29 Ekim 2010
Sevgili Binnur'un imza günü
Blog komşumuz Binnur Akhun Önen'i Taze Ekmekler Sıcak Öyküler adlı kitabı ve harika ekmek tarifleri paylaştığı sitesiyle tanıyoruz. Dün bir haber aldım. Binnur'un ikinci kitabı piyasaya çıkmış ve yarın da TÜYAP Kitap Fuarı'nda imza günü varmış. Bu bilgiyi sizinle paylaşmak istedim. Kitap henüz elime geçmedi ancak okumak için sabırsızlıkla bekliyorum. Kitabın adı İtalyan Aşkı. Kitap, 1800'lerde İzmir'e gelen bir Levanten aile ve ailenin mutfağı hakkında. Binnur kitabı ailenin gelini Zeynep Braggiotti ile birlikte hazırlamış. Yemek tarifleri Zeynep'ten, İtalyan ekmekleri ise Binnur'dan. İmza günü 30 Ekim 2010 günü saat 14:00'te, İnkılap Yayınevi standında. Bol şans sevgili Binnur ve Zeynep!
27 Ekim 2010
Ispanaklı yumurta nasıl hayat kurtardı?
Yani tabii ıspanaklı yumurtanın hayat kurtardığı doğru değil. Belki açlıktan ölmek üzere olan birini doyurmuştur, aşeren bir hamileyi (ve eşini) rahatlatmıştır, belki küsleri barıştırmış, belki kavgalara neden olmuştur. Bunların hepsi olabilir elbet ya ıspanaklı yumurta hayat kurtaramaz. Belki de kurtarır. Ben nereden bileceğim ki. Bu akşam yemeğim ıspanaklı yumurta. Çok meraklı olduğum veya çok özlediğim bir yiyecek değildir. Şimdi burada tarifini de verecek değilim. Israr etseniz diyebilirim ki az zeytinyağında soğan ve sarımsak kavurup üzerine iyice yıkayıp doğradığım ıspanakları ekledim, ıspanağa yakıştığını bildiğimden tuz ve karabibere ilaveten biraz da muskat (küçük hindistan cevizi) rendeledim. Gizlisi saklısı yok. Basit bir tarif. Hayatımı nasıl kurtardığına gelince, şöyle anlatayım. Bir diyet dönemi daha. Etyemez olunca demir alımı sınırlı oluyor. Et yemediğim için günde bir kilo mercimek yiyecek halim yok değil mi? (Abartıyorum, bir su bardağı pişmiş mercimek günlük demir ihtiyacının %37'sini karşılıyor.) Ayrıca malum, bitkisel demir kaynaklarının emilimi (yani bitkilerdeki demirin emilimi) hayvansal gıdalardakine göre daha sınırlı. Yediğimi içtiğimi kaydettiğimde ne yapıp etsem günlük demir ihtiyacımı karşılayamadığımı fark ediyorum kaç gündür. (Bir kaynağa göre 19-51 yaş arası erkeklerin günlük demir ihtiyacı 8 mg. Kadınlar bu dönemde adet gördükleri ve adet döneminde kan kaybettikleri için günde 18 mg kadar demir almaları öneriliyor. Menopoz sonrasında kadınların da günlük demir ihtiyacı yaşdaşları erkeklerle aynı düzeye iniyor. Hamile kadınların ise günde 27 mg demir alması gerekli.) Uzun sözün kısası, ben de çareyi ıspanaklı yumurta yemekte buldum. Oh, sonunda bir günde 18 mg demir almış oldum. Ben memnun, bedenim memnun. Bu işe kafayı takmış olduğum için de bir anlamda hayatımı kurtarmış oldu şu basit ıspanaklı yumurta. (Not: Belki bana has bir şey, belki de değil. Öğleden sonra kavurduğum ıspanakların yarısını yarın yemek için kaldırdım. Diğer yarısını aynı tencerede ısıttım, şöyle bir çevirip üzerini düzledim, pizza hamuruna benzedi. Tek yumurtamı çırpıp kenarlarını hafifçe yükselttiğim ıspanak pizzasının üzerine yaydım, kapağını kapattım. Hoş bir şey oldu. İncecik kızarmış ekmek dilimlerinin üzerine yerleştirdim mi. Of of of. Söylemeden edemeyeceğim, bu kadar muhteşem bir akşam yemeğinin toplam kalorisi 270!)
23 Ekim 2010
Kendi kendine kitap bastırmak ve kabak
Ev hala tam anlamıyla temizlenmiş değil. Yorgunluktan, tembellikten, üşengeçlikten... Hepsinden biraz var nedenler listesinde. En azından balkonlar yıkandı (artık balkonda kahvaltı yapabilirim), mutfaktan çıkılan balkonun tüm camları silindi, koliler boşaltıldı, bir kaç posta çamaşır yıkandı, güneşte kurutuldu, mutfak yaşanılır hale girdi, hatta mutfakta kış hazırlıkları bile başladı (ikinci etap). Bir miktar zeytin çizilip suya basıldı (devamı gelecek), kırmızı biberler fırında, patlıcanlar ocakta közlendi. Buluşup aşk meşk yapacaklar bugün. Yoğurdum mayalandı, afiyetle yiyorum, pek özlemişim. Bugün ekmeğimi de yoğurdum mu bana karada ölüm yok. Döndüm ya artık, sevdiğim blog komşularımı ziyarete de başladım. Benden ses çıkmıyor diye onlar da beni unutmuşlar. Gözden ırak olunca... Bir kaç tane de yabancı siteye bakayım derken Heidi'nin 101 Cookbooks'una uğradım. Orada bu muhteşem top kekle karşılaştım: Peynirli ve Balkabaklı Topkek. Bu yazıda Avustralya'dan üç hanımın hazırladığı mini vejetaryen yemek kitabından bahsediyordu Heidi. Martha Goes Green adlı kitap dönüşümlü kağıda, bitkisel mürekkeple basılmış, spiral ciltli olarak satışa sunulmuştu. Bu hazırlık için yayınevlerinin kapısını süründürmemişti Rosie, Ruth ve Jessica. Bunu görmek hoşuma gitti. Önce dostlarına armağan etmek için yirmi adet bastırmışlar, ardından bu sayı beşyüze, sonra binikiyüze çıkmış. Şu yazı yayınlandığında iki bin adet kitap satışı gerçekleşmiş. Benzer projeler neden bizde de başarılı olmasın ki diye düşündüm. Hoş yayınevlerinin bile bin, hadi bilemedin iki bin bastığı kitapları insan kendi imkanlarıyla kaç adet bastırır, kaçı satılabilir, herhangi bir kitabevi aracılığıyla satıyorsan paranı ne zaman alabilirsin... Bütün bunlar ve daha fazlasını sorun olarak görebilir insan ancak bardağın yarısını dolu görmek de mümkün tabii. Sizi bu güzel proje ve ağız sulandıran tarifle başbaşa bırakmadan önce sevgili blog dostlarımın başlattığı, benim de bir ucundan tutmaya çalıştığım, hızla ilerleyen, harika bilgilerin paylaşıldığı Doğayı Keşfederken projesini hatırlatmak istedim. Çok yakında Beste güzel bir kabakgiller yazısı yayınlayacak ve bu fotoğrafta gördüğünüz "Türk Türbanı" adıyla bilinen kabaktan da bahsedecek, değil mi Beste?
20 Ekim 2010
Siyah pirinç ve turpotu
Aylarca kapalı bir eve geldiğinizde ilk işiniz ne olur? İşe nereden başlarsınız? Her tarafta toz vardır, balkonlar çamur içindedir, çamaşır birikmiştir... Ancak hava yağmurludur. Gök delinmişcesine yağarken yağmur, balkon yıkamayı da, çamaşır asmayı da, pazara gitmeyi de düşünemezsiniz. Ben işe ilk mutfaktan başlarım hep. İlk hayata döndürülecek yer orasıdır çünkü. Mutfak işlemeye başladı mı gerisi gelir. Bugün de öyle oldu. Yağmur dinince pazara gittim. Gürcan'cığım turpotu getirmiş, "bu mevsim ilk defa kestim abla," dedi. Sütümü de aldım ondan, yoğurt için kaynattım hemen. Sonra Tayland'dan gelen siyah pirinçlerimden haşladım bir tencerede. Turpotlarını yıkadım, doğradım, haşlayıp sosladım. Sarımsak almayı unutmuşum. Hemen tak tak, komşu komşu huuu, fazla sarımsağınız var mı? Otlar soslandı, bolca sarımsaklanıp yerleşti kaseye. Biraz siyah pirinç, biraz turpotu. Hepsini harmanladım mı öğle yemeğim hazır. Bu tabağı hazırlarken eski günlere gitti zihnim. Bodrum Buğday Restoran'da gönüllü çalışırken pazardan ot alıp haşladığımızda o gün mutlaka, ama mutlaka tam pirinçle ot salatası yediğimi anımsadım ve özledim o günleri. (Bu fotoğraf tam olarak yediğim şey değil, farkındayım ancak şu anda fotoğraf çekecek halde olmadığım için en yakın görüntü olarak kaydetmeyi uygun gördüm, affınıza sığınarak.)
14 Ekim 2010
Seramik
Seramikleri sevdiğimi hiç söylemiş miydim? Sanırım söylemedim. Evet seramikleri seviyorum. Her türlüsünü ama seramik karolara karşı ayrı bir sevgim var. Onları neden sevdiğimi bilmiyorum. Belki toprağın en güzel formu olduklarından. Hem doğayı hem de insan emeğini sembolize ettiklerinden belki de. Çeşitli Avrupa ülkelerinde harika seramiklere rastlamak mümkün. Örneğin resimde gördükleriniz İtalya'dan. İspanya'dakileri hatırlıyorum, gülümseyerek. Hele de Granada'dakileri. Ve tabii Portekiz'dekileri. Portekizliler için seramik karoların önemi bambaşka. Beşyüz yılı aşkın bir tarihi var duvar karolarının. Hele de mavilerin. Eğer siz de seviyorsanız bu karoları, mutlaka ziyaret etmeniz gereken bir müze var: Museu Nacional do Azulejo. Ve tabii bizim seramiklerimiz. Kütahya, Çanakkale, İznik... Bu fotoğrafı bir seramik dükkanının girişinde çekmiştim. İçeride güzel bir genç kadın eğilmiş, dikkatle boyuyordu elindeki karoyu. Arkasında muhteşem bir deniz manzarası. Duvarlarda limonlu, narlı, zeytin ağaçlı, balıklı, doğa manzaralı karolar. Seçmek öyle zor ki. Almadan durabilmek de öyle. İnsan hepsini istiyor çünkü, sahip olamayacağını bile bile.
09 Ekim 2010
Mantar parfümü ya da parfümlü mantarlar
Siz hiç bir mantarın kokusunu parfüm yerine sürünmek istediniz mi? Kararmaya yüz tutmuş bir havada, ormanda, ağaçların altında, dökülen yaprakların arasında biten mantarlardan bahsediyorum, yağmurlu bir günün sonunda. Geçen hafta bolca topladığımız, sonra da güzelce temizleyip kavurduğumuz mantarların kokusundan. Topladıklarımız fotoğraftakilerden değil. Bunlar bolet. Bizim topladıklarımız ise Latince'de "Clitocybe nebularis" olarak anılıyor. Türkçe adı? Bilmiyorum. Üst kısmı gri, hafif dışbükey, sapları bembeyaz ve ince, alt tarafı taraklı. Zengile dostumun armağan ettiği mantarları andırıyor kokusu. Aynı mantarlardan mıydı bilmiyorum ki. Çok güzel kokar demişti. Gerçekten öyleydiler. Topladığımız mantarlar da öyleydi. Parfümlü mantar olur mu? Oluyor işte. Üstelik öyle bambaşka kokuyorlar ki yeni koparıldıklarında, ormanda olduğunuza bin kere şükrediyorsunuz. O mantarları bulduğunuza (tabii onları tanıyan bir dostunuz olduğuna da), toplayıp kapşonlarınıza doldurup eve getirdiğinize, toplamanızın üzerinden henüz onbeş dakika geçmişken o muhteşem parfümü içinize çeke çeke her birini nadide bir antika esere dokunuyormuşcasına tutarak temizlediğinize ve dostunuzun maharetli ellerinde leziz bir kavurmaya dönüşmelerine ve o güzelim mantarları tattığınıza şükrediyorsunuz. Yanına bir güzel patates püresi, koca bir kase salata ve güzel şaraplar. Ve tabii dostlar ve şöminede yanan ateş ve gökte yanıp sönen binlerce yıldız... (Fotoğrafa gelince, anlattığım mantarların resimlerini çektim elbet ya ışık yetersiz olduğundan pek de hoş çıkmadılar. Bu fotoğrafı da aynı günlerde çekmiştim, onun yerine bunu koydum, internetten bir fotoğraf bulup koymak yerine. Ancak siz yukarıdaki linki tıklarsanız bahsettiğim mantarların neye benzediğini göreceksiniz.)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)