30 Mayıs 2011

Sade

Saat 8:28. Sessiz bir pazartesi sabahı. Haftanın ilk günü. Çoğu kişiye göre tabii. Benim için günlerin, gecelerin pek önemi yok. Günlerden ne olursa olsun çalışmak zorundayım. Tatil günü-
iş günü diye bir ayrım yok hayatımda. Kuşlar cıvıldıyor. Arada insan sesleri duyuyorum. Bazen sokaktan bir araba geçiyor. Bir de simitçi. "Simitçeeee... Taze simiit vaaaar" diye bağırıyor. Bu hangisi acaba? Her üstü sende kalsın deyişimde abla helal et diyen utangaç gülümseyişli çocuk mu? Annem uyuyor. Ben her sabah 7:26'da açıyorum gözlerimi bugünlerde. Neden bilmem. İki gündür uyandığımda saatin 7:26 olduğunu bildiğim için dönüyorum öte tarafa. Her gün aynı saatte uyanma fikrinden hoşlanmıyorum galiba. Biraz oyalanıyorum. Düşünceler akıp gidiyor zihnimden. Aynı zaman gibi. Hızla. Birazdan kahvaltı hazırlayacağım. Sonra işe dönme zamanı. Yazılacak yazılar var. Bugünlerde hep sade yiyecekler hazırlıyorum. Hazırlaması mı yoksa düşünmesi mi zaman almasın, uğraştırmasın diye henüz karar veremedim. Fotoğrafta gördüğünüz gibi şeyler yiyorum. Haşlanmış tam buğday ve taze kelle soğanla (bu mevsim soğanı çok seviyorum, sulu olduğu için ateşe koyunca hemencecik eriyiveriyor) pişirilmiş bezelye. İkisini karıştırıp koca kaseme koyuyor, kaşıklıyorum. Ya da quinoa ve iç bakla. Veya haşlanmış enginarlı salata. Yahut birlikte pişirilmiş, neredeyse yağsız esmer makarna ve brokoli. Öyle bir zaman işte. Hızla akıp giden hayatımızda, belki sonradan anımsayamayacağımız -bir anlamda sıradan- zaman dilimlerinden sadece biri.

29 Mayıs 2011

Hala bekletiliyorlar, Ankara girişinde

Ne zormuş Ankara'ya girmek!
Onlar hala Ankara'nın çeperlerinde bekliyorlar.
Bekletiliyorlar diyelim.
Çünkü politikacılarımız da, polisimiz de, başımızda her kim varsa,
ödleri kopuyor o bir avuç insandan. İzin vermiyorlar!
O bir avuç insan ise Anadolu'yu vermeyeceğiz diyor ve talanı durdurana kadar
burada bekleyeceğiz. 4-5 Haziran günlerinde etkinlik var,
herkesi bekliyorlar:
http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&Date=&ArticleID=1050963&CategoryID=85

25 Mayıs 2011

İçime sinmedi

Pazardaki tazecik, körpecik fasulyelerden, salatalıklardan, kabaklardan bahsedecektim. Yılın ilk tarla ürünleriydi onlar. Yumuşacıklardı, su gibilerdi. Hemencecik pişiveriyorlardı. Ama içime sinmedi. Onlar, Anadolu'nun güzel yürekli insanları aç bilaç bekletilirken yollarda, kendilerine gönderilen tuvaletleri bile kullanamazken, yüzlerce polisin ablukası altındayken. Neden korkuyorlar bir anlasam. Herkesin her yere gidebildiği bir zamanda, Anadolu'yu vermeyeceğiz diyen bir avuç halis insanın uyuyan bir milleti uyandırmasından korkuyorlar sanki. Bugün içime sinmedi fasulyelerden, dalında büyüyen bir tanecik biberimden bahsetmek. İnsanlar biber gazıyla tehdit edilirken benim biberin lafı mı olur.

23 Mayıs 2011

Son günlerin en muhteşem keşfi

Bir kaç ay önce Meltem, "muz dondurması yapıyor musun?" diye sormuştu. Yooo demiştim, nasıl oluyor ki? Anlatmıştı. Denemeli demiş ama araya giren seyahatlerle unutmuştum. Geçen hafta yeşilken aldığım muzların sona kalanları iyice olgunlaşıp yumuşayınca -yani cazibelerini yitirmişken- hatırladım Meltem'in söylediğini. Dur bakayım bir araştırayım internette deyince karşıma şu tarif çıktı. Hmmm dedim, galiba Meltem'in anlattığı da böyle bir şeydi. Üç taneydi muzum (yerli muz tabii, ithal muzlardan hiç almam), soydum kabuklarını, irice dilimleyip bir tabağa yerleştirdim, buzluğa attım. 1-2 saat tutun diyordu, ben de o civarda tuttum (sanırım, çünkü saate bakmadım). Çıkardığım muzları mutfak robotuna koydum, çalıştırdım. Bir kaç kere kapağını açıp kaşıkla iteledim iri parçaları. Aaa gerçekten krema gibi oldu. Geriye o muhteşem yaratığı tabaklara pay edip üzerine birazcık çikolata parçası koymak kaldı, o da renk versin diye. İşte böyle. Yani bu kadarcık. Annemle afiyetle yedik. Bugün yine muz alıp yapmayı düşünüyorum. Yakında yerli muz biter, bitmeden tadını çıkarmalı bu yeni keşfin. (Sağolasın Meltem'ciğim!)

20 Mayıs 2011

Dut mevsimi açılmıştır

Öncelikle bu fotoğrafta konu mankenliği yapan sevgili arkadaşım Füsun'a teşekkürler. Ne yazık ki bu dutlar bu mevsime ait değil. Kendileri 2009 yılında, sevgili Füsun ve Erhan'la birlikte -her zamanki gibi çok güzeldi onlarla vakit geçirmek, dünyada en sevdiğim insanların başında gelen bir özel çift Füsun ve Erhan-yaptığımız kısa Bozcaada seferinde çekilmişti, Ümitlerin bahçesinde. Bağhane'nin bahçesinde bir azman dut ağacı var ki sormayın gitsin. İnsan kendini alamıyor o dutlardan. Sabah kalkıp ağacın dibine gidiyor, doyana kadar dut yiyorsunuz. Tabii eller kapkara oluyor ya çaresi dutun yaprağında. Bir yaprak koparıp ovaladınız mı elleriniz pırıl pırıl.
Önceki yazıda da söylediğim gibi, Antalya'da dut mevsimi açıldı. Pazarlarda bol dut var. Ağaçların dalları sarkmış dutlardan. Pazardan alıyorum almasına ya, dut beklemeye gelecek meyve değil. Ağacından yediniz mi var tadı, yoksa aynı lezzeti bulmak zor. Birden şu düşünce belirdi zihnimde: Çocukluğumuzdaki lezzeti bulabileceğimiz nadir meyvelerden dut. Her meyvenin tadı bozulurken dut nasıl güzel kalabildi diye düşünmeden edemedim.
(İki haber: Bugün -cuma- Radikal kitap ekinde Artun Ünsal'ın son kitabını tanıttığım yazı var. Hürriyet Cuma ekinde de "en iyi on" listesine ufak bir katkıda bulundum. Aslında böyle listeler yapmak ne kadar doğru bilmiyorum. Hayır diyemedim...)

18 Mayıs 2011

Özleyen var mı pazar yazılarını?

Sizi bilmem ama ben özledim. Bu bahar pazarlarıma hasret kaldım. Son dört ayın ikisi başka yerlerde geçince pazarlarımın mevsim geçişlerini kaçırdım. Antalya'da olduğum zamanlarda bu açığı kapatmaya çalıştım, kimi zaman haftada üç gün pazara giderek. Zorunluluktan değil, şifa kaynağım olduğu için gidiyorum pazara. Pazarda dolaşırken ne dert kalıyor ne tasa. Pazarcı dostlarımla üç beş sohbet ediyor, elliyor, kokluyor, bazen tadıyor, pazar çantamı güzelliklerle doldurup dönüyorum. İlk günler zavallı buzdolabımız oflayıp pufluyor tabii. Kışın balkonumuz imdada yetişiyordu. Şimdi havalar ısındı, artık herşeyi dolapta tutmak gerekiyor. Bu fotoğraf bu haftadan değil. Bu seneden de değil. Güzeller güzeli teyzemin önündeki kasada kızılcık var dikkat ederseniz. Kaç sene önce bir sonbahar günü Burhaniye pazarında çekmiştim. Antalya pazarlarından da pek çok fotoğraf var kullanabileceğim ya gerilere doğru giderken rastlaştık teyzemle, hasret giderdik, haydi dedim, mevsimi değil ama...
Bugün pazar günümdü. Sütçüm Gülcehan evlenmiş. Artık kardeşi satış yapıyor. Sütü aldım getirdim de yoğurdumu mayaladım, peynirimi yaptım bile. Enginarlar haşlandı, soslandı, dutlar, çilekler yendi. Geçen hafta hacı (adı Mehmet ama herkes ona hacı diyor) "aba haftaya kabak alma, tarla kabağı getiriyorum" dedi. Aman dedim getir. Başka var mı çıkan? Belki fasulye çıkar dedi. Ondan da getir dedim, yarım kilo da olsa getir, ben alırım. Hasret kaldımdı yaz sebzelerine. Birer birer çıkmaya başladılar Antalya'da. Baktım getirmiş, hemen körpeciklerini seçtim kabağın (şimdi taze kelle soğanla pişiyor yarısı), fasulyelerimi de tarttırdım. Keyfim yerine geldi birazcık.

16 Mayıs 2011

Dondurmaya methiye

Bugün yazı yazmayacaktım. Yok aslında yazmayı düşünüyordum ama ertelemiştim, Artun hocanın yeni kitabı için tanıtım yazısına ayrılacaktı bugün. Bir de twitter'ı biraz daha mı tanısam, iyi mi ettim, çok mu zamanımı alacak, gerek var mıydı düşünceleriyle oyalanacaktım. Anneme Maya'nın son resimlerini gösterirken (artık 5 yaşında kocaman bir kız Maya, dünyanın en muhteşem yaratığı bize göre, ah özlemimiz çok büyük!) birdenbire karşıma çıktı. Ah dedim ah ah ne güzeldi. Gözlerimi kapattım, o ana döndüm şimdi olsa yeniden dedim, biraz daha yesem. Sonra kızdım kendime neden daha önce tatmadım ki dedim. Öyle geller ve gitler yaşadım işte. Bir şeye benzemiyor aslında değil mi? Oysa çok şey. Beyaz olan zencefilli, gri olan siyah susamlı. Bir dondurma bu kadar mı muhteşem olur? Ününü hak ediyormuş Il laboratorio del gelato. Fazlasıyla. Sonra bir de fesleğen ve limonlu sorbelerini tattım. O da güzel ya benim aklım siyah susamlıda kaldı. Şimdi ışınlansam ve bir kez daha yesem istiyorum. Ya da evde benzerini yapmaya çalışsam. Siyah susamım yok. Belki zencefillisini deneyebilirim. Zihnimde fikirler dansetmeye başladı. Ne güzel bir süreç... Sizin en favori dondurmanız hangisi? Ve nerede?

15 Mayıs 2011

Artık ben de twitter'dayım!

Bazen çok yenilikçi, bazen de sabit fikirli oluyorum. Burcumun özelliği mi bu yapı? Belki. Aman ne gerek var derken birden -nasıl oldu sormayın, ben de bilmiyorum- bir Twitter hesabı açtım. Tijen İnaltong olarak twitter'da olacağım. Önümüzdeki haftalarda enteresan şeyler olmaya başlayacak ve onları izleyenlere aktarmaya başlayacağım. Şimdilerde ise yine hafifleme sevdasındayım. Belli mi olur günlük hafif tarifler bile gelebilir kısa kısa. Takip etmek isterseniz yan taraftaki twitter kutucuğunu tıklayarak ulaşabilirsiniz. İlk takipçim kim mi? Taaa Ontario'dan bir dişi kamyon şöförü! Dünya çok mu küçüldü yoksa bana mı öyle geliyor? Ve evet soruyorum:
Siz Twitter hakkında ne düşünüyorsunuz?
Üye oldu iseniz nasıl kullanıyorsunuz?
Ne tarz mesajları okumayı seviyorsunuz?
Çok zamanınızı alıyor mu? (Ya da şöyle sorayım, ne kadar zaman ayırıyorsunuz?)
Vakit ayırıp yanıtlayan tüm dostlara teşekkürler.
*
(Twitter'a üye oldum olmasına, profilimi de düzenledim ya şimdi yeniden giremiyorum. Hani blogspot'ta olduğu gibi genel bir sorun mu var yoksa sorun benden mi kaynaklanıyor anlamaya çalışıyorum. Teknoloji de başa bela galiba!)

12 Mayıs 2011

Börtü Böcek için Doğa Dostu Öneriler ve Ev Yapımı İlaçlar

Size çok kıymetli bir kitaptan bahsetmek için bir kez daha dünya mutfakları dizisine ara veriyorum. Dün elime geçen, yanda fotoğrafını gördüğünüz, kitap evinde veya bahçesindeki (küçücük bir bahçeniz dahi olsa, sadece üç beş gülünüz veya bir kaç kök domatesiniz, biberiniz olsa dahi) börtü böcekten doğal yollarla kurtulmak isteyenler için. Siz de benim gibi hem kendi sağlığımıza hem çevre sağlığına zarar veren kimyasallardan uzak durmak istiyorsanız bu kitap tam size göre. Ben bu yaz hem evde (başta karıncalar için), hem de bahçede (özellikle de ön bahçeye ne eksem/diksem köklerini yiyerek onları öldüren danaburnu için!) yararlanacağım Börtü Böcek için Doğa Dostu Öneriler ve ve Ev Yapımı İlaçlar'dan. Füsun hanım bu kitabı ısrarla yazılı bir kaynak isteyen öğrencilerini ve doğa dostları için yazmış ve kendi imkanlarıyla yayımlamış. Kitabı Pandora'dan sipariş edebilir, sipariş bilgileri için Buğday Derneği'nin web sitesindeki şu yazıda bulunan e-posta adresinden kendisine ulaşabilirsiniz. Ellerinize sağlık Füsun hanım, iyi ki yazmışsınız bu kitabı!

10 Mayıs 2011

Dünya mutfaklarından-Hollanda

Bugün Hollanda'da, daha doğrusu Amsterdam'dayız. Neden Hollanda? Özledim herhalde o güzelim kanallar arasında yürümeyi, bir kafede oturup kahve içmeyi, çarşılarında, pazarlarında dolaşmayı. Hollanda denildiğinde akla ilk gelen yiyecek peynir olsa gerek. Çeşit çeşit peynir: Gouda, Edam, Maasdammer... Hollanda'ya ilk gidişimi anımsıyorum. Bir arkadaşımın misafiri olmuştum. Yıl sanırım 1988. İlk sabahımda beni bir şarküteriye götürmüş ve peynirleri sen seç demişti. Küçük dilimi yutacaktım neredeyse. Öyle çok çeşit arasından nasıl seçecektim ki. Yok dedim, seçemem. Hiç birinin tadını bilmiyorum ki. O seçmişti. Neydi seçtikleri anımsamam imkansız. O ilk seferden sonra çeşitli kereler Hollanda'ya gittim, değişik peynirler tattım, farklı yörelerini gezdim ya o ilk ziyaretimin anıları zihnimden asla silinmedi. Son Amsterdam ziyaretimde ise sevgili Helga'nın misafiri olmuş ve beş gün kalmıştım. İşte fotoğrafta gördüğünüz "broodje haring"i de o gezide tattım. Bu balıklı sandviç kentin pek çok yerinde karşınıza çıkacak olan balık büfelerinde (haringhuis) satılıyor. Hollandalıların en sevdiği "fast-food"lardan biri broodje haring. Hafif sirkeli bir sosta bekletilmiş ringa balığının turşu ve incecik doğranmış soğanla buluşturulmuş hali bu. İsterseniz tek başına, isterseniz sandviç ekmeği arasında alabiliyorsunuz balığınızı. Sonra bir kanalın başına gidiyor, bir banka oturuyor, öyle dalıp gidiyorsunuz etrafınızda akıp giden dünyaya. Ya da o dünyadan uzaklaşıp kendi aleminize dalıyorsunuz. Amsterdam güzel kent. İnsanı kendine nasıl aşık edeceğini biliyor.

06 Mayıs 2011

Dünya mutfaklarından-Vietnam

Baştan söyleyeyim: Ben Vietnam'a gitmedim. Çok istedim, hatta vize için Ankara'daki Vietnam konsolosluğuna dahi gittim ancak vizeyi kısa süreli veriyor olmaları, giriş ve çıkış gününü baştan bildirme gerekliliği, ülkeye uçakla girip uçakla çıkmanı istemeleri gibi o an için zorlayıcı bulduğum nedenlerden almadım. Farklı bir yoldan dönmek istiyordum en azından, Mekong Nehri üzerinden, tekneyle Kamboçya'ya geçecektim, niyetim öyleydi. Günlerim ise hiç kesin değildi. Neyse, uzun lafın kısası, Vietnam'ı görmedim. Henüz. Bir gün göreceğim elbet ya bu o ülkenin lezzetlerinden mahrum kalacağım anlamına gelmez. Resimde gördüğünüz "summer roll" yani yaz sarması. Sebzeli. Daha doğrusu incecik pirinç eriştesi, taze soğan ve yeşillikli. Dışı ıslatılmış pirinç yufkasıyla kaplı. (İsterseniz karidesli veya etlisini de sipariş edebiliyorsunuz.) Yanında üzeri yer fıstıklı, tatlımsı bir sosla geliyor. Doyurucu ve serinletici ancak sosa banmadığınızda dümdüz bir tadı var. Sos birden sınıf atlatıyor o sade sarmaya. New York'ta, Brooklyn'de de bir Uzakdoğu mahallesi vardır. İşte bu restorana (Thanh Da I) da orada gittim. Mahallenin yarısı Latin Amerikalı, iki blok ötede birden Çinli nüfus artıveriyor, Latin Amerika ezgilerini duymaz oluyorsunuz. Çin marketleri, balıkçıları, restoranları, sokak satıcıları... İşte bu Vietnam lokantası da orada ve çok ünlü. Çalışanların tamamı kadın, çoğu yaşlı. Hatta kasadaki kadın İngilizce bilmiyor, ödeyeceğiniz miktarı hesap makinesine yazıp gösteriyor. Ama çok tonton. Gülümseyiveriyorsunuz o öyle yaptığında. İşte ben de o gün, o yiyeceği atıştırırken, bir gün Vietnam'a gitmeyi hayal ettim. Belki bir gün. Neden olmasın?

03 Mayıs 2011

Dünya mutfaklarından-Meksika

Yazıya geçmeden Arman Kırım'ın vefatından dolayı duyduğum üzüntüyü paylaşmak istedim. Çok erken bir ölüm. Çok şaşırtıcı, çok beklenmedik, umulmadık. Böyle durumlarda sözsüz kalıyorum. Ne desem boş. Ailesine sabır dilemekten başka çare var mı ki?
*
Bu fotoğraftakiler "flauta(s)". Bir tür börek. Bizim sigara böreğini andırıyor ancak Meksikalı. "Tortilla" dedikleri, mısır unundan yapılmış, incecik, yuvarlacık, mini kreplerin (veya yufkalar, nasıl anlatmalı ki o güzelim çıtırları?) içine bir harç konarak yuvarlanmış ve kızartılmış hali. Fotoğraftakiler peynirli ancak farklı harçlarla da hazırlanabiliyor. Çok lezzetli, çok çıtır, çok iştah açıcı ve ben yakın zamana kadar kendisiyle nasıl tanışmadım şaşıyorum. (Hele de taco, quesadilla, chimicanga, enchilada ve dahi pek çok nefis Meksika yiyeceğini mutfağımda dahi hazırlamışken.) Hayatım her gün Meksika yemeği yiyerek geçmediyse de bunca yıl içinde epey bilgilendim sayılır. Peki neden daha önce tanışmadım "flauta"larla? Yanında ferahlatan (neden ve nasıl olduğunu bilmiyorum, belki de kişniş yapraklarıdır o hissi veren) ufak bir salata, ayrı bir tabakta siyah fasulye ve pilavla servis ediliyor. Wikipedia'nın "flauta" (daha doğrusu "taquito") açıklaması şurada, fazlasını merak edenler için. Meksika'ya gitmek istiyorum ben. Meksika'nın renklerine bulanmak, festivallerine katılmak, kadınlarla yemek pişirmek, tortilla yufkaları açmak, kakao ezmek, gülmek, eğlenmek, pazara gitmek. İspanyolca bilmeden gerçekleştirmek hem de bunu. Olmaz mı acaba?