31 Ocak 2008

Ondan nasıl vazgeçer insan?

Biraz önce Pelin'in sitesine bakıyordum, Gurmenet'ten sipariş ettiğim güzeller geldi diye yazmış ve listelemiş aldıklarını. Nasıl sevindim! Muzi benim en kıymetli dostlarımdandır. Şimdi Sibel'ciğim de onunla çalışıyor ve bu işi büyük bir başarıyla sürdürüyorlar. Neler yok ki Gurmenet'te, her tür baharat, bakliyat, bilumum uzakdoğu yemeği malzemesi, pek çoğunu Türkiye'de kolay kolay bulamayacağınız pastacılık malzemesi, kahveler, unlu gıdalar, yağlar, ithal peynirler, kuru mantarlar, kuruyemişler... Fiyat açısından da onunla rekabet edebilecek kaç kişi vardır bilmiyorum, Muzi gerçekten çok düşük bir kar oranıyla satıyor her şeyi. Hele de çalışıyorsanız veya bu tür malzemeleri bulamayacağınız yerlerde yaşıyorsanız hemen veriyorsunuz siparişi, Pelin'in dediği gibi, iki gün sonra geliyor... O heyecanla ben de gidip siparişimi verdim, şimdi oturdum bekliyorum. (Üzerinden 24 saat bile geçmeden gayet güzel paketlenmiş olarak geldi güzellerim, tavsiye ederim!)
*
Bu fotoğraf yeni değil. Üç yıldan çok olmuş çekeli. Yenisini de çekebilirdim ya, bu fotoğrafı seviyorum. Bu yazı da bu fotoğrafla birleşsin, ne çıkar. Ondan nasıl vazgeçer insan diyorum ya, hiç sevmeyenler de var onu. Anlamış değilim nasıl ve neden sevmediklerini. Asla da anlayamayacağım sanki. Onunla tanışalı epey oldu. Anadolu'ya has bir meyve değil, bize sonradan gelmiş. Bana söylenen, bundan 30 yıl kadar önce bir ziraat mühendisinin getirip denemek için Antalya'daki Narenciye Enstitüsü bahçesine diktiği. Avokado çabuk meyve verebilen bir ağaç. Diktikten 3-4 yıl sonra meyve alabiliyorsunuz. Ancak yalnızlıktan hoşlanmıyor bizimki, ille de eş istiyor kendine. Dişiyle erkek birlikte yaşayacak. Yoksa meyve vermeyi reddediyor. Ne garip değil mi? Buralara girmeye gerek yok çünkü ne yapıp ediyor, meyve veriyor bizimki. Pek çok türü var ama gördüğüm kadarıyla Türkiye'de 3-4 türü var ancak. Bunlar farklı dönemlerde olgunlaşıyor. Yani eğer Antalya'daysanız, ithal avokadolara yüz vermeden, Eylül-Ekim ayından itibaren, Mart-Nisan'a kadar rahatlıkla ve de bol bol yiyebiliyorsunuz. Bugün mesela, Narenciye Enstitüsü'ne yürürken ne kadar şanslı olduğumu düşündüm. Hava güneşli, ılık. Bahardan kalma bir gün. Benim asıl sevdiğim, tırtıklı kabuklu, olgunlaşınca kabuğu siyaha dönen avokadolar çıkmış. Hem de kilosu sadece 2 ytl. Tutmayın beni demişim, başlamışım doldurmaya. Zor durdurmuşum kendimi ve hayallere dalmışım. Hmmmm şimdi ben bu avokadolarla neler yaparım. Aklıma bir salata gelmiş, kaç yıldır yapıp bayıla bayıla yediğim. Patatesler haşlanır, şöyle hardallı, sarımsaklı bir sosla soslanır. Yeneceği zaman avokado ve bol su teresi doğranır, karıştırılır. Aman efendim, ne güzel yenir.

29 Ocak 2008

Gri günlere renk

Günler griye döndü mü, hava dondurucu oldu mu, insanın içi de grileşiyor, üşüyüveriyor değil mi? Böyle zamanlarda insana en iyi gelen, buradakiler gibi rengarenk çiçekler. Anemonlar. Ya da diğer adıyla dağ lalesi, Manisa lalesi; Ege'den Akdeniz'e işlenmemiş topraklarda, her nedense genellikle yamaçlarda bitiveren. Dünyadaki 120 anemon türünden biriymiş bizimkisi. Rüzgarın çiçeği, Adonis'le Afrodit'in aşkına şahit olan çiçek. Ocak ayı geldi mi, kimi Ege pazarları da anemonlarla dolup taşar. Çoğunlukla çocuklar toplar onları, okul harçlığı için. Dayanmaz çok, bakmayın bu duruşlarına. Alıp eve getirdiğinizde iki güncükdür ömürleri. Oysa tepelere, terkedilmiş zeytinliklere doğru yürüyüşlere çıktığınızda, fuşya, eflatun, mor, pembe, uçuk pembe renkleriyle selam çakarlar yaşama. Onlar sevincin, heyecanın, yaşama tutunmanın habercisidirler.
Lezzet dergisinin şubat sayısı çıkmış. Bu sayıda sevgili Zeynep var, Bir Porsiyon Öykü'nün yazarı, çorba tarifleri ve öyküleriyle. Bir de sevgili Sema'cığım var, hani Reçel Deyip Geçme adlı kitabın yazarı. Reçel tarifleri vermiş can arkadaşım. Tabii sevgili Elif var, uzaklardan. Ben varım, pazarcılardan öğrendiğim tariflerle. Başka? Başka soğuk var (yani hayatta, hayatımda), makarna var, kakuleli çay var, hayal edilen bir sakızlı muhallebi var, Malatya'dan gelmiş ve tüketilmiş cevizli sucuk var, zulada bekleyen Gümüşhane pestili var, Bodrum'un bademi var, Elif Ana'nın bazlaması var...

26 Ocak 2008

Yalıkavak Pazarı

Geçmişte kalsa da, sevenler için sağ tarafa Radikal yazıları arşivinin linkini ekledim. Canınız Türkiye'nin çeşitli yörelerinde gezinmek isterse, yahut şöyle bir Yunanistan'a uzanmak, güzel insanlarla tanışmak, yeni lezzetlere ulaşmak, buyrun okuyun.
*
Yalıkavak Pazarı'nı bilenler bilir. Bodrum Pazarı yahut Milas Pazarı yahut Turgutreis Pazarı kadar büyük değildir. En azından, herkesin demeyelim de, çoğunluğun kente döndüğü kış mevsiminde. İki sıra. Soldan gir, sağ yap, başa dön. O kadar. Ama o renklilik, canlılık yok mu, insanı toprağı öpmeye itiyor. Bana kalsa ben yine Bodrum Pazarı aşığıyım, ne yalan söyleyeyim. Bodrum kitabımı okuyanlar bilir bu aşkımı. Okumayanlar da bu yazılar sayesinde öğrendiler zaten. (Bu seferki linkte kitabın önsözü var, köy kütüphaneleri sitesinden) Neyse işte, bu pazarlar insanın aklını başından alır, niyetiniz yokken eli kolu dolu ayrılırsınız. Binbir türlü sürprizle karşılarlar sizi çünkü. Bu seferki tanışlarımdan biri de Ayşe Yaren ve yakışıklı oğlu. Aslen Manisalı Ayşe ama sekiz yıldır (öyle mi demişti?) Bodrum'dalar. Çok seviyor Bodrum'u. Çok da çalışkan Ayşe. Turşular, tarhanalar, erişteler yapıyor, hani önceki yazılardan birinde anlattığım susamlı, bademli incirlerden yapıyor, peksimet yapıyor, keçiboynuzu, Manisa'dan kara üzüm, ekşi kuru erik, kekik suyu, karabaşotu suyu ve daha nice şey sığdırıyor o ufacık tezgahına. Bir de ipek gibi yapraklar var, hemen bir torbaya doldurup hediye ettiği. Yaprakları anneme teslim ettim. O da bana sarma yapacak. Gönlü bol, eli bol, yüreği geniş dostlardan mahrum kalmayalım ne olur. Hayat onlarla güzel. (Not: Kitabın önsözünde yer alan, Bodrum Kalesi çizimi Suavi Kendiroğlu'na aittir.)

23 Ocak 2008

Sütlü börek

İzmir’de yaşanmış her anı, çiğnenmiş her lokmayı, söylenmiş her sözcüğü belleğime kaydetmiş olsam, yerim yurdum da yol boyu karşımıza çıkan papatya tarlaları kadar uçsuz bucaksız olsa yine de hakkını vererek aktarabilir miydim ki o altı günü? Denize karşı içtiğin çayları, yediğin yemekleri, paylaşılan öykülerle hikâyeleri bir bir anlat deseniz elim ayağım birbirine karışır, ne söyleyeceğimi bilemezdim. Bir an duraklar, sonra sizi Nedim Atilla’nın ellerine teslim ederdim galiba. İzmir’le benim çöpümü çatan, kentin sevdalısı Nedim Atilla olmasaydı eğer, ben Agora’ya gidip Marcus Aerilius'un eşi Küçük Faustina’yla tanışabilir miydim? Faustina’nın anaç bakışları altında Kemeraltı’nın üçyüzü aşkın kuş evinden birine ‘işte bu benim’ diyebilir miydim? Rıza Aksüt’ün kızıyla tanışıp manda sütünden yapılmış lezzetli kaymağın altında insanda gözlerini yere indirip suçlu bir ses tonuyla ‘bir porsiyon daha’ deme isteği uyandıran Sütlü Börek’i yedikten sonra Balıkesirli ataların dilinde şekillenen “Zemheride kaymak isteyen, cebinde manda taşır,” sözüyle gülümseyebilir miydim? (Bu yazı bir İzmir gezisi sonrası Radikal'de yayımlanmıştı. Tabii bu kadarcık değildi. Tamamı için burayı tıklayabilirsiniz.)

20 Ocak 2008

Çiçek yerine bunları armağan etsem?

Aşağıdaki pide yazısına yazılan yorumları gördünüz mü?
Ağzım bir karış açık, bir yandan suları akarak okudum.
Kızlar, hepiniz çok yaratıcısınız. Neler de buldunuz
o güzelim pidelerin içine koymalık. Ama en çok peynirin
sözü geçti. Eh doğal. Peynir ekmek, hazır yemek
dememiş mi atalarımız?
*
Bu sefer de çiçek yerine size, hepinize armağan etmek
istediğim yılın ilk enginarlarını sunuyorum. Hep pide
yiyecek değiliz ya, biraz da hafifleyelim, bahara doğru
koşmanın keyfini yaşayalım. Bu güzelim enginarlar
Selçuk Pazarı'nda alıcılarını bekliyor. Birileri bizi alsın,
sonra da güzel güzel yemekler yapsın diyorlar. İnsan
pişirmeye bile kıyamaz ki onları. Hadi diyelim kıydınız,
seçenek çok. İlle de karbonhidrat isterseniz makarnaya
sos olabilir elbet ama ben bu enginarları en dış kabuklarını
kesip öyle pişirirdim eskiden, Bodrum'da yaşarken.
Tabii yaprakların üstleri de kesilecek, ortadan kesilip
tüyleri de ayıklanacak... Enginarlar ilk çıktığında
pahalı olur ya, onun için ancak bir iki tane alır, miktarı
çoğaltmak için pişirirken içine bir iki de patates doğrardım.
Ah o günler.

18 Ocak 2008

Siz olsaydınız neyle yerdiniz?





Taze taze.
Fırından yeni çıktı.
Yumuşacık.
Mis gibi kokuyor.
İnsanın ağzını sulandırıyor.
Düşünüyorum da, bu pideleri
pek çok şeyle yiyebilir insan.
Bir sorayım dedim, siz nasıl yerdiniz?
(Kimin aklına gelirdi ki bunca seçenek? Muhteşem hepsi de. Nasıl iştah açıyor değil mi bir fotoğraf? Ve bizi nerelere götürüyor. Hepinize teşekkürler, o güzel fikirler, güzel sözler için.)

16 Ocak 2008

Bazen tutmuyor işte...

Size de olur mu?
Bazen bir şeyi kafanızda kurarsınız. Bir tarifi mesela.
Hayal ettiğiniz şey çok güzel olacaktır. Sonucun harika
olacağına inanırsınız. Malzemeleri muhteşemdir, baz aldığınız
tarif muhteşemdir ama sonuçta olmaz. Yani olur da hayal
ettiğiniz gibi değildir.
Hikayemiz şöyle başladı: Hani Işıl'ın bir korova kurabiyesi
vardı? Belki siz de yapmışsınızdır. Mine'ciğim onu nutella
ilavesiyle yapmıştı. Benim de evde misafirlerden kalma bir
kutu nutellam vardı ve onunla denemiştim. Gerçekten çok lezzetliydi
ya yağı çok gelmişti (125 gr tereyağı). Sonra geçen gün
fırında kestane pişirmiş, bir kısmını kurabiyeyi kestaneli
denemek için ayırmıştım. Kestane, tarçın ve vanilya ekstresi
ile deneyecektim. Daha az yağlı yapsam dedim ama yok, toplanmadı
hamur. Ekledim gerektiği kadar. Tamam, gayet güzel. Hamuru
hazırladım, tarifteki gibi yaptım, fırınladım. Ama ben çikolata
koymadım, dedim ya, kestaneli yapacaktım. O güzelim kestaneler
(ki ufak ufak doğramıştım) pişince sertleşti, kıtır kıtır oldu.
Önceki kurabiyenin dokusunu da yakalayamadım. Demek ki dedim,
her zaman kafana göre değiştiremezsin tarifleri. Yenmez bir şey
çıkmadı ortaya ama ne bileyim, hayal kırıklığı işte...

13 Ocak 2008

Doğanın güzellerinden biri daha

Görünen o ki, bir kaç gün kendi bilgisayarımdan internete bağlanma şansım olmayacak. Yorumların yayınlanmasında yahut yanıtlanmasında gecikmeler olacaktır. Affedin lütfen.
*
Yemek ve Kültür dergisinin 11. sayısı çıkmış. Ne mutlu ki şu an yanıbaşımda. Bu sayıda bir sürprizi var dergi ekibinin. Siz de benim gibi dergiyi yaşadığınız kentte bulmakta zorlanıyorsanız (bu yüzden derginin -sitesini tıkladığınızda içeriğine ulaşabileceğiniz- 10. sayısını edinememiştim) yakında derginin web sitesinden sipariş etmenin mümkün olacağını ileteyim. 11. sayıdan bir kaç başlık: Buket Uzuner'den 'Mutfağın Cinsiyeti', Nemika Tuğcu'dan 'Mantının Piri: Hörmet Hanım', Çiğdem Kara'dan (bir kısmınız onu Eskişehir mutfağının kapsamlı bir şekilde anlatıldığı 'Bir Ağız Ekmek' adlı kitaptan tanıyor olmalısınız) 'Alime'nin Düğünü ve Düğün Yemekleri', Özge Samancı'dan 'Sultan II. Abdülhamit'in Sofrasındaki Balıklar' ve daha nice lezzetle yoğrulmuş kıymetli yazı, resim, karikatür, şiir...
*
"Türkiye’de pek çok türü olan bu dikene pek çok da ad verilir. Çakır dikeni, çengel otu, kalagan, kanatma, kepre, sakızotu, kenger, kenker, gengel bu adlardan bazıları. Turhan Baytop hocamız kenger için: “Genç sürgünleri pişirilerek yenir ve kökünden sakız elde edilir. Meyveleri kavrulup dövülür ve kenger kahvesi yapılır. Kökleri ve dikeni alınmış sapları Güneydoğu Anadolu’da yapılan bulgur salatasına konur” diye yazmış Türkçe Bitki Adları Sözlüğü’nde" diye yazmışım Bir Ot Masalı'nda. (Bu sefer link Ev Cini'ne.) Tabii İzmirlilerin ona 'şevketi bostan' dediklerini de söylemeli. Antalya'da da öyle diyorlar ve kimileri resimde gördüğünüz gibi süslü püslü satıyor bu güzelim armağanı. Bu fotoğrafı bir kaç hafta önce Çarşamba Pazarı'nda çektim ama şevketi bostan almadım. Fiyatını sordum. Galiba 4 lira dedi (belki de 5 demiştir) satıcı. Haklı da daha ucuza satmamakta. Onu köklemek, ayıklamak pek zordur. Onu çeşitli şekillerde kullandım. Terbiyeli yemeğini yaptım, bakliyatla pişirdim, salatasını yaptım. Hatta Bodrum'da yapılan pek meşhur 'kenker dolması'nı rahmetli İsmail Abinin elinden tattım, Bodrum pazarlarında satıcılardan, alıcılardan tarifler aldım. Peki siz nasıl kullanırsınız onu, nasıl tanırsınız diyecektim. Sever misiniz? Alır pişirir misiniz? Bir de hangi kentlerin pazarlarına geldiğini merak ediyorum. Mesela Samsun'da, Antep'te var mıdır?

10 Ocak 2008

Sıra geldi sevgilimi anlatmaya

Ceren'in elma ağacının öyküsünü okumak ister misiniz? O zaman lütfen burayı tıklayınız. (Yoksa 'buraya tıklayınız' mı demek lazım, bilemedim.)
*
Cümle aleme söylüyorum. Benim bir sevgilim var. Öyle böyle değil. Geçici hiç değil bu sevgi. Yıllar yılı tutkun olduğum sevgilimle, son nefesimi verene kadar birlikte olmak istiyorum. Ama o hep saf kalsın, temiz, duru kalsın istiyorum. Öyle parfümlü olsun ki, koklamaya doyamayayım istiyorum. Bana hep güzel günleri anımsatsın, hep hak etsin sevgimi. Ediyor da zaten. Etmemesine imkan var mı? O sevgilerin en büyüğünü, en güzelini hak ediyor. Onu sevmeyen ölsün demeyeceğim, fazla arabesk olur ama sevmeyenler de tez zamanda sevsin istiyorum. Herkesin evine girsin istiyorum. Ben seviyorum diye sadece benim olmasın. Parfümünü, şifasını, nefasetini her eve taşısın. Onunla güzelim yemekler yapsınlar, keklere, çorbalara, poğaçalara koysunlar, salataların üzerine gezdirsinler, tabağa koyup sofraya getirsinler istiyorum.

Yıldız gibi açar kapar yürek
Esmer ekmek gibi insanlarımız
Ve yaşamaların en gücü
Homeros yabani zeytin yerdi
Güneşli ülkemizin gölgesi zeytin
Ulu bir ağaç duyar gıcım gıcım
Dönüp dolanan umudumuzu.

Bu dizeler Melih Cevdet Anday'dan. Bir Ot Masalı'nın son sayfalarında yer alıyor. Bir masal da böylece bitiyor. Masal bitse de aşkımız daim olacak, buna hiç şüphem yok. Peki ben bu aşkı niye anlattım? Geçenlerde Laleli'nin yeni hasat, filtre edilmemiş parfümünden -ben öyle diyorum bu yağa- bir şişe geçti elime de ondan. Aşkım depreşti, yazdım. (Bu sefer de Öncel Öziçer anlatıyor, yukarıdaki linkte.)

08 Ocak 2008

İhanetin resmi

İhanetin resmi diye bangır bangır bağıran bir başlık atınca, elimde olmadan kendimi paparazzi gibi hissettim. Bir artiz eşinden başkasıyla görülmüş, ben de bunu dünya aleme ilan etmişim gibi. Hani alışıldık görüntülerdir ya bunlar memleketimizde...

Bizim ihanetimiz çok daha masum. Yani incir cevize ihanet ediyor, akrabası bademle (botanik akrabası olmasa da 'çerez' sınıfından yahut 'yağlı yemiş' sınıfından akrabası) oynaşıyor. Yanlarına bir de susamı alıyorlar, aleme çıkıyorlar. Vur patlasın, çal oynasın.

Neden mi yazıyorum bu satırları? Sibel'ciğim ve Işıl'cığım demişler ki incir böyle de güzel olur. Bilmem mi, harika olur hem de. Fotoğraf da ispatı. Bu görüntü aklıma hep Bodrum günlerimi getirir. Ne güzel günlerdi onlar. Tak Koluna Sepeti adlı kitabımı okuyanlar, huzur var bu kitapta derler. (Üst satırdaki linki bir tıklayın, sürpriz var!) Gerçekten de öyledir. Çok keyifle yaşanmış bir yılın kitabıdır o. Neyse, diyeceğim o ki, bu susamlı incirler o kitapta da vardır. Vardır, çünkü benim tatlı mı tatlı Elif Anam (hala pazara geliyordur umarım) her hafta pazara getirip satardı, ben de her hafta dayanamaz alır, birilerine armağan ederdim. Bu tarifi Mine'ciğim de uygulamış, sitesine koymuştu bir zamanlar. Fotoğraftaki de benim yaptığım hali. Yeşil incirle karası karışık yapmıştım, ortaya bu resim çıkmıştı.

05 Ocak 2008

İki sevgili

İki sevgili.
Nasıl da aşıklar
birbirlerine.
Gözlerinden
okunuyor aşkları.
Tenlerine işlemiş,
sevgi.
Bir araya geldiklerinde,
bütünleşiveriyorlar.
Onları ayrı düşünmek
bile garip.
Düşünemiyor ki insan.
Etle kemik gibi,
kanla damar gibi,
Leyla'yla Mecnun gibiler.
Birbirlerini tamamlıyorlar.
Bir elmanın,
iki yarısı.
Kumrular.
Gül ve dikeni.
İncirle cevizden bahsediyorum.
Onlarınki tam aşk.
Benimki de öyle.
Yani onlara duyduğum.
Bugünlerde canım ne zaman
tatlı istese,
onlar yetişiyor imdadıma.