despina'm var aralarında, Sema ve Ayşe. Kızlar size hayranım. Arkanızdayım diyeceğim, bu kadar mesafeden olmayacak. En iyisi yüreğim hep sizlerle diyeyim. Siz zaten biliyorsunuz ama.
*
Bu sabah erken uyandım. Acıtanlar, incitenler üşüştü zihnime. Gidin dedim, gidin. Beni rahat bırakın. Gitmediler. Siz gitmezseniz ben giderim dedim. Giyindim çıktım sabahın köründe. Hava da bir soğuk ki. Olsun, gideceğim yerin buğusu beni ısıtır dedim. Öyle de oldu. Beni gülen bir yüz karşıladı. Her zamanki sevgi dolu yüz. Böreğimi sipariş ettim. Her zamankinden. Beş dakika sonra çayımla böreğim. İkisi de sıcacık. Teşekkür ettim. Ellerine sağlık dedim. Karabiberin kokusu burnuma kadar geldi. Burnum koku almıyor bugünlerde ya olsun, genzimde kokladım onu. Peyniri süt kokuyordu. Maydanozlar renk katmıştı böreğe. İpincecik açmıştı. Elinde şöööyle bir çevirip. Hooop...
*
Bugün öykü günü. Dedim ya, öykücü geldi. Ama öyküleri diyen ben değilim, Zeynep. Siz onu Papatya Dünya adıyla biliyorsunuz. Öyküler anlatıyor ve bu öyküleri porsiyon porsiyon dağıtıyor Zeynep. Ben bugün mutluyum. Mutluyum, çünkü bir blog komşumun daha kitabını tanıtmak nasip oldu. Mutluyum çünkü bu satırları yazarak Zeynep'i mutlu ettim. Mutluyum çünkü eski günleri hatırladım bu narin mi narin kitabın sayfaları arasında. Siyah beyaz televizyon günlerini, bir gün sevgili bir dostla sokaklarında dolaştığım Paris'i, uzaklarda, çok uzaklarda hasta olduğunda yayla çorbası yaptığım ve nicedir görmediğim bir başka arkadaşımı, yazın yağan yağmurları, öğle yemeğinden sonra şöyle bir kestirmek için uzandığım sessiz ve sıcak saatleri... Sevgili Zeynep, ellerin dert görmesin. Bizimle yüreğindeki güzel öyküleri paylaştın ya, ben de çayımı katık ettim ya o öykülere, bugün benden mutlusu yok! Bugün siz de mutlu olun. Öyküler deyin dostlarınıza, yahut anlatırlarsa dinleyin onları. Yanına da bir bardak çay. Sıcacık.

15 Aralık 2007

Senin adın bundan sonra Hızır Simit olsun!

Şu simitle neler yapmaz ki insan. Zaten olduğu gibi yemeye bayılıyor, görünce hayaller kurmaya başlıyoruz. Aman da aman, şu simitlere bakın, çıtır çıtır. Biraz kaşar peyniri sardırayım, bir de simit. Boğaza karşı, yanında çayla... Akına Sait Faik gelmez mi adamın? Geldi zaten. Daha önce de gelmişti, burada. Simite şiirden, öyküden başka şeyler de yakışır elbet. Ispanak, mantar, peynir... Şaşırmayın canım, ne var şaşacak? Simit pizza tabanı olamaz mı? Biraz uğraştırıyor ya varsın uğraştırsın. Siz de geniş simitlerden alıverin. Harcınız hazırsa (yani soğanla ıspanağı kavurduysanız, mantarları yağsız kavurup eklediyseniz) üzerine pay edip fırına atıveriyorsunuz. Tabii rendelenmiş peynir de lazım. Evde şansıma parmesan vardı, ondan rendeleyip serpeleyiverdim. Beş dakika sonra fırından çıkmıştı. Yanında da çay. Sait Faik'i anmadan olur mu? Onu da andım elbet. Zihnimde onun yıllar yılı sevinçle, heyecanla dolaştığı Burgazada sokaklarına gittim. Adadaki çam ormanına, hani yanmıştı ya. Tepedeki kilisenin bahçesine sonra. Mimoza ağaçlarının olduğu yolları arşınladım. Kocayemiş topladım ağaçlardan. Ferda'yı andım, İsmet'i, Ayşe Teyze'yi, Sibel'i...

13 Aralık 2007

Cıvıl cıvıl şiirler

Fatma'cığım onun için yorum bırakan herkese teşekkür ediyor dostlar. Size bir teşekkür mektubu yazmış, yorumlarda okuyabilirsiniz. Çok güzel geçmiş imza günü. Nice günlere diyorum. Özellikle üyesi olduğunuz anne-çocuk grupları ve sitelerinde kitabın duyurulmasına yardım ederseniz çok mutlu oluruz.
*
Güneşin saçları uzun,
lüle lüle,
darmadağın.
Tarandıkça gökyüzünde
yandı sırtım, dokunmayın.
*
Canım, biricik arkadaşım Fatma'nın (Küçüktaş), yüreği onun kadar güzel olduğuna inandığım Deniz Üçbaşaran'ın -yanda örneğini gördüğünüz- çizimleriyle ete kemiğe bürünen Cıvıl Cıvıl Şiirler kitabının imza günü var bu cumartesi. Duyduk duymadık demeyin, yolunuzu düşürebilirseniz çocuklarınızı alıp gidin ve Fatma'cığımın yanağına bir öpücük kondurun, o pırıl pırıl yüreğinden çıkan şiirleri bizlerle buluşturduğu için. Fatma hayatımda gördüğüm en yardımsever, en hayırlı dostlardan biridir. Bu mutlu gününde yanında olamadığım için beni affet güzel arkadaşım. Daha nice güzel kitap bekliyoruz senden. Yüreğindeki ışığı her daim saçman dileğiyle. Bundan daha güzel bir yılbaşı armağanı olur mu? Çocuğu olsun olmasın, böyle bir armağan almak gülümsetecektir herkesi.
*
İMZA GÜNÜ:
Cıvıl Cıvıl Şiirler
15 Aralık 2007, Saat 15:00-18:00
Ortaköy 200 Kitabevi
Çırağan Caddesi No: 50/A Ortaköy
BEŞİKTAŞ / İSTANBUL
(Ortaköy'de, ana caddede, Feriye Sineması'na gelmeden, Paul Pastanesi'nin sırasında, Garanti Bankası'nın hemen yanında.)

12 Aralık 2007

Onsuz hayat çok bayat

Fotoğrafı 3 Eylül günü çekmiştim. Kars'ın Büyük Çatma köyünde. Fotoğraftaki kavurgayı Songül abla yapmıştı. Kırmızı buğdaydan. Birazını bana vermiş, götür, evde yersin demişti. Hala bitirmedim, bitiremedim. Değerli bir mücevhermiş gibi titizlikle saklıyorum: Kavanozda, buzdolabında. Ondan bir şeyler yapmak istiyorum. Değişik bir şeyler. Belki Kars ve köylerinde yapılan tariflerden denerim, yahut kendi tariflerimi yaratırım. Bunları neden yazıyorum? Metro-Gastro'nun Kasım-Aralık sayısındaki iki yazımdan bahsetmiştim. Biri Kars yöresinde binlerce yıldır ekilen ve 'kavılca' denen yabani bir buğday türünü geri getirme çalışmalarını anlatıyor. Songül ablanın adını görünce, aklıma o güneşli Eylül günü birlikte çay içişimiz ve avuç avuç kavurga yiyişimiz geldi. Her iki yazının yeri ayrı bende. Ötekinde de başka dostlar var çünkü ya asıl, bana 'onsuz hayat çok bayat' dedirten buğday, ekmek ve ekmeğe dair ritüeller var. Ekmeğin düğünlerdeki, hasat şenliklerindeki, doğumdaki yeri. Fatma'cığım diyor ki, Divriği'de sütü gelmeyen lohusalara çobanın gezdirip getirdiği ekmek yedirilirmiş. Daha nice gelenek...

10 Aralık 2007

Kırmızı deyince, soğan da gelir akla

Gelmez mi? Hani saç gibi örerler upuzun, asarlar tezgahların direklerine. Balıkçılarda vardır en çok, bir de tabii soğancılarda. Pazardaki soğancılarda yani. Ucundan birer ikişer koparır alırsınız. Normal soğana göre pahalıdır ya daha tatlıdır, daha renkli, daha albenilidir. Daha lezzetlidir de. Yani fiyat farkını hak eder. Fırında sebze yaparken kullanırım en çok ya pizzaya da pek yakıştırırım. Şöyle bol soğanı kavurup hamurun üzerine yaydınız mı... Çok olmadı, bir ay kadar önce, soğanlı bir pizza yapmıştım. Evde sadece tatlı kırmızı biber ve soğan vardı. Kırmızı da değil üstelik. Zeytinyağında soğan ve sarımsak kavurdum, içine tane kimyon koydum. Sonra da şerit halinde doğradığım kırmızı biberleri. Hamuru hazırladım, önceden beş dakika pişirip harcını ekledim. Üzerine de dilimlenmiş peynir. Ne peyniriydi ki? Dil peyniri olabilir. Yine fırına. Bir güzel olduydu ki. Durduk yerde şimdi, onu hatırladım.

08 Aralık 2007

Hintli bir öykü

Hint yemeği eşliğinde, Lezzet'teki yazımın 2. paragrafı: "Muson Günlüğü (Monsoon Diary), Kerala’da geçmiş bir çocukluğun anıları ve Hint yemek tariflerinden oluşan bir kitap. Bir ailenin yaşamından kesitleri ve alışkanlıklarını görmek mümkün kitabın sayfaları arasında. Bir Hintli için doğumla başlıyor törenler. Doğum iyi geçtiği ve bebek sağlıklı olduğu için Thula bharam töreni düzenlenmesi gerekiyor, bir de Choru-unnal. Aile bu iki seremoniyi birlikte düzenlemeyi kararlaştırıyor. Thula bharam, tanrılara armağan vermek için düzenleniyor. Ailenin düzenli olarak ziyaret ettiği tapınakta büyük bir tartı var. Tartının arkasındaki tahtada ise hediye listesi: Muz, şeker, altın, gümüş, hindistan cevizi, hatta su. Aile, maddi durumuna göre bu armağanlardan birini seçmeli. Gelinin ağırlığınca altın istenir ya kimi masallarda, işte Hintliler de ağırlığınca armağan vererek sunar tanrılara şükranlarını. Choru-unnal ise bir anlamda bebeğin vaftiz törenidir. Bu törende bebeğe gi ve pirinç tattırılır."

05 Aralık 2007

... Yemesi sevap

Haydi biraz beyin jimnastiği yapalım. Kestaneye dair anılarınızı hatırlayın; hayatınızdaki yerini, size anımsattıklarını, yerken hissettiklerinizi. Havalar soğuyup da köşebaşlarında kestane kebapçılar çıktığında mutlu olmaz mısınız? Peki ya o ufacık kesekağıdını cebinize koyup aylak aylak dolaşmaz mısınız Moda sokaklarında (yahut bulunduğunuz yerde)? Kestane şekeri dendiğinde ağzınız sulanmaz mı? Bir çok kestaneli anım var elbet ya bir tanesi yıllar, yıllar önce soğuk, yağmurlu ve sevimsiz bir günde, Brüksel'in caddelerinden birinde yürürken karşıma çıkan ve kendimi evimde hissettiren kestane kebapçıya dair. Adamla sohbet etmişliğimiz yahut dünyanın en olağanüstü kestanesini yemişliğim falan yok. Sadece evden uzakta olduğum bir dönemde, burada ne işim var, evimde olmak istiyorum derken tam, karşıma çıkıveren o kestane satıcısı nasıl da ısıtıvermişti yüreğimi. Hooop, İstanbul'a dönüvermiştim. Brüksel'de değil de Beyoğlu'nda yürüyordum... Mesela.

03 Aralık 2007

Bugün tatlı günü

Sevgili Münevver o çok hatalı kullandığımız eklerden 'ki' eki ve bağlacının kullanımına dair bir yazı hazırladı. Dil dostlarını Münevver'in her daim renkli, canlı ve sevgi dolu sitesine bekliyoruz.
*
Çoğunuzun duymadığını, tatmadığını düşündüğüm bir çörek var bugün. Cevizli-tahinli yahut haşhaşlı-cevizli çöreklerimize benziyor ama değil. Aşkenaz Yahudilerinin bir çöreği 'rugalah' (Wikipedia'daki diğer adları: rugulach, rugalach, rogelach, rugalah, rugala.) İbranice olan bu ad, asmanın tutunmasına yarayan lülelere benzetildiğinden verilmiş ve 'sarılan dal' anlamındaymış. Yahudi bayramlarında süt ürünleri kullanılmadan hazırlanan çöreğin içinde kuru üzüm, ceviz, tarçın, çikolata, badem ezmesi, kayısı marmeladı olabiliyor ve değişik şekillerde hazırlanabiliyor. Şu linkteli yazıya göre çoğunlukla bayramlarda yapılıyor ancak sahibi Yahudi olan pastanelerde yıl boyu satılıyor. Bağlantı adresini verdiğim yazıda farklı harçlarla yapılmış rugalah tarifleri var, İngilizce bilenler için. Avrupa ve Amerika'da yaşayan komşulara sorabilir miyiz: Sizin yaşadığınız kentte/ülkede de yapılıyor mu rugalah? Yapılıyorsa nelerle yapılıyor?

30 Kasım 2007

Bu havuçlarla neler yapmaz ki insan

Haydi Esra özel sayısı için Kevgir'e. Kızlar öyle inanılmaz bir iş başarmışlar ki, duygulanmamak, etkilenmemek mümkün değil. Ne mutlu Esra'ya ki arkada bu kadar çok dost bıraktı. Belki de zaman sevdiklerimizin değerini bilme, onlara sevgimizi yanımızdayken ifade etme zamanı.
*
Bu havuçlarla neler yapmaz ki insan. Bir kere sağlık fışkırıyor yanaklarından. Etli butlu. Besili. Canlı. Alımlı. Salataya pek yakışır. İncecik, halka halka doğranacak. Mevsime uygun olacak her şey, yeşillikler, avokado, kırmızı lahana, turp... Üzerine hafifçe kavrulmuş yemişler: Fındık, fıstık, badem, ceviz, susam, çekirdek. Zeytinyağlılara konur; pırasaya, kerevize, yer elmasına. Kavrulur, yoğurtlanır, üzerine azıcık sızma zeytinyağı gezdirilir. Böreği bile yapılır. Bir kere az pirinçle havuç yemeği yapmış, içine de biraz tarçın koymuştum. Ama ben bu havuçlardan birini, bol sebzeli, az sulu 'minestrone' çorbasına koydum. İtalyanların bu pek meşhur, makarnalı çorbasına. Buzlukta donmuş nohut vardı, barbunya yerine onu koydum. Makarna koymadım. Kış sebzeleri işte, balkabağı, patates, soğan, kereviz sapı... Kekik pek yakışır bu çorbaya, tuz, karabiber ve kırmızı biber de konur, üzerine de rendelenmiş parmesan peyniri. O şart değil. Olsa da leziz olur çorbanız, olmasa da.
*
İki güzel dost sorunca çorbanın tarifini, biraz daha ayrıntılı anlatayım dedim. Gerçekten pek kolay aslında: Tencereye su konur. O kaynarken işe koyulunur. Kış olduğu için ve evde var diye konserve doğranmış domates koydum ben, salça da olur. Küp küp doğradım sebzeleri, bir patates, bir havuç, biraz balkabağı, iki kereviz sapı, bir soğan, 2-3 diş sarımsak. Sonlara doğru da buzluktan çıkardığım nohutları ekledim. Dediğim gibi, makarna koymadım ama İtalyanlar içine bir avuç kadar da ufalak tefelek makarnalardan koyuyorlar. Baharatını söyledim zaten. Afiyet şeker olsun.

28 Kasım 2007

Damak tadı

(Gül'cüğüm, yazının başlığını 'damak tadı' koyunca sana bir selam etmeden geçemedim.) Fotoğrafta gördüğünüz bir 'scone'. Daha çok İngilizlerin, özellikle de beş çayı yanında yenmek üzere yaptıkları tatlımsı, bol yağlı ve ağızda dağılan çöreklerin tuzlu ve iri bir yorumu. Ben yapmadım. Görünce büyüsüne kapılıp almış, sonra da bayılarak yemiştim. İçinde bol peynir ve dereotu var. Anlaşılan tüm malzemeler birbirine yakışmış. Eh kolay mı, içinde bol tereyağı var, un var, krema, yumurta... Gel de lezzetli olma. Ben de yapsam deyip duruyorum tattığımdan beri ya henüz kısmet olmadı. Bilgi verebilmek için internette aranırken şu tarife rastgeldim. Bilmem yediğimle aynı mı? Denemek isteyen olursa hiç değilse fikir verir. Aramaya devam ederseniz eminim damak tadınıza uygun bir tarif bulursunuz. (Metro-Gastro dergisinin Kasım-Aralık sayısı çıkmış. Bu sayıda iki yazıyla yer alıyorum. Biri geleneklerimizde ekmeğin yeri, diğeri Kars'ta yetişen antik bir buğday türü üzerine. Lezzet dergisinin Aralık sayısında da çok severek yazdığım bir yazıyı bulacaksınız, söylemeyeyim, sürpriz olsun. Okuduğum bir kitabın verdiği ilhamla, ilk defa denediğim bir yazı türü. Bakalım okurken benim yazarken aldığım zevki alacak mısınız?)

26 Kasım 2007

Ekmek aslanın ağzında

Kevgir dergisinin Aralık sayısı, derginin annelerinden sevgili Esra için çıkacak. Sevgili Zerrin ve Selen diyor ki, Esra'nın sevdiği yiyecekleri pişirelim, ona dair anılarımızla dergide yer almak üzere gönderelim. Ayrıntılar Selen'in sitesinde. Şimdiden hepinizin ellerine sağlık. (Bu konuya dair yazılmış yorumları bu yazının yorumlar kısmında okuyabilirsiniz.)
*
"Bu adamların gülümsediğini gördüğümde kendimi çok iyi hissediyorum" diyor Mr. Munoz, "çünkü uyumadan önce yemek yiyebildiler." New York Times'da okudum bu yazıyı. İş bulamayan Latin Amerikalı göçmen işçileri her akşam saat 9:30'da, hiç bir beklentisi olmadan doyuran Kolombiyalı Jorge Munoz'un yaptıklarını anlatıyor. Üç yıldır her akşam aynı yerde yemek dağıtıyor Jorge. Restoranlarda çalışan dostlarından yenebilir durumda olan atık yiyecekleri, kimi fırınların hediye ettiği ekmek ve çörekleri, annesinin verilen malzemelerle hazırladığı yemekleri, sıcak çikolata ve kahveleri aç vaziyette gelişini bekleyen işçileri doyurmak üzere her gün aynı yere getiriyor. Ekvatorlu Carlos Suarez (47), her gün iş bakmaya geliyoruz ama bu ara iş yok diyor. Jorge olmasa ne yaparız ki?
Ekmek her yerde aslanın ağzında. İnsanoğlu nerede olursa olsun, aş peşinde, ekmek parası kazanmak derdinde. Ne zor şu yaşam. Peki ya parasını kazanmak için onca didindiğimiz ekmeğin değerini biliyor muyuz? Yazıyı okurken bizi düşündüm. Aç insanlar için ne kadar çaba gösterdiğimizi. Hastalar, yaşlılar, eksikliler, aş bulamayanlar için.

24 Kasım 2007

Başlangıçlar, sonlar

Ölüm insanı dilsizleştiriyor. Ellerini nereye koyacağını bilememek gibi bir şey bu. Ne söylesen yetersiz, kelimeler kırık dökük.
Nefes alabilmenin ne denli önemli olduğunu, aldığımız her nefesin nasıl da büyük bir armağan olduğunu anımsadım gidişinle. Bir de sevginin gücünü. Rahat uyu sevgili Esra.

23 Kasım 2007

Yılın ilk kırmızıları

Yılın ilk kırmızıları raflardaki yerini aldı. Türkiye'de sadece Kavaklıdere çıkarıyordu taze şarabı, Primeur adıyla. Tam yirmi yıldır devam ediyormuş bu gelenek, bilmiyordum. (Ufak bir araştırma yaptığımda şu habere rastgeldim.) Her yıl şarapseverlerin heyecanla beklediği günler bunlar. İlk şarap. Onun şerefine, geçtiğimiz yıl Karaf dergisinde yayımlanan bir yazımın son paragrafını eklemeye karar verdim. Bu bir öyküydü, zihnimde canlanan. (Nedim Atilla'nın 24 Kasım'da Akşam'da yayımlanan yazısı da taze şaraplarla ilgili bilgilenmek isteyenler için.)
"Bağbozumu tamamlanıp tüm üzümler sıkıldıktan sonra başladı büyük şenlik. Bu sefer sadece kendimiz için donatacaktık sofraları. Adanın meydanına upuzun bir sofra kuruldu. Bir örnek örtüler örttük sessiz bir akşamüstü. Hepimiz evlerimizde hazırladığımız yemekleri getirdik, koyduk ortaya. Balıkçılar bize çalıştı, fırınlar da. En güzel şaraplarımızı açtık. Bardaklar doldu, tabaklar boşaldı. Müziksiz olur mu, çigan orkestrası en güzel şarkılarını bizim için söyledi o akşam. Adanın en şenlikli günüydü. Sabahın ilk ışıklarıyla evlerine dönen yorgun ada halkı, ertesi sabah meydanları tembel kedilere bıraktı. Bizim yılbaşımızdı o gün. Dinlenmek hakkımızdı. Bütün bir yıl döngüsü yeniden yaşanacaktı. Yeni baştan. Şikâyetimiz yoktu doğrusu. Güzel bir bağbozumu dönemi yaşamıştık. Tanklar, fıçılar şaraba dönüşmekte olan ve çoktan dönüşmüş, içilmeyi bekleyen üzüm sularıyla doluydu. Bir sonraki yılın da aynı güzellikte olacağına duyduğumuz sonsuz inançla başladık yeni yıla. Bir kez daha."

21 Kasım 2007

Basit, kolay, hızlı, şaşırtıcı

Sevgili Evren sitesinde DDD etkinliği için harika bir yazı hazırlamış: Edebi Sanatlar. Eminim hepiniz keyifle, heyecanla okuyacaksınız. Sizi Evren'in sitesine davet ediyor, Evren'e de teşekkür ediyorum paylaştıkları için.
*
Bazı günler yaratıcılığın doruklarında oluruz, canımızın mutfağa girmek istemediği günlerin aksine. İşte o günlerde, karşımıza çıkan her malzemeyi şaşırtıcı bir yemeğe dönüştürebiliriz. Tutmayın beni, yaratacağım halleridir bunlar. Kaşla göz arasında ortaya hiç denemediğiniz bir yiyecek çıkıverir. O gün, o güneşli sonbahar gününde de böyle olmuştu. Pazardan aldığım bir dolu kırmızı biberi fırında pişirmiş, soğuması için tezgaha bırakmıştım. Niyetim soyup ayıkladıktan sonra zeytinyağı, sarımsak, sirke, tuz ve kekikle karıştırıp kahvaltı sofralarına çıkarmaktı bu güzelim kırmızıları. Sonuçta olup biten ise fotoğrafta gördüğünüz. Nasıl mı oldu? Neden bunları püre haline getirmiyorum ki diye düşündüm. Canım da makarna çekiyordu. Yarım paket yassı spagetti haşladım, robotta püre haline getirdiğim biberleri azıcık zeytinyağı ve sarımsakla şöyle bir çevirdim, yarım kutu labne peyniri koyduktan sonra erimesini bekleyip makarnayı ekledim. Hepsi karışınca ortaya öyle bir güzellik çıktı ki, sadece ben değil, o da kendi güzelliğine bakakaldı.

19 Kasım 2007

Biraz da kaynana çatlatalım

Annemin gerçekte kaynanam olduğundan şüphelenmekle birlikte, kaynanasız olmaktan mutluluk duyanlar sınıfındanım. Biliyorum erken ama bu akşam kaynanalara burun kıvırtacak bir yemek yapınca, haydi dedim, kaynanamızı bu tarifle çatlatalım. Balkabaklı ravioli almış, internette araştırma yapmış ve food network'ten bulduğum tarifi denemeye karar vermiştim. Herhangi bir makarnaya da uyarlanabilir sanırım. Bir çorba kaşığı tereyağını (tarifteki çok fazla) eritip biraz muskat rendeledim, elimle parçaladığım 6 adaçayı yaprağını atıp köpürdükten sonra yağı ateşten aldım. Ravioli zaten çabuk pişen bir arkadaş, süzerek tabaklara pay ettim, üzerine yağı gezdirdim. İrice doğranmış (önce fırınladım) fındıkları, üzerine de rendelediğim peyniri serptim. Parmesan gerekiyordu ya ben evdeki peynirden kullandım. Hiç fena olmadı. Çatladı mı kaynanalar? (Etkinliğe katılan komşuların birbirinden 'çatlatan' tarifleri 25 Kasım'dan itibaren Lalecik'in sitesinde yayınlanacak. Şimdiden kolay gelsin Lalecik!)

16 Kasım 2007

Savaşma, karnını doyur

Her yıl 1 Mart günü kutlanan Aziz David Günü’nde, tüm Walesliler yakalarına sarı nergis takar ve o hafta mutlaka pırasa yerlermiş. Hatta bazıları işi daha da ciddiye alıp çiğ pırasa yemeyi borç bilirlermiş. Neden pırasa derseniz, kahraman yöre erkeklerinin Saksonları nasıl yendiğinde bulacaksınız yanıtı. Kendilerinden olanla düşmanı nasıl ayırt edeceğini bilemeyen Walesli köylüler kara kara düşünürken, bir din adamı, savaş sırasında topraktan bir pırasa çıkarıp eline almış ve şöyle bağırmış: “Elinde pırasa olmayanların bizden olmadığını anlayacaksınız!” Bir şekilde savaştan galip çıkar Walesliler ve savaşı kazanmalarını sağlayan David adlı din adamı o günden sonra Aziz David adıyla anılmaya başlar. (Her Güne Bir Yemek'ten)
Bunun üzerine pırasalı ne yapmalı diye düşününce aklıma pek çok fikir geldi. Böreklerde pek severim mesela pırasayı. Patatesli börekte özellikle. Patatesle birlikte körili kavurması da pek güzel olur. Sonra çorbası. Sarmasını yemedim galiba ama biliyorum. Bir de sirkeli, yoğurtlu mezesini yemiştim, nasıl da güzeldi. Zeytinyağlısını da yerim ya aman şöyle bir zeytinyağlı pırasa olsa da yesek demem. Soğan yerine kullandığım çok olmuştur. Ne de olsa aynı ailenin fertleri kendileri. Siz onu nasıl kullanıyorsunuz? (Aslı demiş ki pırasalı mıhlama yaptığımda kimse hayır demez. Yazdığı satırları okurken aklıma İnebolu Pazarı'nda satılan pırasalı mısır ekmekleri geldi. Hmmmm... Yorum yazıp pırasayı kullandığı değişik tarifleri aktaran tüm dostlara teşekkürler. Hepinizin ellerine sağlık.)

14 Kasım 2007

Mehmet dedenin elleri

Lütfen sevgili Lalehan'ın (Uysal) Buğday Bülteni'nde, Şişli'de kurulan %100 Ekolojik Pazar ile ilgili yazısını okur musunuz? Teşekkürler.
*
Geçen yıl bu zamanlardı. Verde'nin kuruluşunun 10. yılı için düzenlenen basın gezisinin 2. gününde zeytinliklere gitmiştik. Zeytin toplayacak, sepetlere dolduracaktık. Mehmet dedeyi orada tanıdım işte. Sekseni devirmiş, ağaçlarına evladı, torunu gibi bakan bir toprak insanıydı. O zeytini anlatırken, elleriyle yüzündeki kırışıklıkların avucundaki zeytinlerle ne kadar uyumlu olduğunu düşünmüştüm. Bu ayın etkinliğine Mahzun Prenses evsahipliği yapıyor. Konu kış hazırlıkları. Yarından itibaren sitesinde komşuların, dostların birbirinden özel kış hazırlıklarını yayınlayacak sevgili prensesimiz. Biz de ağzımız sulanarak, geçmişe öykünüp köyle bağını yitirmemişe özenerek izleyeceğiz. Kış hazırlıkları deyince aklıma pek çok şey geliyor ya, sevgilim olduğu için zeytinden başkasına yer veremezdim sanki. Zeytin yapımını bugüne kez pek çok kere yazdığım için tekrar anlatmıyorum ancak sayfanın sağ köşesinde Mutfakta Zen'de arama kutusuna zeytin yazarsanız burada zeytine dair yazdığım tüm yazıları görebilirsiniz. Biri de 2004 yılında Afiyetle dergisinde yayınlanan bu yazı. (Fidan'cığım, etkinlik sebebiyle senin yeşiller bir sonraki yazıya kaldı, affet beni olur mu?)

11 Kasım 2007

Acı çikolata

Çikolata, ‘acı su’ anlamına gelen Aztekçe bir sözcükten geliyor, xocolatl. Ezilmiş kakao taneleri ve baharatlarla yapılan acı Aztek içeceği zamanla yerini bugünün şık şıkırdım çikolatalarına bıraktı. Eminim Aztek kıralı Montezuma, afrodizyak olduğu inancıyla her gün altın kaplarda onlarca çikolata içerken onun nelere yol açacağını bilemezdi. Bugünün çikolata imparatorluklarından biri olan Cadbury’nin Güney Afrika’da bir fabrikası var. ‘Tanrıların yiyeceği’ sayılan kakao, bu fabrikada acısından sütlüsüne, karamellisinden bademlisine pek çok giyeceğe bürünüp süslü püslü çıkıyor pazara. Gören alıyor tabii. Tek koşul tıkır tıkır para saymanız. Peki ya paranız yoksa?
*
Bu paragraf, 13 Ağustos 2005 tarihli Radikal gazetesinin cumartesi ekinde yayımlanan 'Acı Çikolata' başlıklı yazımdan. O yazıyı çok severek yazmıştım. İlham kaynağı Cem'in Güney Afrika'da çektiği bir resimdi. Yazının tamamını buraya almadım ama vaktiniz varsa linke tıklayıp okuyun isterim. Çikolatayla dolu bir günden sonra neden hatırladım o yazıyı bilmiyorum. Aslında çikolataya dair bir paragraftı yazmak istediğim. Bir dilim çikolata, neler anımsattı...

09 Kasım 2007

Herkes başka isimle anıyor onu

"Her kültürün kendine has bazlamaları var. Fransızlar krepi tercih ederken İtalyanlar kestane unuyla hazırladıkları 'necci' denilen bazlamaları, Giritliler 'tiganite' adlı tatlı bazlamaları, Ortadoğulular gül sulu olanını, Faslılar irmiklisini, Hollandalılar da patateslisini seviyorlar." Böyle yazmışım Her Güne Bir Yemek'te. Fotoğraftaki benim bol malzemeli bazlamalarımdan biri. Acaba içinde ne vardı, bir hatırlasam. Evvelki yaz yapmıştım. Burhaniye Pazarı'ndan ahududu aldığım günlerden birinde. Daha doğrusu ahududu avına çıktığım günlerden birinde. Pazara sadece bir kaç kişi getirir çünkü. Erken gitmezseniz bitiverir. Bulduğunuzda ise, o ne sevinç, o ne heyecandır. Hemen uzanırsınız pakete. Sevip okşayarak alır, parasını öder, yeni doğmuş bir bebeği taşırcasına dikkatle taşırsınız. Ahududu hassastır. Dikkatsizliğe gelemez.
Önceki yazıya ahududuları koyunca, bunca zamandır arşivde duran bu çok sevdiğim fotoğrafı koymadan edemedim. İngilizce bilenler için bir 'pancake' tarifi Zen in the Kitchen'da. (Bakalım bir dahaki fotoğraf ne renk olacak?)

07 Kasım 2007

Yine kırmızı

Bir renge takıntılı olmak (dönemsel de olsa) bir bedensel (yahut duyusal) rahatsızlığa işaret edebilir der Marcelo. Her rengin ifade ettiği duygular vardır. Durup dururken ve de sıklıkla kırmızı fotoğraflara çekilmek, kırmızı gülümseme başlığı atıp sonra da kıpkırmızı bakışlı ahududulara takılmak neye delalet acaba? (Yoksa şimdiden yazı mı özledim?)
Okuyanlar bilir, Mevsimlerle Gelen Lezzetler, Geleneksel Çin Tıbbı'nın Beş Element Teorisi'ne atıfta bulunur. Bu teoriye göre yaz mevsimsel döngünün en geniş dönemidir ve ‘ateş’ elementi ile tanımlanır. Yazın rengi kırmızıdır, yazı temsil eden organlar ise kalp ve ince bağırsaklardır. Ateş elementi yaşamımızda sıcaklık, renk ve tutkuları yaratır; ateş olmadığında duygusal sıcaklığımızı da yitiririz. Yaz, aynı zamanda yılın geri kalan kısmı için enerji yaratma ve bu enerjiyi depolama zamanıdır. Enerji düzeyimizin düşük olması böbrek enerjisinin düşük olduğu anlamına gelir ve bu da kış aylarında yeterince dinlenmediğimiz içindir. Böyle bir durum söz konusuysa kendinize dikkat etmeniz gerek yoksa kış aylarında soğuk algınlıklarından kurtulamazsınız. Böyle dermiş bir zamanlar Çinli uzmanlar. Yazın yeterince güneş depolamadığım için mi şimdi aksırıp tıksırıyorum diye düşünmeden edemiyorum.

05 Kasım 2007

Bir gün karnabaharla armut...

Bir gün karnabaharla armut pazarda karşılaşmışlar. Biri yazdan kalmış, sonbahara renk katmak telaşında, öteki ise kış zerafetini hatırlatmak derdindeymiş. Birbirlerine bakmışlar. İkimiz, aynı tencerede buluşsak, sonbaharın buğusunu bizi alanların evine taşısak demişler. Satıcılarından izin isteyip iyi kalpli aşçının sepetine yerleşmişler. Aşçıyı almış bir tasa. İyi de nasıl yapacağım, onları nasıl buluştururum diye kara kara düşünmeye başlamış. Karnabahar dediğin ya yemeği yapılır, ya kızartılır, ya salataya dönüşür. Armut desen tatlıya gider evet, çiğ çiğ de pek güzel yenir, sulu sulu. Çikolata soslu, hafif likörlü bir armut tatlısı yapsam? Leziz bir tartta da kullanabilirim demiş demesine ya karnabaharla armut öyle kararlıymış ki birlikte kalmaya, onları birbirinden ayıramayacağını anlamış. Ne yapayım ne yapayım diye düşünürken haydi çorbasını yapayım, yiyenleri şaşırtayım demiş. Bunu duyan karnabahar sevinçle suya atlamış, haşlanmış. Tereyağı hiç itiraz etmeden erimiş, soğan ve pırasa göz yakmadan kavrulmuş, armutlar sessiz adımlarla soğan ve pırasayla buluşmuş. Ardından süt ve mısır unu eklenmiş gittikçe büyüyen aileye. Hepsi birden püre edilmiş; muskat, karabiber ve tuz da çorbanın son dokunuşu olmuş. Onlar ermiş muradına, biz dalalım yeni tarif rüyasınaaa...

02 Kasım 2007

Gözlerinin içi gülen sandviçler

(Gerçekten gülmüyor mu gözlerinin içi? Yoksa bana mı öyle geliyor?) Bilmem sandviç sevenlerden misiniz? Benim öyle her daim sandviç yemekliğim yoktur. Yolculuklar için hazırlarım daha çok. Uzun yollar için. Çoğu zaman kendi yaptığım ekmek olur dolapta. Ondan incecik dilimler keser, aralarına genellikle peynir ve domates koyarım ya zaman zaman çeşitlendiririm sandviçlerimi. Bir dönem en sevdiğim ve sıklıkla yaptığım bir sandviç vardı. Hani şu ufak pofuduk ekmekler var ya, onlardan alırdım. İçine ev yapımı humus ve dil peyniri koyar, fırınlardım. Yoksa humusu sonra mı koyardım, hatırlamıyorum. Fırında peyniri erir, çıkarınca içine bir kaç dilim domates koyar, afiyetle yerdim. Nasıl da yakıştırırdım bu tatları. İşte bu gözlerinin içi gülen mini sandviçleri de bir ekmek günü hazırladım. Hamurdan büyücek bir somun yapmış, bir kısmını da ufacık ekmekçikler için ayırmıştım. Ceviz büyüklüğünde yuvarlaklar yapıp tepsiye dizmiş, piştikten sonra soğutup fotoğraftaki sandviçleri hazırlamıştım. Nasıl da sevinmiştik karşılıklı. Hele de üzerlerindeki haşhaş tohumları, iyice güleç yüzlü yapmıştı sandviçleri. Yoksa bana mı öyle gelmişti?

31 Ekim 2007

Güllü anlar

Mis kokuludur güller. Pembedirler, beyaz, sarı, turuncu, kırmızı, beyazdırlar. Kimi katmerli, kimi değil. Fotoğraftaki gül, Gökçen Adar'ı anımsatıyor. Sevim Abla (Gökyıldız) ile birlikte Alaçatı'ya gittiğimizde Gökçen Bey'le birlikte Tuval Restoran'da yemek yediğimiz akşamı. O yıl, mönü danışmanlığı yapmıştı Gökçen Bey Tuval'e. Listedeki tatlılardan biri güllü idi, Gökçen Adar usulü. Baharda Isparta'dan çuvallarla gül getirilmiş, şekerlenmiş, tatlıya konmayı hak etmişlerdi. Sonra gül böreğin içine serpiştirilmiş, yine Gökçen Adar usulü ipek gibi bir sosla servis ediliyor. (Hala var mıdır ki mönüde?) Güzel bir akşamdı. İki kıymetli dostla yenen o yemeği hiç unutmuyorum. İşte bu gül bahçesi o günü getirdi, yanıbaşıma koydu. Oturduk, söyleştik.
Gülün ortası dikkatinizi çekti mi? Üç tane göbeği var. Kısmetli ve kıymetli bir pembe gül. Kokusu da öyle hafif ve derinden ki. Şimdi hem bu fotoğraftaki gül, hem dostlarımla geçirilmiş bir akşam, hem de güllü tarifler dolanıyor zihnimde. Gül reçelleri, güllü su muhallebileri, Gönül Paksoy'un mini güllerle süslediği tabaklar, Suriye'den aldığımız kurutulmuş gonca güller, komşumuz Gönül Hanım'ın kendi elleriyle kurutup Isparta'dan getirdiği gül yaprakları...

29 Ekim 2007

Balkabağı demişken

Sevgili Ferdi Karadaş, Kazdağı'yla ilgili yazıdan sonra siyanürle ilgili bilgilendirici bir yazı hazırladı. Bana da sizleri sitesine yönlendirmek düşüyor. Çok teşekkürler Ferdi! (Sana da teşekkürler sevgili Y., bu yazıya vesile olduğun için.)
*
Balkabağı demişken bir de kabaklı tarif vermeli dedim, ilginç bir tarife rastlayınca. Tarifteki ölçülere bakınca neden ilginç bulduğumu anlayacaksınız. Böyle durumlarda aklıma hep oyun oynamak geliyor. Siz olsanız bu tarifi nasıl uygulardınız diye sormak mesela. Ya da ilk bakışta ilginç bulup da malzemelerini okuduğunuzda yok canım, hayatta başarılı olmaz dediğiniz tarifler var mı diye. (Bir sonraki adım, hayatta olmaz dediğiniz ancak merakınıza yenilip denediğiniz ve şaşkınlıkla çok başarılı olduğunu gördüğünüz...) Tarif bir broşürden: Sandra McLean'in, günahı onun boynuna. Balkabaklı Mısır Ekmeği. Önce yarım kilo kadar balkabağını fırınlamak gerekiyor. Gerçi o, ufak kabakları ortadan ikiye kesip başaşağı gelecek şekilde fırınlayın diyor. Bizdeki kabaklara uygulamak zor biraz. İyice yumuşadıklarında kaşıkla sıyırıp etli kısmını püre haline getiriyoruz. (Bence haşlayarak da yapılabilir, fırınlanmış kabağın tadı bir başka olsa da.) Soğuyacak tabii. Tarifi olduğu gibi veriyorum ya bana pek mantıklı gelmedi. Yanına ben ne kadar kullanırdım, parantez içinde ekliyorum: Altı yumurtayı (bence 2 yeter) iyice çırpın ve 2 su bardağı kabak püresiyle karıştırın. İçine dörtte bir su bardağı eritilmiş tereyağı ve 1 1/4 su bardağı sıvı yağ (bu kadar yağlı bir ekmek olabilir mi? En yarım bardak zeytinyağı ya da zeytinyağı-tereyağı karışımı koyardım en fazla), 5 tatlı kaşığı kabartma tozu (bu Amerikan ölçülerini bile aşıyor sanki, bizim malzemelerimizle, bir çay kaşığı karbonat yahut bir paket kabartma tozu neyine yetmiyor?), 2 su bardağı mısır unu ve 2 tatlı kaşığı tuz (ben onu da 1 tatlı kaşığına indirirdim) ekleyip hepsini karıştırın, yağlanmış bir kek kalıbına yayın. Fırını önceden ısıttınız değil mi? 175 derece yeterli. Otuz dakika pişirip sıcak olarak servis edecekmişiz. Bu tarifi deneyecek bir babayiğit varsa sonucu bana da bildirebilir mi acaba? (Merak edenler için: Bu fotoğraf Brooklyn sokaklarından birinde çekilmiş idi.)

27 Ekim 2007

Bu fotoğrafa ne yazılır?

Eklenti. Bu yazıya yorum yazan Gülten arkadaşımız ufak çaplı bir hafiyelik yapmış ve demiş ki, bu fon bu kabaklar olsa olsa Amerika'da olur. Doğru demiş. Yazacaktım nerede çektiğimi bu fotoğrafı ya yer kalmadı diye atlamıştım. Evet, geçen yıl bugünlerde gittiğimiz bir çiftlikte çekmiştim. Bir pazar günü (annemle birlikte New York ziyaretinde idik) gitmiş ve bol bol fotoğraf çekmiştik. Maya'cığım çok minikti daha. Babası onu kabakların arasına oturtmuş, birlikte çekmişti hatta. Yer New York eyaletinde, New Paltz şehri yakınlarında. Bir şey daha söylemiş Gülten, Cadılar Bayramı yaklaştı diye. 31 Ekim değil mi? Sokaklar, caddeler özel kıyafetlere bürünmüş tatlı çocuklarla dolacak, sonra bu çocuklar kapıları çalıp 'trick or treat' diyecek, bol bol şeker toplayacak ve bir çoğu o gece mide fesadına uğrayacak!
*
Bazen önce yazı gelir. Bazen de resim. Yazı önden gelirse fotoğrafı bulmak zor olmaz. Arşivde var bolca nasılsa. Son 3-4 yıldır çeşitli makinelerle çektiğim (profesyonel bir durum değil elbet, ilk dijital fotoğraflar 2 megapiksellik Kodak'la çekildi) fotoğraflar duruyor yerinde. Kimi zaman ise bir fotoğrafa takılırım. Alır karşıma bakarım, neredeyse ineğin trene baktığı gibi (hayallah abarttım galiba). Bu sefer de öyle oldu biraz. Hayranlıkla baktım. Kendi çektiğim fotoğrafa değil, Tanrının yarattıklarına. Toprağın verdiği, insanın yetiştirdiklerine. Baksanıza şunlara, hepsi de birbirinden mükemmel değil mi? Mercimek çorbası yapıyordum. İçine kırmızı mercimeğin dışında yeşil mercimek, pirinç ve bulgur da koymuştum. Sonra soğan, patates, havuç ve kabak rendelemiş, bolca kuru nane ufalamış, tuzunu, karabiber ve kırmızı pul biberini eklemiş, biraz zeytinyağı biraz da salça koymuştum. Mutfağı misler gibi kokutmuşken mercimek çorbası, ben balkabağından neler yapılabileceğini düşünüyordum. Çorbalar, yemekler, pilavlar, tartlar, börekler, kekler, sufleler... Neler gelmedi ki aklıma.

25 Ekim 2007

Ardından helva mı kavuracağız?

Konuyla ilgili olduğu için Buğday Derneği'nin son bültenini de eklemek istedim. Bültende ilginizi çekecek konular var. Bir tanesi de Kazdağı'yla ilgili. Diğer ekler de şöyle:
Kazdağı Koruma Girişimi bir blog açmış. 27 Ekim günü herkesi Çanakkale'ye bekliyorlar. Gerekli bilgileri siteden alabilirsiniz.
Geçtiğimiz aylarda Oğlak Yayınları'nca yayımlanan Zeytin Kitabı için yazdığım tanıtım yazısını buradan okuyabilirsiniz. NTV Yayınları'nın piyasaya sunduğu Dünya Mutfakları Atlası'nın tanıtım yazısı da burada.
*
Birileri elde ne var ne yok satmaya kararlı anlaşılan. Binlerce
yıldır mis gibi kokusuyla, doğası, manzarası, verimiyle insanları
kendine çeken bir cenneti daha satıyorlar. Parça parça. Hem onu
parçalıyorlar, hem içimizi. Ciğerlerimizi deşiyorlar sanki.
Deşilmedik, satılmadık, parçalanmadık, horlanmadık neyimiz kaldı ki?
Orası da delik deşil edilince, zehre bulanınca ne olacak?
Can damarlarını kesip ardından konu komşuya helva mı dağıtacağız?
Helvayı da altın parçalarıyla kavuralım bari. Zeytinyağı yerine siyanür
dökelim salatamıza. Kekik çayı, dağ çayı içeceğimize altın tozu kahvesi
içeriz. Zengin gösterir. Bu cennet vatanın, yani İda'nın, yani Kazdağı'nın, hikâyesini en güzel anlatacak kişi ben değilim. Onu en iyi tanıyan da değilim.
Bir Tuncel Kurtiz anlatmalı şimdi. O gürül gürül akan sesiyle. Ya da İskender Azatoğlu anlatmalı, yumuşak, sevgi dolu sözcükleriyle. Daha nice
isim var ya, iki sevdiğim, saydığım ismi buraya almam yeterli sanki.
Elimden fazla bir şey gelmiyor şu anda, biliyorum. İmzam,
imzalarımız işe yarayabilir mi vatanın en güzel yerlerini
satmaya hazır, gözü dönmüş mercilere karşı bilmiyorum ama
sizleri de Marmara Çevre Platformu'nun Kazdağı'ndaki altın
aramalarının durdurulması isteğiyle başlattığı imza
kampanyasına katılmaya davet ediyorum. Belki bizler de
okyanusta birer damla su olabiliriz:
http://www.marcep.org/index2.asp?sayfa=imza

22 Ekim 2007

Kırmızı gülümseme

Ayşe, Sera, Mina, İlayda, Bartu, Deniz kızı, Spiderman, Gökşin, Arda, Zeynep (2), Eda, Ege, Özge Senem, Ahmet Eren, Mert, Alara, Kaan, Mimi, İrem Su, Efe, Furkan ve diğer tatlı mı tatlı çocuklarımızdan muhteşem lezzetler için Selen'i ziyaret ettiniz mi? Onlar en güzel armağanlarımız, yaşamın en güzel mucizeleri. Hepsi de bir başka güzel.
*
Dilimizi doğru kullanalım diye bas bas
bağıran birinin koskocaman
puntolarla 'kırmızı gülümseme'
diye başlık atmasına ne demeli?
Ne denir bilmem.
Şeklen yanlış gibi görünüyor ya
kırmızı bir gülümsemeye hepimizin
ihtiyacı var bu ara.
(Sitenin adını değiştirmem gerekecek
bu gidişle. Ne olsun? Şaka.
Değiştirmeye niyetim yok.
Memnunum bu halinden.)
*
Bu fotoğrafı çekeli oluyor
bir zaman. Ne zaman ve nerede
çekildiğinin ne önemi var,
önemli olan verdiği duygu.
Bir vesileyle fotoğraflara bakarken
görüverdim onu. O kıpkırmızı çileği.
Göz kırptı, boyun büktü.
Zor zamanlar bu zamanlar, farkındayım.
Farkındayım da elimiz kolumuz bağlı.
Benim elimden gelen bu. Ufak bir oyun.
Bu fotoğraf size ne düşündürdü?

20 Ekim 2007

İç sıkıntısına birebir

















Birden içim sıkıldı.
Olur ya bazen.
Nedendir bilinmez.
Kolonya koklamak yerine,
bahar çiçeklerine bakayım istedim.
Nasıl da ferahlattılar.
Nasıl da aydınlattılar.
Sonra o an geldi,
dedim ben baharı özledim.
İlkbaharı.
Daha sonbaharı yaşamadan hem de.

19 Ekim 2007

Eller eller

Eller ne çok şey ifade ediyor, ne çok duyguyu uyandırıyor, canlandırıyor. Eller karakterimizin aynası galiba, yahut ruh halimizin sözcüsü. Sinirli mi gergin miyiz, sakin mi huzurlu mu, güvenli mi endişeli mi... Bunların hepsini ellerin duruşundan, hareketlerinden anlıyoruz ya bu haller yetişkinlere mahsus. Çocukların böyle endişeleri yok. Onlar hep güven içindeler. Tabii güven ortamında yaşıyorlarsa. Tatlı mı tatlı arkadaşımız Selen dedi ki "haydi minik eller mutfağa". Bu güzel çağrıya uymamak ne mümkün. Yine arşivi taradım. Önce Maya tatlısının bezelye ayıklayan ellerini, sonra da Yağmur tatlısının bazlama yapan ellerini buldum. Tek bir tarif vereyim istediğim için, ekmekte karar kıldım ama önce o günü anlatmalı. Çıralı'dayız. Gisela'cığımın bahçesinde. Bütün gün nar ayıklamış, suyunu sıkmış, sonra da nar ekşisi yapmak için bahçede yaktığımız ateşin üzerindeki kazana almış, kaynatıyoruz. Akşamüzeri olmuş.
Tanya bazlama hamuru hazırlamış, sacı ateşe koymuş. Yağmur'la ben şekillendirip pişiriyoruz ama bu arada çok da eğleniyoruz. O minik ellerine nasıl da yakışıyor hamur. Acemiliğimize gelmiş, bir kaç bazlamayı ateş harlıyken koymuş, yakmışız. Olsun, Yağmur'un o tatlı elleri değdi ya, pek güzel olmuş. Tanya'nın tarifi nasıldı hatırlamıyorum ya ben iki çorba kaşığı kuru maya, 3 su bardağı ılık su, bir çorba kaşığı pekmez, biraz tuz ve 3.5 su bardağı unla yapmıştım. Ekmek yapar gibi, mayayı ılık su ve pekmezle kabartmış, ununu koyup kaşıkla uzun uzun karıştırmıştım. Cıvık bir hamur olduğu için yoğurmamış, bir saat kabarmaya bırakıp yağsız tavada, orta ısıda parça parça pişirmiştim. Pek güzel olmuştu. Maya'cığım büyüsün, biz onunla ne ekmekler, ne kurabiyeler yapacağız. Mutfağa girip una bulanacak, sonra da afiyetle pişirdiklerimizi yiyeceğiz.

16 Ekim 2007

Sıcak sıcak

Akın Abi'nin doğumgünü imiş. Yani aslında onun değil de Punto'nun. Bizleri şımartmış, sanki biz olmasak ona sevgiyle tutunan dostları, kardeşleri olmayacakmış gibi. O olmasaydı (tabii Dilek'ciğime haksızlık etmek istemem, onun kararlı tutumu olmasa biz Akın Abi'yi tanıyamazdık, sana da çok çok teşekkürler sevgili Dilek!) DDD etkinlikleri yapılabilir miydi bilmiyorum? Duru Türkçesi, sevgi dolu ağabeyliğiyle bize kol kanat geren, artık emekli de olsa, doğruluktan, doğrudan ayrılmayan gazetecilerin hala var olduğunu (nesli tükenmekte olsa da) göstermesi açısından onun hayatımda varlığı çok önemli. Haydi gelin biz de onu şımartalım, kutlama mesajları dizi dizi sıralansın, gönendirelim onu. Ne dersiniz? (Aman benden duyduğunuzu söylemeyin!)
*
Gerçekten sıcak. Güneşin altında bekliyorlar. Sabahtan beri. Bunlar sonbaharın güzelleri. Kim diyordu geçenlerde, pazardan haberler vermiyorsun bize diye. İşte şimdi veriyorum. Bu biberler de ne ki, Antalya pazarlarında bugünlerde her renk biber var. Yeşili, sarısı, moru, kırmızısı, turuncusu... Bunlar acı olanlar. Genelde biberiye deniyor burada. Kimi ufacık, kimi daha iri, kimi uzun, kimi top top... Sabah evden çıkarken acaba fotoğraf makinesini yanıma alsam mı almasam mı diye uzun uzun düşünmüş idim. Ağır ya, yüküm de olacak ya. Haydi al dedim, bir daha ne zaman sonbahar pazarı çekme şansın olacak? İyi ki almışım, yoksa bu güzelleri sizinle paylaşamayacaktım. Pazar pek güzeldi yine. Ben ne aldım? Körpecik kabaklar, sarısıyla siyahıyla üzümler, kıpkırmızı elmalar, mevsimin son incirleri, yılın ikinci ammeleri (amme burada Trabzon hurmasına verilen ad), kırmızı etli biberler, kahvaltılık has domatesler, salatalık ve biberler. Has diyorum, hakikaten has hepsi de. Körpecik, çıtır çıtır, kıpkırmızı. Gerçek yahu, düpedüz gerçek bunlar. Ben onlar için şükran duymayayım, dua etmeyeyim de kimler etsin?

14 Ekim 2007

Karadeniz'den: Patlıcan balığı

Akın Abi harika bir konu hazırlamış: 'Dillerin Aile Yapıları ve Türkçemizin Yeri'. Doğru Yazalım, Doğru Konuşalım, Dilimizi Koruyalım kampanyası çerçevesinde. Bakın bakalım Türkçe nerede duruyormuş? Çok etkileyici bir konu seçmişsiniz Akın Abi, ellerinize sağlık.
*
Sıra geldi Karadenizli lezzetlere. Ev sahibesi Yeşim bu etkinliğin. Dible tarifini yayınlamamış olsaydım, buraya onu koyardım ya aynı tarifi tekrar yayınlamak anlamsız gelince arşivdeki diğer Karadenizli lezzetleri taramaya başladım. Yemeklerin fotoğrafları da olduğu için, Her Güne Bir Yemek'e başvurdum. Yine babaannemden bir tarif, yine halamdan öğrendim. Kaç yıl oldu bilmem ki, halam bize son geldiğinde ona kitaba koymak için tarif sormuştum, o da patlıcan var mı, ya mısır unu demiş ve kolları sıvamıştı. Sonuçta fotoğrafta gördüğünüz patlıcan balığı çıktı ortaya. Pek lezizdi. Yine babaannemin ruhu şad olsun deyip halamın yanaklarından öpeyim ve kısaca anlatayım. Zeytinyağında kızartılan bir balık bu. Dolayısıyla zeytinyağı lazım öncelikle. Tabii patlıcan (körpe, ufak patlıcanlar olsun), mısır unu ve tuz da. Patlıcanların saplarını kestik, aşağı taraftan sap kısmına kadar yardık (birbirinden ayrılmayacak). Aynı şekilde bir kesik daha atıp dörde böleceğiz. Tuzlu su kaynatıp patlıcanları yumuşayana kadar haşlayıp süzecek, mısır ununa bulayıp kızgın yağda (tavaya fazla yağ koymaya gerek yok) her tarafını kızartıp sıcak olarak servis edeceğiz. Hepsi bu. Ne kolay değil mi? Bir o kadar da lezzetli. Yeşim'ciğim sana kolay gelsin diyorum. Kimbilir ne güzel lezzetler yayınlanacak yine. Etkinliğe katılan tüm dostlarımızın ellerine sağlık. Yeşim'in sitesine yukarıda link verdim, pazartesiden itibaren ziyarete başlayabilirsiniz. Kolay gelsin Yeşim'ciğim!

10 Ekim 2007

Umut


Toprağın sundukları,
her şeye rağmen,
umudun asla
tükenmeyeceğini fısıldıyor,
kulağıma.
Ağacı dikenli.
Çiçekleri mini mini,
yeşilimsi sarı renkte.
Meyvesi
gel beni ye
diye bakmasa da,
bir ısırık aldığınızda...
Umut hep var.
Hiç bitmedi,
hep olacak.

09 Ekim 2007

Etkinlik-Güncelleme

Doğru Yazalım, Doğru Konuşalım, Dilimizi Koruyalım kampanyasına gazete, dergi, kitap ve televizyonlarda gördüğüm bazı yanlış cümlelerin listesiyle katılmış, sizlerden de bu yanlışları düzeltmenizi rica etmiştim. Pek çok dostumuz bu cümle ve manşetlerdeki hataları bulup doğru olduğunu düşündükleri hallerini yazarak gönderdiler. Hepsi yazının yorumlarında var zaten. Bana düşen cümleleri hatalı ve düzeltilmiş olarak yeniden yayımlamak. Dil matematik gibi olsa, iki kere iki dört eder der kurtulurduk ya öyle değil. Aynı bilgiyi pek çok farklı şekilde aktarabiliriz. Bu yüzden pek çok cümle için tek doğru hali (yahut en doğrusu) budur demek zor. Bu cümlelerde beni en çok rahatsız eden şey, çoğunun İngilizce'den yanlış çevirilerle dilimize girdiğini düşündüğüm anlamsız kullanımlar ki bu konuda Şefika çok güzel bir yazı yazmıştı hatırlarsanız.
*
Kısacık bir konuya daha değinip cümlelere geçeceğim. Bugün basın yayın kuruluşlarında pek çok emekçi o kadar az maaşlarla çalışıyor ki bunu ve pek de iç açıcı koşullarda çalışmadıklarını düşününce belki de bu kadar yüklenmemek gerek dedim. Son bir not: Ben bir Türkçe uzmanı değilim. Dilbilgimin de çok iyi olduğunu düşünmüyorum doğrusunu isterseniz. Çocukluğumdan beri çok okuyan biri olduğum için ve belki de gözlerim hatayı çabuk algıladığı için yanlışlıkları görüyorum. Yine de benim yazdıklarım doğrudur demek iddialı olur. Umarım yazdıklarım ve söylediklerimle kimseye kötü örnek olmuyorumdur. Hatamız olduysa affola.
*
1. “Vahşi doğada hayatta kalma ihtimaliniz var mı?” testinden yüzde 50 sonucunu aldım.

Tijen’in notu: “Yüzde 50 sonucunu almak”a takılmıştım. Ayrıca buradaki soru testin başlığıdır test “vahşi doğada hayatta kalma ihtimaliniz var mı?” testi değildir. Bilmem siz de katılır mısınız?

2. Ama meğer Spiderman pek bana göre değilmiş.

Burçin: Meğer Spiderman bana göre değilmiş.

3. Tabii bir yandan da ben sizin için detaylar aldım ki kaloriler konusunda da size fikir verebileyim diye.

Evren: Tabii bir yandan da sizin için detayları not ettim ki kaloriler konusunda size fikir verebileyim. (Tijen’in notu: Ben bu cümleyi daha da kısaltarak vermeyi tercih ederdim sanırım. O kadar çok gereksiz sözcük var ki: “Kaloriler konusunda fikir verebilmek için ek bilgiler aldım.” Ama bu benim düşüncem. En doğrusunu ben bilirim demem de diyemem de.)

4. Ayrıca soya sosu sebebiyle sodyuma, yüksek tansiyon hastaları ve sodyum duyarlılığı olan böbrek hastalarının dikkat etmesi gerekiyor.

Münevver: Ayrıca, soya sosunun içindeki sodyum sebebiyle, sodyuma duyarlı olan tansiyon ve böbrek hastalarının, bu sosu tüketirken dikkatli olmaları gerekiyor.

5. Zaten her yere yürüyüş yaparak gitmeyi tercih ediyorum. Bunun dışında yürüyüş yapmayı seviyorum.

Hanife: Zaten her yere yürüyerek gitmeyi tercih ediyorum. Bunun dışında yürüyüş yapmayı seviyorum.
Amofti: Yürüyüş yapmayı seviyorum bu nedenle de her yere yüreyerek gitmeyi tercih ediyorum.

6. Söylemek istediğim sadece en önemli ihtiyaçlarımızdan biri olan yemek yemeye biraz özen göstermek, kendiniz için hayata anlam katmak; bir lokmayı henüz çiğnemeden çabucak yutmaktan değil tüm duygularınızla tadını, tuzunu hissedebilmek gerektiği...

Ali: Bence hayata biraz anlam katmak için yemek yeme konusunda özen göstermemiz gerekir. Bunun için beş duyumuzu da kullanarak; yavaş yemeli, tadını, tuzunu hissetmeli... (Tijen’in notu: Bu cümle fazlasıyla uzamış, uzayınca da anlamını yitirmiş bence. Bunun yerine kısa bir kaç cümlede derdimizi anlatmaya kalksak sanırım okur için daha anlaşılır olur.)

7. Laleli’nin erken hasat zeytinyağı ilk tattığımda lezzeti beni şaşırtmıştı ve o günden beri Yunanistan’dan taşıdığım Girit yağlarıyla birlikte en sevdiğim zeytinyağlarının başında yer almıştı.

Ali: Laleli'nin erken hasat zeytin yağını ilk tattığımda lezzeti beni şaşırtmıştı. Daha önce Yunanistan'dan getirdiğim Girit yağlarıyla birlikte en sevdiğim zeytin yağları içinde yer aldı. (Tijen’in notu: Zeytinyağı bitişik yazılır. Bkz. www.tdk.gov.tr )

8. Hayır diyemeyen bir insanın, diğer insanlar tarafından sınırları algılanmaz.

Elvan: Hayır diyemeyen bir insanın sınırları, diğer insanlar tarafından algılanamaz.

9. Stres tırnak yemeyi artırıyor” (gazete manşeti)

Tijen’in notu: Bu durumda “Çok stresliyim, tırnak yemem arttı” mı diyeceğiz?

10. Daha geçen yıl öleceğini düşünen Tuba Şılbır, şu anda 18 yaşında ve 100 bin böbrek hastası ve yakını için onun adı artık 'umut!'

Tuhfe: Daha geçen yıl öleceğini düşünen Tuğba Şılbır şu anda 18 yaşında. Yüz bin böbrek hastası ve yakınları için onun adı artık "umut"! (Tijen’in notu: Bu cümlede ‘daha’ sözcüğü fazlalık bana kalırsa ancak Tuhfe’nin diğer önerilerine katılıyorum.)

11. Ramazan ayının gelmesiyle birlikte davetler, kokteyller, açılışlar bıçak gibi kesti.

Diyalog yemekler: Ramazan ayının gelmesi ile birlikte, davetler, açılışlar, kokteyller bıçak gibi kesildi.

12. Onu hiç tanımayan ya da devrimi ideal edinmediği halde onu sevdiği için Che'den bahseden bir insan grubu vardır.

Tijen’in notu: Benim bu cümlede doğru olmadığını düşündüğüm bölüm “devrimi ideal edinmek” idi. Belki de doğrudur. Yine de bu cümlede bir karışıklık var gibi değil mi? Belki “Che’yi sevdiği için ondan bahseden” desek daha anlamlı olur.

13. Ne zaman kuyruğuna basılsa direkt pençelerini çıkarıyor.

Hülya Yılmaz: Ne zaman kuyruğuna basılsa, pençelerini gösteriyor.

14. Günde yaklaşık 200 tane blog geliyor.

Hülya Yılmaz: Blog kullanımı yaygınlaşıyor. Her gün ortalama 200 blog yayına başlıyor. (Bir metinden tek cümle çıkarıp alınca doğru anlatımı tahmin etmek zor oluyor aslında. Gazetenin blog yazarları varmış ve yeni öneriler geliyormuş. Bloglar yürüyerek mi geliyorlar diye düşünmüştüm bu cümleyi okuduğumda.)

15. Kepez’den göz dağı (gazete manşeti)

Hülya Yılmaz: Kepez’den gözdağı

16. Yunanistan’ın en iyi üniversitelerinden birine sahip olan Selanik’in balkonlarında rengarenk sardunya, ayrıca portakal bahçeleri, zeytin ve çam ağaçları, Osmanlı paşalarının yaptırdığı çeşmeler, özgürce sarı, pembe, kırmızı renklere boyanmış, kolalı dantelli pencereleri ile cumbalı evler vardır.

Tijen’in notu: Bu cümlede özne “Yunanistan’ın en iyi üniversitelerinden birine sahip olan Selanik’in balkonları” olmuş. Doğru mu görüyorum? Özne balkonlar ise balkonlarda portakal bahçeleri, zeytin ve çam ağaçları olmaz. Tabii çeşmeler, cumbalı evler de. Bir de “sahip olmak”a takıldım sanırım. Selanik bu üniversitelerin sahibi midir?

17. Ancak … maçtan bir gün önce oturduğumuz sitenin basket sahasında futbol oynarken kendini sakatlayınca şans …’a güldü.

Tijen’in notu: Bu cümlede “futbol oynarken kendini sakatlamak” bölümüne takılmıştım. Sakatlanır mıyız kendimizi mi sakatlarız? Yahut düşüp bir yerini incitmek sakatlanmak mıdır?

18. Taraflar dizi üzerinde bir dizi muhabbet ettikten sonra …, senaryoyu alıp eve götürecek, okuduktan sonra …’a görüşünü bildirecek.

Tijen’in notu: “Bir dizi muhabbet” nasıl ediliyor onu anlayamadım. Bir de aynı cümlede dizi sözcüğü iki kere kullanılmıştı, farklı anlamlarla. Buna dikkat edilebilir belki.

19. Yaptığımız işe, dernek yönetiminin ilgisizliği karşısında ki hayal kırıklığımı dile getirmeye uzun süre tereddüt ettim.

Hande: Dernek yönetiminin yaptığımız işe ilgisizliği karşısındaki hayal kırıklığımı dile getirmeye uzun süre tereddüt ettim.

20. Çok duygulandım ve aklıma hiç hediye almak gelmediği içinde biraz utandım.

Itır: Çok duygulandım ve hediye almak hiç aklıma gelmedigi için de biraz utandım.
Münevver: Çok dugulandım ve aklıma hediye almak (hiç) gelmediği için de biraz utandım. (Münevver’in notu: Burada "hiç" kelimesi yanlış yerde kullanılmış. Ayrıca kullanılmasa da olur. “De” bağlacı ayrı yazılmalı.)

21. Eleştirmenler (kendimden biliyorum) hayatlarını beğenmemek üstüne kurar, doğru olanda budur.

Tijen’in notu: “olan da” şeklinde yazılacak.

22. Önce genç bir yazarı poh pohlayacağız...

Münevver: Önce, genç bir yazarı pohpohlayacağız. (Münevver’in notu: Pohpohlamak ayrı yazılmamalı.)

23. Benim ki tersine bir süreçtir.

Münevver: Benimki tersine gelişen bir süreçtir. (Münevver’in notu: "Ki" iyelik eki. Ayrı yazılmamalı. Ayrıca yaşanılan olgu ne ise, anlatım bozukluğu da var.)

24. Daha pekçok yazarların edebiyatını yapmadınız ki!

Münevver: Daha pek çok yazarın edebiyatını incelemediniz ki. (Münevver’in notu: "Pek çok" ayrı yazılmalı. Bu öbek çoğul bildirdiği için de sonraki kelime tekil olmalı. "Edebiyatını yapmadınız" cümlesindeki yapmak, yanlış kullanılmış bana göre. "Edebiyat yapmak" anlamında kullanıldıysa o da hatalı.)

25. …’nun kızlarını okuttuğu bu üniversitede çalışan, adını vermek istemeyen yabancı bir hocanın söylediğine göre burası Malezya’nın İslamlaşma sürecinde önemli rol oynuyor, bir sürü genç mümin yetiştirip topluma servis ediyor.

Tijen’in notu: Bu cümlenin sonu bozuk bence. Belki İngilizce’den çevirmişlerdir, öyle bir havası var. “Topluma servis etmek” ne demek?

26. Yahudileri Avlayan Hollandalıların her Yahudi için ayrıca para aldığını, Yahudileri koruyan kimi ailelerinse bu işi yalnızca para karşılığı için yaptıklarını.

Binbir çeşit hayat: ''Yahudileri avlayan Hollandalıların her Yahudi için ayrıca para aldığını, Yahudileri koruyan kimi ailelerin ise bu işi yalnızca para için yaptıklarını.

27. … Waldemar hayalini kurduğu özgür bir dünyada tutunabilmenin, her şey terslik içinde giderken bile yumuşak kişiliğini yitirmemenin, toplama kapmında bile bilgisi ve gücüyle insanları hayran bırakmanın onuruyla yaşıyor.

Tijen’in notu: Bu cümledeki sorun “her şey terslik içinde giderken bile” kısmı. “Her şey ters giderken” dersek sorun çözülür sanırım.

28. Tıp alanında ki araştırmaların çoğu deniz kaynaklı (bir haber kanalında alt yazı)

Ekmekçi kız: İfade bozuk, -ki ayrı yazılmış, -de eki karmaşasından sonra, şimdi de -ki eki karmaşası mı, çıkacak?

29. Önlem alınmaması durumunda Akdeniz’de 20 yıl sonra canlılık tükenecek (aynı kanalda, aynı programdan alt yazı)

Ekmekçi kız: Canlılar tükenecek demek istemişler.

30. Bu sefer bir öneri. Semih Gümüş, ‘Bazı kitaplar niçin çok satar?’ başlıklı yazısında iyi yazmak için iyi kitaplar okumanın öneminin altını çiziyor. Bence önemli bir yazı.

Damla: Tam maddelerden birisini yeniden yazayım demiştim ki, "Bazı kitaplar neden çok satar" başlığını gördüm. "Çok satmak" İngilizce'den çeviri gibi geliyor bana. Kitap mı satıyor, yoksa satılıyor mu aslında? Zaten bir on sene öncesine kadar böyle söylenmiyordu, ta ki "best seller"ı Türkçe'de ifade etmek isteyen birileri çıkana kadar.

Semih Gümüş’ün yanıtı: Eğer "best-seller" yerine kullanıyorsak, bence "çok
satar" demek doğrudur; bizimki İngilizcesini karşılar. Terim olarak
kullanıldığı yerlerde... Ama "Yazarın kitaplarının çok satması..."ndan söz ediyorsak, burada bence "... kitaplarının çok satılması..." biçiminde kullanmalıyız. Gene de tartışmaya değer, bunlar benim saptamalarım.

Feyza Hepçilingirler’in yanıtı: Çok güzel bir şey yapıyorsunuz; kutlarım. Bu çabaların çok önemli olduğuna yürekten inanıyorum. Örnek olmasını, sizin grubunuz gibi, başka grupların da oluşmasını dilerim.
Sorunuza gelince... Türkçenin doğal kullanımı, kitapların "çok satılır" olmasını gerektirir; ama İngilizce "best seller" dilimize "çok satan" diye çevrildiğinden kitaplar, çok satılmıyor, çok satıyor artık.

07 Ekim 2007

Şifa salatası

Şifa lazım şifa. Ruha, bedene, zihne şifa. Kolay değil. Hele de bu zamanda. Gazeteyi açıyorsunuz, televizyonu, bilgisayarı... Her yerde insanın ruhunu kırıp döken haberler çıkıyor karşınıza. Gündelik hayatta durum farklı mı? Ülkenin, kıtanın, dünyanın? Çalınıyor yaşamlarımız ellerimizden. Farkına bile varmıyoruz koşuştururken. Dinlenmek için durduğumuzda bir bakmışız yok. Yok işte. Çanta duruyor belki, cüzdan, cep telefonu, kredi kartları. Yok olanın göze görünmesi zaman alıyor. Ancak iyice sakinleştiğimizde, nefeslenip kendimize geldiğimizde anlıyoruz yitip gideni. Nedir yitirdiğimiz desem, ne dersiniz?
*
Şifa salatası koydumdu bu salatanın adını. Bu yılın ilk şifa salatasını Meltem ve Handan için yaptım. Ertesi gün de sadece kendim için. İçinde incecik kıyılmış lahana, rendelenmiş havuç, ince doğranmış kereviz sapı, kabuğuyla doğranmış elma ve susam var. Tuzunu, yağını, limonunu bol seven bir salata bu. Yutuyor sanki hepsini. Karıştırıp başlıyorsunuz kaşıklamaya. Yedikçe şifa buluyorsunuz. Temizlendiğinizi, arındığınızı hissediyorsunuz. Gerçekten.

Salata, sos deyince aklıma Mevsimlerle Gelen Lezzetler'de yer verdiğim bir söz geldi. Bir İspanyol atasözü olduğunu okumuştum. İyi bir salata yapmak için dört kişi gerekir: zeytinyağı için müsrif biri, sirke için cimri biri, tuz için bir danışman, hepsini karıştırmak için ise bir deli. Sirke yerine limon koyup hepsi için müsrif birinden yararlanabiliriz şifa salatasında. (Çok çok sevgili, sevgi dolu, hayat dolu Tuğrul Şavkay'ın 2002'nin yemek kitaplarını anlattığı yazısına link verdim yukarıda. Benim ilk kitabımdı. İlk heyecanım. Tuğrul Şavkay ise onu yılın en iyi yemek kitapları arasında saymıştı. Nasıl da gönendirmişti. Aramızdan ayrılışı üzerinden dört yıl geçti. Keşke gitmeseydi.)

05 Ekim 2007

Size de olur mu?

Doğru cevabı Tata'cığım vermiş. Tam bir soru gibi değildi biliyorum. Biraz gizem vardı içinde. Sorun bende mi yoksa... Tata'nın yanıtı tam varmak istediğim yere işaret ediyordu. Merak ediyorsanız yanıt yorumlarda. Sevgiyle kucaklıyor, paylaştıkların için teşekkür ediyorum sevgili Tata! Ben de senin gibiyim. Genelde çok sevsem dahi içim istemiyorsa bir türlü yiyemiyorum kimi yiyecekleri. O gün makarnaysa makarna, salataysa salata, tatlıysa tatlı... Bu resmin çekildiği gün, brokoli değildi beni çeken. Sorun da buradaydı. Pek de lezzetli bir brokoli değildi. Bunu da ufak bir not olarak sona ekleyelim, kargacık burgacık bir el yazısıyla.
Size de olur mu sahi? Hani çok seversiniz aslında o yiyeceği. Gördüğünüzde heyecanlanırsınız. En güzelini seçip satın alır, nasıl pişireceğinize karar verir, malzemeleri çıkarıp hazırlar, yıkar, doğrar, pişirirsiniz. Tadına bakarsınız, hayal kırıklığı. Sorun pişirme yönteminde de değildir aslında. Bir şeyler eksiktir. Nedir o bilemezsiniz. O en sevdiğiniz yiyecek, ağzınızda büyür, büyür. Yiyemezsiniz bir türlü. Bir kenara koyarsınız. Soğutur, dolaba kaldırırsınız. Ertesi gün gelir. Çöpe atacak değilsiniz ya, hiç değilse biraz makarna haşlayayım, onunla karıştırıp yiyeyim dersiniz. Hazırlayıp tabağa koyduğunuzda, makarnaları atıştırır, o aslında sevdiğiniz ama nedense bir türlü yiyemediğiniz sebzeleri kenara itelersiniz. Ertesi gün yine dener, yine yemeyi beceremez, yine makarnadan ve bu sefer biraz da keçi peynirinden medet umarsınız. Boğazınızdan geçmemek için direnir o güzelim çiçekler. Sorun sizde midir, onda mı, bilemezsiniz.

03 Ekim 2007

Kadınlar ve hikayeleri

Her kadının bir hikayesi var. Bir olur mu, bir çok hikayesi var. Sessizce, içlerinde yaşıyorlar hikayelerini, yıllar önce izlediğim bir filmdeki gibi. Çığlığı basmak için ağızlarını açtıklarında, ses gelmiyor. Neden söylüyorum ki bunları? Hele de yanında fıstık gibi çilekler olan çikolatalı bir mini kek fotoğrafı eşliğinde. Belki 'Gelinler' filminin etkisi geçmediği içindir. Belki savaş yıllarında Amerika'ya göçen delikanlılarla evlendirilmek üzere gemilere bindirilip gönderilen 'mektup gelinleri'nin hikayesine çarpıldığım içindir. Her kadının bir hikayesi var, dinleseniz anlatırlar. Bazen kilime, bazen oyaya, bazen sofradaki aşa dökerler dertlerini. Anadolu kadını bunun için etkiliyor belki beni. Başında yaşmağı, sabahın köründe başlar hayatı. Dur durak bilmeden çalışır, didinir. Her koşulda, sofraya aş koymayı bilir. Aç koymaz ailesini. Dağdan ot toplar, sütten peynir mayalar, undan yufka eder. Şehre gelince de televizyon karşısına oturup kek pasta tarifi alır. İhtiyacımız olan içine margarin boca edilmiş yapay aromalı vanilyayla parfümlenmiş kekler, yahut marketten alınmış 'satın' çorbaymış gibi... (Bodrum'un Çamlık köyünde hazır çorbalara 'satın çorba' diyorlar.)

30 Eylül 2007

Türkçe bizim paspasımız mı?

En son eklenti. Kimsenin düzeltmediği maddeler: 1, 3, 9, 10, 16, 17, 18, 21, 25, 27. Onlara göz atıp kendi doğrunuzu paylaşmak ister misiniz? 9 Ekim Salı günü düzeltilmiş halleriyle burada yayınlayacağım.
Salı eklentisi. Yorumlara teker teker yanıt veremediğim için kusuruma bakmayın ancak hepsini okuyor, düzelttiğiniz cümleleri hazırladığım dosyaya işliyorum. Haftasonu doğru halleriyle birlikte burada görebilirsiniz ama sizler daha çok katılın istiyorum. Daha evlat edinilmeyi bekleyen cümleler var! Katılan herkese sonsuz teşekkürler.
*
“ehehaheae yazi cok guzeldi. butun istanbulun hava gazina yüklenmesi fikrini cok sevdim. gazhane tabiri de gozumun onune guzel seyler getirdi. ama facebook gayet guzel bisi.varliini unuttuum ilk okul arkadaslarimla bile karsilasmakten hosnutum. ama dier yandan da facebook cok hin bisi aslnda. o minik applicationlar.la hepimizin hakkinda yuzlerce bilgi toplayip bi database yapiolar. gunu geldiinden bize bisiler satmak icin kullanicaklar o bilgileri. varsin olsun. bolece reklamlar daha az medya isgal eder belki..”

Böyle bir “şey”le başlayayım dedim. Şey diyorum çünkü söyleyecek söz bulamıyorum. Çünkü bu cümlelerin nece olduğunu bilmiyorum. Türkçe olmadıkları kesin de hangi dilde yazılmışlar? Gazeteleri tarıyor, garip, bozuk, yamuk yumuk, şekli şemali bozulmuş, çarpıtılmış, morartılmış cümleler arıyorum. Çok uğraşmam gerekmiyor. Her okuduğum yazıdan mutlaka gözümü tırmalayan bir kaç cümle çıkıyor. Yukarıda gördüğünüz paragraf da Radikal gazetesinin internet editörü Serdar Kuzuluoğlu’nun konu ile ilgili yazısına yazılmış bir yorum. Yazan bir gazeteci yahut köşe yazarı değil. Dolayısıyla onu elbet hoş görebiliriz ancak dildeki bozulmaya bir örnek vermek istediğim için buraya aldım. Bilmem bu paragrafı okunur hale sokmaya hevesli biri çıkar mı? İkisini alt alta koyalım, aradaki farka bakalım.

Biliyorsunuz, aylardır güzel yazılar hazırlıyor komşularımız. Sevgili Akın Abi ve Dilek’in önderliğinde, 1 Mart 2007 günü başlayan Doğru Yazalım, Doğru Konuşalım, Dilimizi Koruyalım kampanyası yedinci ayını bitirdi. Zaman zaman geriye dönüp yazılanları okumak, bu yazılardan bir şeyler öğrenmek, hatalarımızı görmek, ardından düzeltmek projenin amacına ulaştığını gösterecektir. Öğreniyoruz değil mi? Gelişiyor, dilimizi daha doğru kullanmak için çaba gösteriyoruz. Sitelerimize, gazetelere, dergilere yazdığımız yazıları bu bilgiler ışığında bir kere daha, hatta iki kere daha okuyoruz yayınlanmadan önce, öyle değil mi?

Etkinliğe gazete, dergi ve kitaplarda gözüme çarpan hatalı, çarpık cümleleri paylaşarak katkıda bulunmak istedim. Bunları yazanların kimi profesör, kimi yılların gazetecisi, kimi çevirmen, kimi romanları yayımlanmış bir yazar. Hele de ilköğretim okullarına ‘Medya okuryazarlığı’ dersi konulan (seçmeli de olsa) bir dönemde önce medyanın kendine bakıp yanlışlarını düzeltmesi gerektiğine inanıyorum. Yoksa gazete köşelerinde de “cok hin bisi aslnda” gibi cümleler görmeye başlayacağız. Belki de vardır.

Bu sefer işi oyuna dökelim istedim. Gördüğüm kırık dökük cümleleri buraya yazıyorum. Hatalarını birlikte bulup düzeltelim mi? Cümleleri şöyle bir okuyun. Hata nerede? Sözcük kullanımında mı, imla kurallarında mı? Anlatım bozukluğu mu var yoksa abartılı bir dil mi kullanılmış? Bu yazıyı okuyorsanız bir cümleyi de siz evlat edinin, onu düzeltip doğrusunu gönderin. (Orjinalini yazmanız gerekmez, cümlenin numarasını yazmanız yeterli.) Sonra en doğru kurulmuş hal(ler)ini (yazan kişilerin adıyla) her birinin altına yazalım, DDD sitesinde de bu şekliyle yer alsın. Ne dersiniz, bir hafta yeterli mi? (Bir cümle için yorum bırakarak doğru olduğunu düşündüğü öneriyi getiren biri olduysa onu da okuyun. Cümlenin düzeltilmiş hali de doğru olmayabilir. Gerekirse onu da düzeltelim.) (Bu cümleyi 1 Ekim 2007, 21:50'de ekledim. Biraz önce CNN Türk kanalındaki programda ekranın sol alt köşesinde ne yazıyordu dersiniz: "Kuru temizlemeciler kanser saçıyor!" Nasıl saçıyorlar merak ettim. Kanser minik minik zehir toplarına verilen ad olmalı, yahut bir tür sıvı. Kuru temizlemeciler de bunu saçıyor herhalde. Fesupanallah!)

1. “Vahşi doğada hayatta kalma ihtimaliniz var mı?” testinden yüzde 50 sonucunu aldım.
2. Ama meğer Spiderman pek bana göre değilmiş.
3. Tabii bir yandan da ben sizin için detaylar aldım ki kaloriler konusunda da size fikir verebileyim diye.
4. Ayrıca soya sosu sebebiyle sodyuma, yüksek tansiyon hastaları ve sodyum duyarlılığı olan böbrek hastalarının dikkat etmesi gerekiyor.
5. Zaten her yere yürüyüş yaparak gitmeyi tercih ediyorum. Bunun dışında yürüyüş yapmayı seviyorum. (bir röportajdan)
6. Söylemek istediğim sadece en önemli ihtiyaçlarımızdan biri olan yemek yemeye biraz özen göstermek, kendiniz için hayata anlam katmak; bir lokmayı henüz çiğnemeden çabucak yutmaktan değil tüm duygularınızla tadını, tuzunu hissedebilmek gerektiği...
7. Laleli’nin erken hasat zeytinyağı ilk tattığımda lezzeti beni şaşırtmıştı ve o günden beri Yunanistan’dan taşıdığım Girit yağlarıyla birlikte en sevdiğim zeytinyağlarının başında yer almıştı.
8. Hayır diyemeyen bir insanın, diğer insanlar tarafından sınırları algılanmaz.
9. Stres tırnak yemeyi artırıyor” (gazete manşeti)
10. Daha geçen yıl öleceğini düşünen Tuba Şılbır, şu anda 18 yaşında ve 100 bin böbrek hastası ve yakını için onun adı artık 'umut!'
11. Ramazan ayının gelmesiyle birlikte davetler, kokteyller, açılışlar bıçak gibi kesti.
12. Onu hiç tanımayan ya da devrimi ideal edinmediği halde onu sevdiği için Che'den bahseden bir insan grubu vardır.
13. Ne zaman kuyruğuna basılsa direkt pençelerini çıkarıyor. (bir röportajdan)
14. Günde yaklaşık 200 tane blog geliyor.
15. Kepez’den göz dağı (gazete manşeti)
16. Yunanistan’ın en iyi üniversitelerinden birine sahip olan Selanik’in balkonlarında rengarenk sardunya, ayrıca portakal bahçeleri, zeytin ve çam ağaçları, Osmanlı paşalarının yaptırdığı çeşmeler, özgürce sarı, pembe, kırmızı renklere boyanmış, kolalı dantelli pencereleri ile cumbalı evler vardır.
17. Ancak … maçtan bir gün önce oturduğumuz sitenin basket sahasında futbol oynarken kendini sakatlayınca şans …’a güldü.
18. Taraflar dizi üzerinde bir dizi muhabbet ettikten sonra …, senaryoyu alıp eve götürecek, okuduktan sonra …’a görüşünü bildirecek.
19. Yaptığımız işe, dernek yönetiminin ilgisizliği karşısında ki hayal kırıklığımı dile getirmeye uzun süre tereddüt ettim.
20. Çok duygulandım ve aklıma hiç hediye almak gelmediği içinde biraz utandım.
21. Eleştirmenler (kendimden biliyorum) hayatlarını beğenmemek üstüne kurar, doğru olanda budur.
22. Önce genç bir yazarı poh pohlayacağız...
23. Benim ki tersine bir süreçtir.
24. Daha pekçok yazarların edebiyatını yapmadınız ki!
25. …’nun kızlarını okuttuğu bu üniversitede çalışan, adını vermek istemeyen yabancı bir hocanın söylediğine göre burası Malezya’nın İslamlaşma sürecinde önemli rol oynuyor, bir sürü genç mümin yetiştirip topluma servis ediyor.
26. Yahudileri Avlayan Hollandalıların her Yahudi için ayrıca para aldığını, Yahudileri koruyan kimi ailelerinse bu işi yalnızca para karşılığı için yaptıklarını.
27. … Waldemar hayalini kurduğu özgür bir dünyada tutunabilmenin, her şey terslik içinde giderken bile yumuşak kişiliğini yitirmemenin, toplama kapmında bile bilgisi ve gücüyle insanları hayran bırakmanın onuruyla yaşıyor.
28. Tıp alanında ki araştırmaların çoğu deniz kaynaklı (bir haber kanalında alt yazı)
29. Önlem alınmaması durumunda Akdeniz’de 20 yıl sonra canlılık tükenecek (aynı kanalda, aynı programdan alt yazı)
30. Bu sefer bir öneri. Semih Gümüş, ‘Bazı kitaplar niçin çok satar?’ başlıklı yazısında iyi yazmak için iyi kitaplar okumanın öneminin altını çiziyor. Bence önemli bir yazı. Bugün bir de Edebiyatçılar Derneği'nin internet sitesine (o da günlük şeklinde tasarlanmış) rastladım. Sitede önümüzdeki ay (Kasım'da) Yaratıcı Yazarlık Atölyesi'nin başlayacağından söz ediliyor. Daha iyi yazmak isteyen ve vakti olan arkadaşlarımız için güzel bir fırsat olabilir.