06 Aralık 2012
Beyaz hindiba yatağında...
Geçen yazıda size kısaca beyaz hindibadan bahsetmiş, salataya eklediğimi anlatmıştım. Ama bir kaç arkadaşım onu tabak olarak da kullandıklarını söyleyince, peki öyleyse, buyrun size "eh işte birazcık yaratıcı" bir tarif dedim. Yok tabii onlara söylemedim, size söylüyorum. Bir zorluğu yok aslına bakarsanız, dünyanın en kolay atıştırmalıklarından biri bu ama... Ne yaptım? Bir gün önce dikenli kabakları soyup dilimledikten sonra yağlı kağıt üzerinde fırınlamıştım. Nasıl lezzetli, nasıl tatlı olduğunu anlatamam bu dilimlerin. Ne tuz, ne yağ ne başka bir şey. Ben öylece yiyor ve bir türlü doyamıyorum bu dilimlere. Beyaz hindibanın düzgün dış yapraklarını yıkayıp bir tabağa dizdim. Üzerlerine ikişer dilim fırınlanmış dikenli kabak koydum (soyunca dikeni falan kalmıyor tabii). Bir elmayı kabuğuyla dilimleyip kararmasın diye limonlu suya attım, elma dilimlerini ve segmentlerine ayırdığım portakal dilimlerini dikenli kabakların üzerine yerleştirdim. Geçen hafta Nazlı ile parkın kenarında yürürken aa o da ne, yerde ufak pikan cevizleri görüp başımızı kaldırdığımızda nefis bir pikan ağacıyla karşılaşmıştık. Bunca zamandır geçerim yanından, orada bir pikan ağacı olduğunu farketmemişim. Bir avuç pikan cevizi toplamış, eve gelip onları kırmıştım. Hadi süs olsun diye onları da üzerlerine serpiştirince oldu işte. Sonra tabii teker teker yedim. Yalanarak, yutkunarak, sevinçten gülümseyerek...
01 Aralık 2012
Beyaz Hindiba
Beyaz hindiba da nedir dediğinizi duyar gibiyim. Diyor musunuz? Diyorsanız anlatayım:
Beyaz hindiba, tesadüfen Belçika'da keşfedilen bir tür hindiba. Hani şu bildiğimiz ot var ya, hindiba, onun gibi ama değil de. Eskiden hindiba kökleri kahve alternatifi olarak üretilip satılırmış. Kavrulan hindiba kökleri kahveyle karıştırılarak içilirmiş. Sonra bir gün, Belçikalı bir üretici karanlık ve ılık bir depoda unuttuğu hindiba köklerine bakmaya gittiğinde bir de ne görmüş, kökler filizlenmiş. Tadına bakmış. Hmmm... Hiç de fena değilmiş. Sonra bakmışlar ki bu güzel bir salata malzemesi, üretimine başlamışlar. Bugün Belçika, Fransa ile birlikte dünyanın en önemli beyaz hindiba üreticilerinden biri. Bir süredir Türkiye'de de üretiliyor(muş) beyaz hindiba. Sevgili arkadaşım Lalehan yakın bir zamanda bu bilgiyi verince pek sevindim ve hemen tatmak istedim. Nomad Tarım beyaz hindiba üreticisi firma. Sıkı durun, kuşkonmaz da yetiştiriyorlar. Ne kadar sevindiğimi anlatamam. Beyaz hindibaların üç tanesini fırınlayarak tüketmeyi seçtim. Yıkadıktan sonra ortadan ikiye kestim, soya sosu, bal ve zeytinyağından oluşan sosu her birinin üzerine sürüp 200 derecede 15-20 dakika kadar fırınladım. Soya sosunun tuzuyla bal hindibanın hafif acı tadıyla birleşince ortaya pek hoş bir lezzet çıktı. Bugünlerde salatalarıma doğruyorum. (Ortalarda gördüğünüz ince beyaz şeritler beyaz hindiba şeritleri.) Salatanın tadını artırıyor. Yukarıda Nomad Tarım'ın linkini verdim. Girerseniz beyaz hindiba hakkında gerekli tüm bilgileri (nasıl kullanılır, nerelerden bulunur, neye benzer) bulacaksınız. Hadi bir de siz tadın. Daha önce tattıysanız veya beyaz hindibalı tarifleriniz varsa düşüncelerinizi paylaşır mısınız? Afiyet olsun! (Salatadaki mısır çok enteresan, "dondurulmuş ve kurutulmuş mısır". Princeton'da girdiğim çok enteresan bir baharat dükkanından, Savory'den aldım. GDO değildir değil mi bu mısırlar dedim, bilmiyorum dedi mağazadaki görevli. Kararsız kaldıysam da merakıma yenildim, ufak bir paket aldım.)
21 Kasım 2012
Her gün evde kahve keyfi
Geçen bahar bir hastalığa tutulmuştum. Antalya'nın en iyi capuccino'sunu yapan yeri bulmak gibi garip bir hedef edinmiş, fellik fellik capuccino yapan yerleri gezmeye başlamıştım. Eskiden kahveyi sadece yurt dışı seyahatlerinde içen ben (çaycıydım çünkü), birdenbire kahve delisi haline gelmiştim. Ara tara çoğunun öyle pek matah olmadığını görmüştüm. Düşünün yani, o garip renkli kokteyl şuruplarından koyana bile rastladım. Kahvenin asaletine aykırı düşüyordu. Yüzümü buruşturdum. Bulaşık suyu kıvamında kahveler de gördüm tabii. İçemedim. Öyleydi böyleydi derken ben bir kahve fanatiğine dönüştüm. Eskiden de kahve severdim ya bir dönem içtiğim kahveler midemi bulandırınca soğumuştum kendilerinden. Oysa hakkıyla yapılmış (tabii buna kahvenin kalitesi de dahil) bir kahvenin hakikaten kırk yıllık hatırı var. Sonunda -yani Antalya'da iyi capuccino yapan yer bulamadığımdan, bulduğum da pahalı geldiğinden- bu işe el atmaya karar verdim. Normalde iddialı bir insan değilimdir ama kahve konusunda iddialıyım: Antalya'da en iyi capuccino'yu ben yapıyorum. Neden mi, çünkü günde tek bir tane yapıyorum. Yani zoraki değil, bilakis, keyif ve heyecanla yapıyorum. İkincisi, çok kaliteli, kıvamında kavrulmuş kahve kullanıyor, kahveyi de günlük olarak kendim öğütüyorum. Uzmanlar kahvenin taze öğütülmesi gerektiğini söylüyor ki haklılar. Baharat gibi kahve de öğütüldükten sonra hızla yitiriyor aromasını. Ocak üzerinde buharla kahve yapan mekanik aleti kullanıyorum. (Şu fotoğrafta gördüğünüzün biraz daha eskisi. Kahve pişirme aletim Işıl'dan kalma, kullanmama izin verdiğin teşekkür ederim Işıl'cığım!) Pilli süt köpürtücüm var. Sütü önce kaynatıyor, sonra fincanda köpürtüyor, kahveyi de üzerine döküyorum. Bazen bana sürpriz yapıyor kahvenin son damlaları ve ortaya bir kalp çıkıyor. Tamamen tesadüf. Ya da belki değil. Belki bana, "teşekkür ederim, seni seviyorum" diyor kahvem. Asıl ben onu seviyorum. Her gün öğle yemeğinden sonra bir fincan içtiğim kahveyle aramız pek sıkı fıkı da işin kötüsü kendimi çaya ihanet etmiş gibi hissediyorum.
13 Kasım 2012
Eve dönmek ne güzel
Eve dönmek ve... Aaa o da ne çan sesi geliyor. Resmen kilise çanı çalıyor. Neredeyim ben allahaşkına? Pardon, televizyondan geliyormuş. İZ TV dinliyorum da bir yandan! Eve dönmek pek güzel evet. Fakat dönüp de dolabı bomboş bulmak pek o kadar sevindirici değil. İlk sabahki kahvaltımızda sadece annemin Burhaniye'den, benim New York'tan getirdiğim iki peynir, zeytin, tereyağı ve annemin ayva marmelatı var. Pek o kadar da az değilmiş gibi görünüyor bakıldığında ya bizim kahvaltı soframız hep rengarenk olur. Mevsimine göre, domates, salatalık, biber, avokado, siyah ve yeşil zeytin (yeşiller benim yapımım tabii), başta maydanoz olmak üzere yeşillikler, bazen omlet... Ben kahvaltıda tatlı yiyemem. Dolayısıyla marmelat ilgi alanıma girmiyor. Tereyağını da pek tercih etmem. Ekmeğin üzerine sürecek bir şey olmayınca söylene söylene yağ sürdüm. Aslında insanın bu kadarına bile sahip olması şükran duyulacak bir şey. İnsanoğlu işte, bulduğuyla yetinir mi. Meğer sadece kahvaltılık sorunu yokmuş evde. Ne sebze var ne salata malzemesi. E ben ne yiyeceğim? Kaç gündür karbonhidrat ağırlıklı beslenmişim. Midem küsmüş birazcık. Onu şenlendirmek, neşelendirmek lazım. Öyle yorgunum ki, çıkıp alış veriş edecek halim yok. İmdadıma buzdolabında bekleyen baklagiller ve "kuruluklar" yetişti neyse ki. İlkbaharda Gaziantep'ten getirdiğim kabuklu mercimeği çıkardım. Baktım biraz kurutulmuş patlıcan ve sevgili Kevser hanımın (Burhaniye'den komşum, güzel yürekli okurum) armağanı kuru domatesler var. Neyse ki sepette 3 tane kuru soğan varmış. Zeytinyağsız ise çok şükür hiç kalmayız. Hemen bir soğanı doğradım, az zeytinyağı, tuz, sevgili Bilge'nin armağanı "Osmanlı baharatı" (Mısır Çarşısı'nda bulunan Ucuzcular'dan daha önce bahsetmiştim), ufak doğradığım kuru patlıcan ve domatesler de eklenince ortaya pek nefis bir yokluk yemeği çıktı (yokluk muuu? Dalga mı geçiyorsun?) Yanımda yabani pirinç ve esmer basmati pirinci getirmiştim. Onlarla da yağsız bir pilav yaptım (haşladım yani, az tuz ve az zeytinyağı ilavesiyle), eh daha ne olsun? Dün böyle geçti. Bugün ise güzelim pazarıma merhaba dedim. Ve sonbahar bereketine. Pazarlar bir başka yazının konusu olsun. Şimdilik hoşgördüm demekle yetineyim en iyisi.
08 Kasım 2012
Comfort food
Önce yardımınızı istiyorum. "Comfort food"u Türkçe'ye nasıl çevirebilirim? Rahatlatan yiyecek, huzur veren yiyecek? Bilemedim. Şimdi yanımda bir tane lokumcuk Leyla uyurken huzurla, ben ne yesem, ya da yemesem, ne yazsam, ya da yazmasam huzur bulurum elbet. Heyhat, Leylacıkla son 3 günümüz. Mayacıkla da. Sonra evli evine, köylü köyüne. Halanın memleket pazarlarını tavaf etme, zeytin kırma, yoğurt mayalama, peynir yapma, ekmek yoğurma, yine daha küçük porsiyonlarla beslenmeye çalışma, yeni yaratacağı yemekleri yeni mini Japon tabaklarında fotoğraflama, bisikletine binip kenti turlama, arada kahve kaçamakları yapma vakti geldi. Leylacık da büyümeye devam edecek elbet. Bir yeğenlik hasret ikiye katlanarak... Of, hasretlik ne kötü şey! Neyse ne diyordum. Comfort food'dan nereye geldik. Fotoğraf çok güzel değil farkındayım ama hava kararmaktaydı çekerken. Üstelik kar yağıyordu! Bütün akşam yağmaya devam etti. Yılın ilk karı. Bu sene belki görüp göreceğim tek kar? Bense yıllar önce bir meditasyon eğitiminde alıştığım bu nefis şeyi yapmıştım. Anlatayım. On gün süren bir sessiz meditasyon kampına katılmıştım. Şartları zorlayıcı şeyler arasında bir de öğle yemeğinden sonra yemek yenmemesi vardı. Ben ve yemeksizlik. Panik! Oldum tabii. Akşamüzerleri çay veriyorlardı. 5 gibi. Neyse ki yeni öğrenciler çayın yanında bir meyve yiyebiliyor. İsteyene bir patlak pirinç üzerine fıstık ezmesi sürüp veriyorlar. Çayın yanında bal var, meyve olarak muz da. Ben de kendime o kıymetli tek pirinç patlaklı çıtırla nefis bir sandviç (hatta pasta) hazırlıyor, çayımın yanında yiyordum. Dün birden canım çekti, yeniden yaptım. Hadi dedim iyisi mi ben bunu fotoğraflayıp bloga koyayım. Esma hanımcığım zaten blogunuzu ihmal ediyorsunuz demiş, onu mu kıracağım. Değil mi Esma hanım?
23 Ekim 2012
Evde hiç bir şey yok derken
Kimileriniz duydunuz çoktan. Minik bir Leylamız var artık. Maya'cığımın kardeşi. Yeni, tazecik yeğenim. Işıl ve Cem'in ikinci kızları. 11 günlük kızımız. Daha yeni yeni alışıyor evine, ailesine. Herşeyden öte bu dünyaya. Ona kalsa geleceği yoktu ya artık zamanı geldi diye kapısını çaldık, bu tarafa davet ettik. Kırmadı geldi. Anneciğinin kucağında uyuyor kuzucuk. Karnı tok, altı temiz, sıcacık bir kucakta. Daha ne istesin. Ben de elimden geldiğince onlara yardım etmeye çalışıyorum. Akşamları sağlıklı yiyeceklerden oluşan bir sofra kurmaya çalışıyoruz. Koca bir çanak salatamız mutlaka oluyor. Bazen çeşidimiz çok olsa da kimi zaman evde yemek yapacak pek malzememiz olmuyor. Öyle zamanlarda eyvah ne yapacağız derken aklıma kıyıda köşede kalmış malzemeler geliyor. Dün de öyle oldu. Bir anda kavanozda bekleyen kinoayı anımsadım. Sebzelikte maydanoz vardı. Hmmm... kinoadan kısır olmaz mı? Olur elbet. İyi de sadece kinoa ve maydanoz mu kullanacağım? Susam kavurdum biraz. İki havuçla dolapta bekleyen yarım jicama'yı rendeledim. Jicama Latin Amerika ülkelerinde kullanılan sulu, elmamsı tadda bir kök sebze. Salatalara ayrı bir tat katıyor. Çok seviyorum tadını. Kinoayı haşladım. Kasede tuz, zeytinyağı, limon suyu ve bir diş rendelenmiş sarımsağı karıştırdım. Kinoayı ekledim, sosu çeksin diye biraz beklettim. Havuçla jicamayı rendeleyip ekledim. Maydanoza biraz da yapraklarıyla körpe kereviz sapı ilave ettim. Hepsi karışınca susamlar da karıştı diğer malzemeye. Hepimiz pek sevdik. Sık sık kinoa yiyelim dedi Işıl. Cem dedi neden? Çok besleyici de ondan dedi Işıl. Tamam dedim, ben size değişik şekillerde hazırlarım. Burada olduğum sürece tabii...
10 Ekim 2012
Tatlı bir buluşma
Ne çok oldu yazmayalı. Ne çok şey oldu yazmayalı. Aslında pek bir şey olmadı yazmayalı. Yani ben hala aynı benim. Kilo almadım, kilo vermedim, biraz yaşlandım evet ama sağlık durumumda bir değişiklik olmadı. Yürüdüm, yedim, içtim, yeni yerler gördüm, yeni dostlar edindim, yeni anılar ekledim gitgide büyüyen anılar kutusuna, fotoğraflar çektim ve işte yine buradayım. Bu zaman zarfında yazacak hiç mi zamanım olmadı? Oldu elbet ya ne yazacağımı bir türlü bilemedim. Kelimelerim bitti demiştim. Geri geldiler aslında. Yine buluştuk çok şükür ama o kelimelerin hangilerini biraraya getirip Mutfakta Zen ipine dizeceğimi bilemedim. Fotoğraflardan da bana seslenen olmadı. Hey sen, beni sitene koy demedi hiç biri. İşte bu akşam oturmuş son zamanlarda çektiğim fotoğraflara bakarken bu tatlı bütün diğer arkadaşları adına öne çıktı ve cılız bir sesle, "benimle merhaba diyebilirsin dostlarına" dedi. Bir arkadaşım var, çok güzel bir kadın. İçi de güzel dışı da. Zaten yüreğinin güzelliği yüzüne yansıdığı için ne kadar iyi ve tatlı bir insan olduğunu görür görmez şıp diye anlıyorsunuz. Adı Hülya. Muhteşem fotoğraflar çekiyor. Fotoğraflarının olduğu bir kitabı almış dahi olabilirsiniz. İşte bir gün Hülya ile buluştuğumuzda bu nefis Nutellalı krep pastasını paylaştık. Ben çay içtim o kahve. Çünkü kahvemi zaten içmiştim. İkinci bir kahve çekmiyordu canım. Ne güzel sohbet ettik. Doyamadık sohbete ya onun gitmesi gerekiyordu. Yeniden buluşalım dedik, kucaklaştık ayrıldık. Bir ayrılış anısı bir buluşmaya vesile oldu. Pamuk şeker renginde bir fotoğrafla merhaba diyorum size. Yeni bir güne başlarken pamuk şeker gibi hülyalı bir gün de dileyebilirim böylece dedim. Bir taşla iki kuş... Merhaba!
10 Eylül 2012
Böyle geçti bir yaz
İlk günler bahçede adam boyu olmuş otları yolarak; aralarından çıkan her bir domatese, salatalık ve bibere sevinerek; aaa kabak çıktı, aaa bamyanın çiçeği ne güzel, Zübeyde iyi ki hatmi dikmiş, ne güzel pembe pembe açıyor; iyi de bu ne kabağı; sen vermiştin ya tohumunu; aaa hakikaten, ben Tayland'dan getirmiştim o tohumları, Tayland kabağı bunlar, ne güzel bir tatlı yapıyorlar bu kabakla, ben gitmeden olsa da yapsam; Zübeyde nerdesin ayol, yoğurdum bitti yoğurt mayalayacağım; saat 8 miii, tüh geç kalacağım pazara; oh börekle kahvaltı etmek ne güzel; ya lütfen siz vermeyin parasını, borçlu hissedeceğim şimdi kendimi (çaycının karşısındaki terziyle muhabbetimiz); nasıl yani kaç senelik müşterine getirmiyorsunuz da İstanbul'daki bir hanıma mı yolluyorsunuz bütün domatesleri ben kaç haftadır bekliyorum, aşkolsun bak başkasından alacağım (Fatma ve Burhan'la muhabbet); offff taze ceviz çıkmış (ve akşamüzerleri bahçeye inen merdivenin başında oturup ceviz kırma, ayıklama ve yeme sefası); pazarın bütün bereketi üzerinde, tam da ben giderken, olacak şey mi; denize girsem mi girmesem mi ama çok işim var, bütün kış arayacağım bu anları biliyorum ama; çok işim var, çok işim var, çok işim var; yazı yazmaktan yoruldum, bittim hakikaten bittim, beynim oyuldu, içimde kelime kalmadı, ama az kaldı, dayan biraz daha dayan; bir hafta kaldı, beş gün, üç gün derken gidiş vakti geldi çattı; giderken işi teslim edip el sallayacağım; Burhaniye'ye de vedam bu, pazarcılarımla da helalleştim bugün ve yaz bitti. Şimdi gitmek vakti.
22 Ağustos 2012
Salça vakti
Aslında daha yoktu niyetim. Biraz daha beklerim diyordum. En azından bayram sonrasını. Her hafta yaptığım gibi, sabah erkenden kalkmış, pazara gitmiştim. Tabii pazar öncesi ritüelimi gerçekleştirdikten sonra. Alışveriş yaparken İtalyan tipi uzun domateslerin kilo fiyatının 75 kuruşa çıktığını görünce ooo dedim, zam gelmiş. Bitiyor abla, kalmadı tarlada demez mi? Bende paçalar tutuştu tabii. Eyvah salça? Pazar çantam doluydu ya mecbur domatesle biber de alınacak. Aldım geldim. Hemen giriştim işe. Bizde öyle büyük tencere pek yoktur. Olan en büyük iki tencereyi koydum ocağa. Hemencecik biberlerle domatesleri yıkadım, biberlerin çekirdeklerini ve saplarını çıkardım, domateslerin sapla birleşen yerini çıkarıp attım. Hepsini irice doğradım, tuzuyla birlikte ocağa. Fokur da fokur kaynadılar. Baktım hepsi yumuşamış. Aldım ateşten. El blenderiyle bırt bırt bırt... İlk işlem tamam. Kaplara pay edip güneşe. Üzerini örttüm tabii. Börtüsü var böceği var. İlk günler rüzgar yok. Baktım köpürüyor. Kızmış bana besbelli, neden rüzgarsız günde salça kaynatırsın der gibi. Ne bileyim ben rüzgarın ne zaman eseceğini? Neyse dualarım yanıt buldu, geldi poyrazımız geri. Vuv....vuvvvv.... O esti salça suyunu çekti, o esti salça suyunu çekti. Tabii arada karıştırdım. Üzeri kabuk bağlıyor çünkü. Sonra bir gün baktım kıpkırmızı salçam iyice koyulaşmış. Benim işim bitti, anneme teslim ettim kavanozlara koysun diye. Artık bundan sonrası onun işi.
16 Ağustos 2012
Küçücük alanda
Yazın daha iyi besleniyorum, bu kesin. Bir minik bahçe bana ne çok mutluluk yaşatıyor. Bir salatalığı dalından koptuktan üç dakika sonra yemek, sıkış tepiş dalların arasından kızarmış, hatta çatlamış pembe domatesler bulmak, kabı elime alıp salata için bolca semizotu (çünkü ben yazın toprak olan her yerde Omega-3 görüyorum!), az biraz maydanoz (ahhh ahhh, bu yaz maydanozlar bana küs), yeni büyümekte olan rokalardan (hem de seyreltmiş oluyorum), ipecik, kadifecik marullardan toplayıp salatamı yapmak... Sonra bedenimi çalıştırmak, ot yolayım, bahçe sulayayım bahanesiyle. Mesela bugün, bahçeyi otlardan arındırıp (salatalıkların altındakileri yolarken nerede salatalık var onu da gördüm, işte o üç dakika içinde yediğim salatalığı da böyle buldum) suladıktan sonra oh be dedim, bugün yemeğimi hak ettim. Alnımın teri aktı toprağa, elimin tersiyle sildim. Pek bir gururlandım. Bugün işe yarar bir şey yaptım. Bahçe hala deli kızın çeyizi gibi ya olsun ne gam. Ben iki salatalık, iki domates, üç beş biber kopardım, koca bir tas salatalık malzeme çıkardım, hatta kaynattığım salçayı da bahçenin ortasına, en güneş alan yere yerleştirdim. Bugün yastığa başımı koyarken daha bir içten şükredeceğim sanki. Gerçi ne kadar minnet duysam az ya.
21 Temmuz 2012
Yaz gelmiş
Ben galiba yazın geldiğini ancak Burhaniye'ye geldiğimde anlıyorum. Deniz burnumun dibinde olduğunda; dalından domates biber topladığımda; bahçeden ot yolup "oh, güzel oldu dediğimde"; kahvaltılarımız iyice renklendiğinde (hoş Antalya'dayken de renklendirmiştim ya); sabahları süt alabilmek için Zübeyde'nin yolunu gözlediğimde; pazartesi sabahları erkenden uyanıp pür telaş pazara gitmek için hazırlandığımda; haftalık börek seansım için pazar öncesi börekçime gidip 1.5 tl'lik börek istediğimde; böreğimi alıp 50 kuruşa çay veren çaycıya gittiğimde; kahvaltımı edip pazara yürüdüğümde; önce Burhan'la Fatma'yı ziyaret edip onlarla hoşbeş edip, ne getirdilerse aldıktan sonra diğer tezgahlara seyirttiğimde; eli kolu dolu bir şekilde pazardan dönüp onlara sevgiyle baktığımda; içme suyumu kasabadaki çeşmelerden doldurduğumda; öğle yemeğinden sonra kısa bir şekerleme yaptığımda; rüzgarın sesi Ağustos böceklerininkine karıştığında; yürümem lazım, yüzmem lazım, güneşe çıkmam lazım diye içim içimi yediği halde bilgisayar başında çalıştığımda anlıyorum.
19 Haziran 2012
Yazın neşesi: Domates
Salı Pazarı'na her gidişimde yaptığım gibi, turuncu bisikletimi evde bıraktım. Bu sefer yanımda sırtında koca çantasıyla Montana'dan gelen misafirim Mary vardı. Kadıncağız yük taşımasın diye taksiye bindik, soluğu Tevfik ustanın yerinde aldık. Antalya'da isem ve salı günü pazara gideceksem evde kahvaltı yapılmıyor, Tevfik ustayla sohbet ederek o muhteşem börek yeniyor. Böreklerimiz gelmiş, afiyetle yemişiz. Ben tabii daha önce bitirmişim. Mary dal gibi. Kuş kadar yiyor nasıl olmasın. Ben bu ara kuş kadar yiyemiyorum. Sıcaklar iştahımı kapatacağına açtı. Böreğim bitti ya, aklım fikrim sütte. Geç kalırsam süt biter. Bitmese de sıcakta kesilebilir. Mary sen yemene devam et, tramvay için vakit var daha nasılsa benim pazara gitmem lazım dedim, vedalaştım ve koşar adımlarla pazara yürüdüm. Sütümü aldıktan sonra rahat rahat başka şeylere bakabilirim. Yaz geldi, sıcaklar bastırdı ya, pazarda bol bol yaz sebzesi var artık. Tarladan yani. Yoksa kış boyu tezgahlardan eksik olmadı hiç biri. İnatla direndim, yaz gelince dedim biber patlıcan satmaya çalışanlara. Artık içim rahat. Tarladan (hatta yayladan) fasulye buldum aldım. Kabak aldım, kiraz aldım, salatalık aldım. Yeni dünyanın sonu artık. Ondan aldım. Son dalbaşı limonlar artık. Biraz da limon aldım. Çantam ağırlaştı ya benim gözüm doymadı. İyi ki biraz daha dolanmışım (tarla maydonozu arıyordum çünkü), bir de baktım eciş bücüş pembe domatesler. Tarla domatesi! Nicedir serada yetişmiş domatesleri tarla diye yutturmaya çalıştıklarından çekiniyorum. Sera tabii bu değil mi gibi şaşırtmacalı sorunca sorumu, "sen üzerine para versen de sana yalan söylemem, tarla bunlar" demez mi satıcı? Baktım dürüst adama benziyor. Ah dedim keşke sepetimi getireydim. Şimdi ezilir bunlar. Haftaya getirirsin ben her hafta buradayım dedi. Tamam dedim. Aman bir sevindirik oldum ki. Oh be pembeler çıktı artık. Neşelendim, keyiflendim. Yaa böyle işte. Aslında altı üstü bir domates ama benim küçük mutluluklarımdan biri bu domates. İşin derinine indiniz mi, hiç de küçük bir mutluluk olmadığını, tarlada binbir emek yetiştirilmiş pembe domatesin dünyanın en güzel mucizelerinden biri olduğunu herkes bilsin, duymayan kalmasın isterim.
12 Haziran 2012
Ekmek terapisi
Bugün şöyle kırmızılarla, sarılarla çıkayım karşınıza istedim. Neden bilmem. Aslında bu fotoğraftaki ekmek değil konumuz ama içimden onun fotoğrafını koymak geldi. New York'ta bir öğle yemeğimdi. Kaç sene önce. Konuyu dağıtmayalım ve bugüne gelelim. Turuncu bisikletim hayatıma girdiğinden beri fena halde özgür hissediyorum kendimi. İlk günlerinde Antalya'nın yollarıyla tanışan bisikletim artık pazara da gidiyor. Pek mutlu. O da benim gibi seviyor pazarları. Pazardan aldıklarımızı sepetine yüklediğimde gıkı çıkmıyor. Tabii ben de fazla abartmıyor, azar azar alıyorum alacaklarımı. Bugünkü yükümü taşıyamayacağını bildiğimden onu evde bıraktım giderken. Bilmiyorum söylendi mi ardımdan. Erken çıktım, Tevfik ustacığımın böreğiyle başladım güne ve yürüdüm pazara. Sütümü aldım, köy yumurtalarımı filan. Sütü boyalı gazoz şişelerinde getiriyorlar pazara. 2.5 litrelik süte 3.5 tl verdim. Üzerinde yazdığına göre, 2.5 litrelik gazoz da 3.25 tl. Bakar mısınız şu işe. Biri en önemli gıda maddelerinden biri, öteki ise insan sağlığını olumsuz yönde etkileyen, hele de çocuklarda zararları aşikar olan bir içecek ve ikisi neredeyse aynı fiyata. Neyse, asıl konumuz bu da değil ama paylaşmadan geçemedim. Bugün bir ilke niyet ettim. Hani ben sütü alınca yarısıyla yoğurt mayalıyor, kalanıyla peynir yapıyorum, peyniri yaptıktan sonra kalan peyniraltı suyunu da çorbalarda kullanıyorum ya, bu sefer değişiklik yapayım istedim. Daha doğrusu asıl nasıl sonuç vereceğini merak ediyor olduğum için ekmeğimi bu şifalı suyla yoğurmaya karar verdim. Biraz önce yoğurdum. İpeğe dokunur gibi bir his. Peyniraltı suyunun etkisi olsa gerek, önceleri hiç böyle hissetmezdim. Şimdi kabarıyor. Ben de ekmek terapisinin huzurunu yaşıyorum. Bir keyif bir keyif. Fırından çıkarır çıkarmaz (yok biraz beklerim sanırım) hemen tadacağım. Üzerine de kendi yaptığım peynirden süreceğim. Ne heyecan!
04 Haziran 2012
Kuşkonmaz aşkına
Bu yemeğin tarifi şöyle: Önce giyinip hazırlanır, güzel turuncu bisikletinle birlikte çıkar, Beydağları'nı ve Akdeniz'i seyrederek (tabii öncelikle yola dikkat ederek) yarım saat pedal basarsın. Bisikleti alışveriş merkezinin yan tarafındaki demirlere bağlar "lüküs tüketim marketine" girersin. Lüküs tüketim diyorum çünkü normal marketlerde veya pazarlarda bulamadığım şeyler satılır orada. Arada nefis körletmek için gitmeyi severim. Aman tanrım o da ne, kuşkonmaz var. Evet pahalı. Elin gider, vazgeçersin. Elin yine gider. Bir yandan içinde savaş vardır. O kadar da lüksüm olsun dersin. (Yarım kiloluk demet 8.55 tl) Bir kaç şey daha vardır alacağın. Hepsini alır evden götürdüğün çantaya koyarsın. Çantayı bisikletinin sepetine atar yola koyulursun. Bir yarım saat daha pedal basıp eve geldiğinde karnın çoktan acıkmıştır. Dolaptaki makarna kutusunu çıkarırsın. Tartar 100 gram makarna alırsın. Bir yanda da kuşkonmazın yarısını bir çay kaşığı sarı yağ, karabiber, rendelenmiş sarımsak ve maydanoz suyuna ekleyerek (iki parmak kalınlığında keserek, tabii kart kısımları atılacak, aşağı kısımların da kabuğu soyulacak) pişirirsin. Makarna haşlanır, ama tam haşlanmaz, dirice kalır. Süzüp suluca olan kuşkonmaza eklersin. Birlikte de bir kaç dakika pişer ve birbirine alışır sosunuzla makarnanız. Saat 17:00 olmuştur. Erken bir akşam yemeği için güzel bir saat. Zaten beyaz makarna yedim diye kendini suçlu hissettiğinden bari erken yiyeyim de suçluluk duygum azalsın dersin. Yatmaya yakın karnın acıkır ama aynaya bakıp ıııhhhh dersin, yedin ya akşam yemeğini. Eline kitabını alıp yatağa uzanırsın. Yarın olsun da sevgili turuncu bisikletime yine bineyim, yine kendi yarattığım rüzgarla püfür püfür gezineyim dersin. Derin bir uykuya dalarsın. Dalmadan önce son düşündüğün şey, "yarın peyniraltı suyunda kabak çorbası yapayım, yanına da salata yiyeyim"dir.
23 Mayıs 2012
En basitinden bir akşam yemeği
Bazı insanlar aynı anda bir sürü işi, aynı beceriyle, aynı titizlikle yapar ve hepsinde de başarılı olur. Hayranım öyle insanlara da ben onlardan biri değilim. Bir işe konsantre olunca diğerlerine üvey evlat muamelesi yapabiliyorum. Hoş blog yazısı yazmak işten sayılmaz ama işte ben öteki işlerime yoğunlaşınca onu unutuveriyorum. Unutmuyorum aslında. Hep aklımda ama gelin görün ki yolculuklar arasında onu hep öteleyip duruyorum. Bu sefer dedim tamam, döner dönmez hemen yazacağım. Hatta sabahın kör karanlığında (karanlık değildi de hakikaten erkendi. İnsan sabah 8'de pazara gider mi? Gittim) pazara doğru yürürken acaba ne yazsam diye düşündüm durdum. Bir geldim ki dolap tamtakır. Ben yokken annem pazara gitmiyor. Nasılsa kızım gelecek, o pazara gidip alışveriş yapar diye düşünüyor herhalde, her seferinde dolabı boş buluyorum. Sevmiyorum herhalde boş dolap, gelir gelmez dolduruyorum. Bugün de öyle oldu. Planda yoktu ya aldım da aldım. Yazlıklar çıkmaya başlamış artık. Yaşasınnn. Özlemiştim onları. Serada yetiştiği için yasaklar listesine giren yaz sebzeleri yavaş yavaş mutfaktaki yerini alacak. Seviyorum onları ne yapayım. Ama yaz gelince seviyorum. Neyse, ne diyordum, bir sürü şey aldım. Bir pazarcı teyzem vardır, aman bir çene bir çene. Her hafta yakalar, bir şeyler almadan bırakmaz. Bu sefer köy yumurtalarımı ondan aldım. Enginarcım her zamanki yerinde. Emekli komiser var bizim, o soyuyor. (Tezgah Mustafa'nın.) Limon tuzlu suya daldırmıyor benim enginarları. Tembihli çünkü. Bir limon veriyorum, sadece limon sürüyor soyduğunda. "Bak," dedi, "böyle enginar yemedin bu sene. Çok beğeneceksin." "Sağol, varol, ellerine sağlık," dedim. Enginarları son zamanlarda yaptığım gibi sadece taze soğanla pişirdim. Bir kaseye ondan koydum. Taze kelle soğanlardan dilimledim iki tane, çok çok az sade yağ ve biraz suyla onları pişirdim, bir yumurtayı çırpıp üzerine ekledim. Çıtırların üzerine pay edince pek güzel göründü gözüme. Hadi dedim üzerine bir dal maydanoz koyayım, süsleyip püsleyip fotoğraflayayım. İşte böyle yandaki arkadaşın hikayesi. Başlık her şeyi anlatıyor zaten: En basitinden bir akşam yemeği. Basit ama çok leziz. Soğan tazeyken daha mı lezzetli oluyor ne? Uzunca, kısık ateşte piştiğinden tatlanmıştı da. Doyamadım. Yarın akşam yine yaparım belki.
06 Mayıs 2012
Anadolu'nun en güzel kasabalarından biri: Göynük
Son çekim gezimizi tamamlayıp eve döndüm. Biz daha dönmeden ilk bölümümüz yayınlandı bile: Göynük. Bolu'ya bağlı, Mudurnu ve Taraklı'ya komşu güzeller güzeli bir kasaba. Göynük'ü de Göynüklüleri de çok sevdim. Sağolsun Salim abiyle eşi (Göynük bölümümüzü izlediyseniz veya bu akşam izlerseniz onu göreceksiniz) yine gelin dediler. "Bak," dedi Salim abi, "alt kat boş, gel kal." Dedim öyle düğün falan olursa haber verin o zaman geleyim. Pek güzel olurmuş Göynük düğünleri ya kısmet olmadı birini görmek. Hacı Ali Paşa Konağı'nda kaldık. Ben Göynük'te tüm yemeklerimi programda izleyeceğiniz (ya da izlediğiniz) Lalezar'da yedim. Ali Okan Altıntaş öyle özenli ve dikkatli bir işletmeci ki. Biraz salata, az baklagil, biraz da sebze veya salata... Öğle ve akşam yemeklerim böyleydi. Çekim için özel olarak hazırlattığı resimdeki bu muhteşem tatlıya, su böreği ve keşli cevizli erişteye dayanmak nasıl zor geldi anlatamam. İnsanın böyle gezilerde diyette olması çok zor. Hele de bol tereyağlı keşli cevizli eriştenin yapımını izleyince aman aman dedim yesem bir türlü yemesem bir türlü. Tabii biraz yedim. Tatmamak olmaz. Tatlı da nasıl leziz, nasıl çıtır çıtır, incecik hamurlu anlatamam. Sadece bir tane yedim (yoksa iki mi?) sonra karşılıklı bakıştık durduk. Neyse ki irademe sahip oldum ve hiç birini abartmadım. Sonuçta eve kilo vermiş olarak dönüverince bir mutlu oldum ki. İzlemek isterseniz Göynük bölümümüz bugün (6 Mayıs pazar) 19:15'te, Kanal 24'te. (Bugün izleyemezseniz de tv arşivi sitesinden izlemeniz mümkün.) Star gazetesinde de Finlandiya'nın Turku kentinde gezdiğim çok özel iki müzeyi anlattım bu hafta. Şu linkten okuyabilirsiniz. Arayı açıveriyorum bu ara, düzenli yazamıyorum biliyorum ama yollardayken hakikaten çok zor oluyor. Güzel bir hafta dileğiyle sevgiler hepinize.
23 Nisan 2012
Dört benzemez biraraya gelip de
Yani şimdi siz bana söyleyin, dört benzemez biraraya gelip de işveli bir lezzete dönüşebilir mi? Haksız mıyım söyleyin allahaşkına. Roka, taze iç bakla, çilek ve hellim. Dört benzemez değil mi? Pekala da hoş bir tada dönüşebiliyormuş. Gelelim bu benzemezlerin buluşma öyküsüne. Efendim bir gün... Diye başlamayacak bu hikaye. Özetle söyleyeyim, tamamen tesadüf eseridir. Yani dün sabah hellim kızartmasam ve fazla yemeyeyim diye kızarttığım üç dilimin birini baştan kenara ayırmasam zaten hellimin diğer üçüyle buluşma olasılığı yoktu. Önceki gün pazardan aldığım iç baklaların zarları çıkmış, öylece orada bekliyor olmasalar, onun da diğerleriyle buluşması olasılığı düşük olacaktı doğrusu. Çilek, peki onun ne işi var? Her zaman çilek aldığım pazarcım her zaman olduğu gibi seçtirmiş olsaydı, aman bunlar daha olgunlaşmamış diye farklı bir yerde değerlendirme gereği duymayacaktım. Rokalar da iki gündür dolapta bekliyordu ve ben kırmızı fasulye salatasını normal öğle salatama tercih etmemiş olsam onlar da zaten kullanılmış olacaklardı. Yani anlayacağınız, buluşmaları bir tesadüf eseridir. Böyle biline.
Not: Üç haftadır pazar günleri Star gazetesinde gezi yazılarımla yer alıyorum, buradan duyurmaya bir türlü fırsat bulamamıştım. Bu yazıları okumak isterseniz;
Paris:
http://www.stargazete.com/pazar/parisi-parisien-gibi-gezmeli-haber-441438.htm
Chiang Mai/Tayland:
http://www.stargazete.com/pazar/bastan-basa-cicek-ve-yemek-sehri/haber-541021
Güney Afrika:
http://www.stargazete.com/yazar/tijen-inaltong/pazar/ozel-bir-dogum-gunu-partisi-safari/yazi-548636
18 Nisan 2012
Japon diyeti
Yaa evet diyet. Geldi yine o mevsim. Bir telaş bir telaş herkeste. İlle de mayo giyeceğiz diye değil elbet. Kışın nasıl olsa lahana misali kat kat giyiniyoruz, yazın nerelere saklayacağız yağlarımızı diye. Elbette hepimiz kalıcı olması için kilo vermeye çalışıyor, kimimiz başarırken kimimiz her sene aynı suçluluk duygusuyla bir kez daha diyete başlıyoruz. Tabii her yıl bir dolu diyet programı çıkıyor. Aman bir çılgınlık bir çılgınlık. O diyet kitaplarını kapışıyor, diyetisyenleri dinleyip duyuyoruz. Ben de bu sene çok yeni bir diyeti uyguluyorum. Japon diyeti. Zavallı Japonlar duysalar ne alaka bizimle ne ilgisi var bu diyetin diyebilirler. E var tabii. Hepsi çok basit, Japonlar gibi, azar azar yiyoruz. İşte burada benim güzel Japon kaselerim devreye giriyor. Oysa ben onları kullanmalara kıyamam. İçine yemekleri kor, fotoğraflarını çeker, güzelce yıkar, kurular kaldırırım ya bu sefer durum başka. Benden kıymetli değiller ya. İşte şimdi yemeklerimi Japon kaselerimin en ufaklarıyla yiyorum. Hepsini bir defada değil, bazen ikiye bölüyorum. Öğle ve akşam öğününde ille de sıvı bir şeyler yiyorum (Şükran'cığım öyle dedi, ben de onun sözünü dinliyorum. Yok o öyle dedi diye değil, bana şunu ye bunu yeme denmesinden hiç hoşlanmam. Sadece ben böyle yapıyorum, çok faydasını gördüm dedi, bana da mantıklı geldi). Çorbaysa çorba, çorba yoksa suluca pişirdiğim yemek. Mesela bu öğlen suluca pişirdiğim enginarım vardı. Bol taze soğanla pişmiş. Yanında da porsiyonunu oldukça küçülttüğüm (ki ben koca kaselerde yerdim salatayı) salatam. Turplu, havuçlu, cevizli. Porsiyonlar küçüldüğünde hiç hamallık yapmıyorsunuz. Mide memnun siz memnun. E mide bu, çöp tenekesi değil ki değil mi? Seviyorum ben bu Japon diyetini. Yaşasın kaselerim!
12 Nisan 2012
Baharı kucaklamak
Hadi gelin baharı kucaklayalım bugün. Tüm duyularımız, benliğimiz, yüreğimizle. Ben öyle yapıyorum. Zaten başka çarem de yok. Öyle bir sarmalanmış durumdayım ki baharla, onunla bütünleşmekten başka çıkar yol yok. Yanıbaşımda bir demet salep orkidesi (ama boyunlarını büktüler), üç demet frezya ve bir bardağa koyduğum iki turunç çiçekli dal. Kasem bahar desenli, içi bahar tatlı. Baharı yiyor, baharı kaşıklıyorum adeta. Dün (ki çekimden henüz dönmüştüm) erkenden pazara yollandım. Annem "kahvaltı et bari" dese de "süt kalmaz sonra" deyip çıktım evden. Bir elma aldım yanıma, 3-5 badem. Kahvaltım oldular. Eve gelince sütü kaynattım, yoğurdumu mayaladım, kalan sütü soğuttum, içine ayran ekleyerek peynirimi yaptım. Bu sefer peyniraltı suyunu atmadım. Bunca kıymetli bir suyu ziyan etmek üzüyordu zaten. Yaratıcılığımı kullandım ve basit (ve sade) bir bahar lezzeti yarattım. İç bakla almıştım pazardan. Kabuklarını soydum. Bir avuç da semizotu yıkadım. Peyniraltı suyunun birazını tencereye alıp içine yıkadığım bir avuç baklayı koydum. Tuz hiç kullanmadım. Sadece karabiber ve pul biber. Bir taze sarımsağı da incecik doğrayıp semizotlarıyla birlikte pişmeye yakın attım. Beş dakika ya pişirdim ya pişirmedim. Zaten baklalar çabuk pişer. Semizotlarını da fazla öldürmeye gerek yok. Beş dakika içinde bahar desenli kasemde beni bekliyordu çorbam. O kadar ümitli değildim ya tadı olağanüstü zarif ve dengeli idi. Biraz acısını fazla kaçırmışım. Bu kadar az miktarda yemek pişirmeye alışkın olmadığımdan olsa gerek. Yanına da bir kase salata. İşte hafif ve bahar kokulu bir öğle yemeği.
29 Mart 2012
Tatlı ekmek
Güney Afrikalı ailemin benim için hazırladığı "snoek braai"nin bir parçası: Karamelli ekmek. (Snoek bir tür balık. Güney Afrika'da barbekü yaparken eti tercih ediyorlar daha çok ya bazen balık barbeküsü de yapılabiliyor. Hele de evde benim gibi etyemezler varsa.) Nefis bir şey. Yedikçe yiyesiniz geliyor ama fazla yiyemiyorsunuz. Yememeyi seçtiğinizden yani. Yoksa yenir. Hem de nasıl. Özellikle de çayın yanında. Gerçi onlar barbekü yaptıkları zaman hazırlıyorlar bu ekmeği. Yapılırken izlemedim ama tarifini internette buldum. Hazır aldığınız ekmek hamurunu parçalara ayırıp yuvarlıyorsunuz. Bir kilo ekmek hamuruna 1 su bardağı esmer şeker ve 1 su bardağı krema kullanılıyor (linkteki tarifte şeker miktarı belirtilmemiş gerçi ama). Ailem açık havada, açık ateşte, resimde gördüğünüz demir tencerede pişirdi ekmeği. Fırında da pişirilebiliyormuş. Geniş kenarlı kalıbın dibi esmer şekerle kaplanıyor, üzerine hamur topları sıkıca diziliyor, krema dökülüp istenirse üzerine de şeker serpiliyor (bizimkiler şeker serpmemişti). Kabarması için bir süre beklendikten sonra 180 derecede 40 dakika kadar pişirilen ekmek afiyetle yeniyor. Ben içimden "acaba şekere tarçın da eklense nasıl olur" diye düşündüm ama yakın bir zamanda bu tarifi denemeyi düşünmediğimden (beğenmediğimden değil, hem şeker tüketmek istemediğimden, hem de gıda alımına sınır getirmeye çalıştığımdan) nasıl olacağını bilemiyorum. Deneyen olursa ne olur bana da bildirsin. (Bence esmer şekere onca para vermek yerine beyaz şekere 1 çorba kaşığı pekmez eklenip karıştırılarak da renk verilebilir.)
26 Mart 2012
Ben geldim
Adı "Mutfakta Zen" olan bir blogda su aygırı fotoğrafı görmek garip değil mi? Bence öyle ama ne yapayım dayanamadım. Şu sevimliliğe bakar mısınız? Güney Afrika'da gördüğüm en sevimli hayvanlardan biriydi hipopotam, yani su aygırı. Onlar kısaca "hipo" diyorlardı geceleri sudan çıkıp kentte dolaşan su aygırlarına. Dediklerine göre çok tehlikeli bir hayvandı. "Size doğru geldiğini görürseniz hemen bir ağaca tırmanın" demişlerdi. Şaka mı bu diye düşünmüştük. Tam bu uyarının üzerine gerçekten şehrin ana caddesinde salına salına yürüyen kocaman bir hipo görünce ister istemez paniğe kapılmıştım. G. Afrikalı dostumuz Abrie telaşlanma, bir şey yapmaz dese de ikna olmamış, onu yolun karşı tarafına sürüklemiştim. Gülmüştü bu halime, gerçekten bir şey yapmaz demişti. "İyi de ne bileyim, ben her gün sokakta hipo görmüyorum ki" diye karşı çıkmıştım. Sessizce izledik. İstifini bozmadan, o koca bedeniyle salınarak yandaki sokağa dönmüş, yürüyüp gitmişti. Biz ise arkasından bakakalmıştık. St. Lucia'daydık, Güney Afrika'nın UNESCO kültür listesindeki sulak alanının kenarına kurulmuş kentte. Neredeyse her şey turistler içindi. Hava sıcak, güneş keskin, biz yorgun. Bir kısmımız (tamamı farklı ülkelerden küçük bir gruplaydım) günlerin yorgunluğunu yaşadıktan sonra sabah erken kalkıp geziye gitmeyi reddetmiş, ev konforundaki odalarımızda kalmış, sabah sakin birer kahvaltı yapmıştık. Ana cadde üzerindeki meyve satıcılarından olgun avokado ve domates, marketten de peynir, zeytin, salatalık ve tam tahıllı ekmek almıştım. Çayım da vardı. En sevdiğim "lady gray" çayım. Onu da bir güzel demlemiştim. Benden keyiflisi yoktu. İşte bu hipoları o akşamüzeri çıktığımız tekne gezisinde görmüştük. Öyle sevimliydiler ki. Su aygırları enteresan hayvanlar. Olur da onlar hakkında biraz daha fazla bilgi edinmek isterseniz buyrun buradan okuyun.
27 Şubat 2012
Bir küçük veda
Yok sürekli değil, geçici bir veda. Döneceğim elbet. Yolculuğum bitince. Hoş bu yolculuklar hiç bitmez, biz bitti zannetsek de. Aslolan kendi içimizdeki seyahattir çünkü, içeriye yapılandır, dıştaki değil. Bakmayın büyük laflar ettiğime, aslında her zamanki yolculuklardan biri. Bir süre ses çıkaramayabilirim diye düşündüm ve bu hoş aromalı kekle sizi başbaşa bırakayım dedim. Yine "keeeek" anlarından birinde ortaya çıkan tarifsiz keklerden bu da. "Evde ne varsa" nevinden. İki köy yumurtası iyice çırpılır, içine az bal (yerine pekmez de olur tabii) portakal suyu, bir bardak bademin robotta çekilmiş hali, dolayısıyla daha az un (1 bardaktan biraz fazla), 1-2 çorba kaşığı kadar Laleli'nin mandalina aromalı zeytinyağından, bol portakal kabuğu rendesi, karbonat. Sanırım bir avuç da bitter damla çikolata eklemiştim. Neredeyse bir yıl olacak alındığı, hala bitiremedim. Hepsi karışıp hooop kalıba, sonra da ver elini fırın. Şu anda ondan yiyor olmak isterdim ya bu keki evvelki hafta yapmıştım. Çekimden henüz döndüğümüz için bu aralar kek yapacak fırsatım yok. Zaten iş de çok. Kafamın içi "onu da yapmalısın, bunu da yapmalısın"larla dolu olduğundan pek özenli bir yazı olamadı farkındayım. Hakkınızı helal edin.
15 Şubat 2012
Bir gün yani bugün
"Çakal nergisini bulmuşun" dedi hacı, elimdeki nergislerle yanından geçerken. "Buldum buldum" dedim "ne var ne yok topladım aldım." Bu sabah kahvaltıdan sonra pazara yürüdüm. Dağlar dimdik duruyordu. Tepeleri karlı. Akdeniz masmavi. Gökyüzü pırıl pırıl. Otlar iyice büyümüş. Ebegömeçler, sarı papatyalar, hardalotları. Yürümek iyi geldi. Pazarda olmak da tabii. Elmacı hacıdan elma, armut, ayva aldım. Bir kişi getirir pazara kök rezene. Ondan ayrıca alabaş (kohlrabi) ve pancar aldım. Bizim Mustafa'da enginar var (ah "sezonun ilk enginarı" yazısı da yazacaktım ya vaktim olmadı) bir limon verdim, dedim aman ha sokmayasın o limon tuzlu suya. Biliyorum abla dedi. Ondan göleviz de aldım. Yarın yemekte ağırlayacağım Belçikalı arkadaşım Marie için fırınlayacağım (pancarları da). Dün eve gelirken çıtırdatılmış yufkalardan almıştım. Alırken "biraz fırında ısıt bak çıtır çıtır olur" dediydi bizim güleryüzlü yufkacı. Yine dün Torunoğlu Gıda'dan aldığım Denizli'nin yanıksı süzme yoğurdundan sos yapmak vardı zihnimde. Bu akşamki Eminönü bölümünde izleyeceğiniz sevgili Bilge'ye hemen anlatmam gerek çünkü onların hazırladığı muhteşem bir baharat karışımından koydum yoğurda. Offf... İkisi de tütsülü. Yufkalar çıtır çıtır. Öğle oldu. Sütüm kaynıyor ocakta. Bu gece dinlensin, yoğurdumu yarın mayalarım diyorum. Gerçi bugün ekmeğimi de mayalamam gerek ya belki öğleden sonra. Önce iş. Yoğun bir dönem dostlar. Bir süre ihmal edeceğim herhalde blogu. Belki arada ceee derim. Diyebilirim umarım.
26 Ocak 2012
Hadi gelin bugün uzaklara gidelim
21 Haziran 2007 Perşembe günü çekmişim bu fotoğrafı. Sao Paolo'daki (yani Brezilya'da) 3 ya da 4. günüm. Üzerinden neredeyse beş sene geçmiş, şaka gibi. Pazarları seviyorum ya, orada da pazarı bulmuşum, girip içinde kaybolmaz mıyım. Kayboldum elbet. Meyveyi zaten çok ama çok severim, orada benim için yeni bir sürü meyve var. Yıldız meyvesi de onlardan biri. Daha önce tatmışım ama ortamının dışında. Kendi ortamında, yetiştiği bir ülkede yemediğim için gerçek tadını da bilmem mümkün değil. Brezilya'da "carambola" diyorlardı yanlış hatırlamıyorsam. Şekli nedeniyle İngilizce'deki adı ise "star fruit". Tadı? Öyle ahım şahım değil ama şekli o kadar güzel ki dilimleyip yemek istiyorsunuz. Zaten pazarda da size bir dilim ikram eden bir satıcı bulunuyor mutlaka. Aslında Filipinler, Endonezya, Sri Lanka, Hindistan civarlarına has, şurada okuyabilirsiniz. Ancak sonraları Orta ve Güney Amerika'daki yarı tropik iklimlerde de yetiştirmeye başlamışlar. O gün orada ve Brezilya'da geçirdiğim sonraki günlerde bulduğum bütün meyveleri ve meyveli yiyecekleri tatmıştım. Güzel günlerdi. Sabah sabah neden aklıma geldi bilmem diyecektim ki dün Home TV'de izlediğim bir yemek programında şefin yaptığı meyve salatasına yıldız meyvesi koyduğunu anımsadım. Eh onun üzerine bu görüntü çıkınca karşıma, sizi yanımda sürükleyip uzaklara yelken açmak kaçınılmaz oldu. Dilerim bu ufak kaçamağımız hoşunuza gitmiştir. Sağlıcakla.
18 Ocak 2012
Evde yoğurt yapımı
Benden ses çıkmıyorsa bilin ki yollardayım. Oralardan yazmak zor oluyor. Gündüz zaten çok yoğun çalışıyoruz. Akşam olunca da bir otel odasında oturup blog yazmak anlamsız mı geliyor ne? Neyse ki şu anda odamda, mis kokulu nergislerimle başbaşayım da yolculukta ihmal ettiğim dostlarıma yazabiliyorum. Hem zaten bu sabah erkenden çıkıp (kahvaltı dahi etmeden) pazara gitmişim, bir sürü güzel şey almışım, üstüne üstlük yoğurdumu mayalayıp kalan sütle bir kase de sürmelik peynir yapmışım. Salata malzemelerim yıkanıyor, pancarlar haşlanıyor, salataya koyacağım yabani pirincim pişmiş, soğumakta...
Hep evde yoğurt yapmanın erdemlerinden bahsedeyim istiyorum ama her seferinde unutuyorum. Ya da önemsiz mi buluyorum ne? Oysa ev yoğurdu gibisi yok. Hele de hazır yoğurtların hepten bozulduğu, yoğurttan başka her şeye benzediği bir dönemde. Adam gibi gerçek süt bulabiliyorsanız benim gibi porsiyonluk kaplarda (fotoğraftakileri çok seviyorum, mor kapaklı yoğurt kaplarım benim) mayalayın yoğurdunuzu. Ben sütü kaynatır kaynatmaz kaplara pay ediyor, parmağımın ucunu sokup yanmadığımda (ama sütün ısısı hissedilmeli) ılık sütle seyrelttiğim yoğurdu pay ediyor, güzelce karıştırıp kapaklarını kapatıyor ve uyumaya bırakıyorum. Üzerine battaniye örtüyorum tabii. Süt sıcakken kaba konduğunda kolay kolay soğumuyor. Mayalanma süresi sonunda (7 saat bekletiyorum) kaplar hala ılık oluyor. Sonra kapaklarını açıp biraz oda sıcaklığında bekletiyor, kapatıp dolaba diziyorum. Her gün bir kase. Ohhhh var mı evde olmak gibisi! (Bu hafta Adana bölümümüz yayınlanıyor, hatırlatayım. Çarşamba 20:00'de, tekrarı pazar 19:15'te, Kanal 24'te.)
Hep evde yoğurt yapmanın erdemlerinden bahsedeyim istiyorum ama her seferinde unutuyorum. Ya da önemsiz mi buluyorum ne? Oysa ev yoğurdu gibisi yok. Hele de hazır yoğurtların hepten bozulduğu, yoğurttan başka her şeye benzediği bir dönemde. Adam gibi gerçek süt bulabiliyorsanız benim gibi porsiyonluk kaplarda (fotoğraftakileri çok seviyorum, mor kapaklı yoğurt kaplarım benim) mayalayın yoğurdunuzu. Ben sütü kaynatır kaynatmaz kaplara pay ediyor, parmağımın ucunu sokup yanmadığımda (ama sütün ısısı hissedilmeli) ılık sütle seyrelttiğim yoğurdu pay ediyor, güzelce karıştırıp kapaklarını kapatıyor ve uyumaya bırakıyorum. Üzerine battaniye örtüyorum tabii. Süt sıcakken kaba konduğunda kolay kolay soğumuyor. Mayalanma süresi sonunda (7 saat bekletiyorum) kaplar hala ılık oluyor. Sonra kapaklarını açıp biraz oda sıcaklığında bekletiyor, kapatıp dolaba diziyorum. Her gün bir kase. Ohhhh var mı evde olmak gibisi! (Bu hafta Adana bölümümüz yayınlanıyor, hatırlatayım. Çarşamba 20:00'de, tekrarı pazar 19:15'te, Kanal 24'te.)
09 Ocak 2012
Kadıköy'den bir lezzet mabedi
Geçtiğimiz haftalarda çekimler için İstanbul'daydım. Görmek istediğim çok dostum vardı ancak çok azıyla buluşma şansı bulabildim. Yine de sevdiğim bazı lezzet mabedlerini ziyaret ettim, sahipleri dostlarımsa hasret giderdim, değilse tanıştım, yiyeceklerini tattım. İstanbul'da çektiğimiz iki bölüm yayınlandı zaten, belki bir kısmınız izlemişsinizdir. Birincisi yılbaşından önce (tekrarı 1 Ocak günü idi) yayınlanan Beyoğlu bölümü, ikincisi ise Sarıyer bölümü idi. Bu hafta (çarşamba 20:00'de) Kadıköy'de çektiğimiz bölüm yayınlanacak. İşte bu fotoğrafta gördüğünüz perde pilavı da ekranda izleyeceğiniz lezzetlerden biri. Perde pilavının hikayesini bilmiyorsanız dinleyin. Benim çok etkileyici bulduğum yemek öykülerinden biridir perde pilavı. İstanbul'da yaşayıp da Çiya'da yemek yememiş olan okurum var mıdır bilmiyorum. İstanbul'da yaşamıyorsanız dahi Çiya'nın lezzetleriyle tanışmışsınızdır. Şimdi burada ne desem az biliyorum. Zeynep ve Musa Dağdeviren, Türkiye'de yemek anlayışını değiştiren insanlardan. Bu yüzden kendilerine saygım büyük. İşte biz de bu haftaki bölümü çekmek için Çiya'nın yanı sıra daha nice özel mekanı gezdik Kadıköy'de. Bu mekanlardan biri de Baylan Pastanesi. Yine İstanbullu olup Baylan'ın lezzetlerini bilmeyen yoktur. Çoğu insan Baylan denildiğinde "kup griye"yi anımsar ancak benim en sevdiğim tatlı bambaşkadır. Bunu da Harry bey ile yaptığımız söyleşide göreceksiniz. Yolunuz düşerse mutlaka tatmanızı istediğim bir lezzet bu. Daha pek çok şey var bu haftaki bölümde. Dilerim sizler de izlersiniz. Kadıköy bölümü yayınlanırken ben Türkiye'nin bambaşka bir yöresinde olacağım. Hepinize güzel bir hafta diliyor, işimin başına dönüyorum. Bugün iş çok. Yarın ise yolculuk var.
03 Ocak 2012
Günün güzelliği
Çarşamba notu: Aşağıda gördüğünüz fotoğrafı dün çekmedim, not etmeyi unutmuşum. Bu muhteşem kabakları ve diğer olağanüstü güzellikteki sebzeleri bu akşam Sarıyer'de çektiğimiz bölümde izleyebilirsiniz. Artık Tak Sepeti Koluna için yayın bilgilerini sağ tarafa koyuyorum, oradan takip edebilirsiniz. Veya yine yanda linki olan Facebook sayfamızı beğenirseniz gelişmelerden düzenli olarak haberdar olabilirsiniz. Teşekkürler!
Sabah yatakta bugün günlerden ne diye düşündüm. Perşembe? Değil. Çarşamba? Değil. Salı? Eveeet. Bugün pazara gideceğim ben. Hemen öncesinde offff... duygusu varken üzerimde, pazara gidiyor olmak birden neşelendirdi, hafifletti. Üstelik bir de Tevfik ustaya gidecektim, börek yemeye. Önce bir güzel böreğimi yedim (kahvaltım oldu yani), sonra pazarın cümbüşüne daldım. Dönerken hesap yaptım, pazarda tamı tamına 50 tl harcamışım. Önce çok gibi geldi. Sonra aldıklarımı düşündüm. Yok canım, çok değil. İlk satın aldığım şey üç demet nergis idi. Hemen ilerisinde yaşlı mı yaşlı bir teyze katmerlisini satıyor ama bir demet kalmış. Onu da aldım. Her zamanki elmacımdan elma ve Ankara armudu, onun yanındaki satıcıdan yerelması ve mandalina, biraz ilerdeki otçumdan turpotu, marul, su teresi. Biraz daha ilerledim, alıştığım satıcıların yanına gideyim diye. Pazarda gözleme de yapan hanımdan 5 köy yumurtası ile 2.5 litre süt, bakliyatçı amcadan yarımşar kilo yeşil mercimek ve buğday ("dirgitlik mi kızım?" diye sordu, evet dedim. Yani tam buğday), son gidişimde keşfettiğim muzcudan bahçe muzu (1.2 kg kadar), annemle paylaşırız diye 1.5 kilo körpecik pırasa, karşısındaki satıcıdan iki demet pazı, annem kahvaltıda seviyor diye etli kırmızı biber, kışın tek yediğim sera ürünü kiraz domates, çorbalık diye bir dilim balkabağı. Başka? Bir başka satıcıdan maydanoz, taze soğan, roka ve tere. Bir de yarım kilo tuzsuz kabak çekirdeği. Galiba hepsi bu kadar. Pazardan gelip önce sütü kaynattım. Yoğurdumu mayalayıp kalanıyla sütlaç pişirdim (içine vanilya çekirdekleri ve şeker yerine bal koyarak), turpotlarını yıkayıp haşladım, biraz mercimek ayıklayıp önceden aldığım ıspanak köküyle pişirdim. Maraş'tan getirdiğim sumak ekşisinden ekledim ki hafif ekşi olsun. Salata malzemelerini yıkadım. Saat oldu 2, ben daha yeni oturdum. Biraz nefesleneyim, yemeğimi yiyeyim. Gözlerinizi de daha fazla yormayıp sizi gününüzle başbaşa bırakayım, bugün çok güzel bir armağan almanızı dileyerek. Mutlu günler!
Sabah yatakta bugün günlerden ne diye düşündüm. Perşembe? Değil. Çarşamba? Değil. Salı? Eveeet. Bugün pazara gideceğim ben. Hemen öncesinde offff... duygusu varken üzerimde, pazara gidiyor olmak birden neşelendirdi, hafifletti. Üstelik bir de Tevfik ustaya gidecektim, börek yemeye. Önce bir güzel böreğimi yedim (kahvaltım oldu yani), sonra pazarın cümbüşüne daldım. Dönerken hesap yaptım, pazarda tamı tamına 50 tl harcamışım. Önce çok gibi geldi. Sonra aldıklarımı düşündüm. Yok canım, çok değil. İlk satın aldığım şey üç demet nergis idi. Hemen ilerisinde yaşlı mı yaşlı bir teyze katmerlisini satıyor ama bir demet kalmış. Onu da aldım. Her zamanki elmacımdan elma ve Ankara armudu, onun yanındaki satıcıdan yerelması ve mandalina, biraz ilerdeki otçumdan turpotu, marul, su teresi. Biraz daha ilerledim, alıştığım satıcıların yanına gideyim diye. Pazarda gözleme de yapan hanımdan 5 köy yumurtası ile 2.5 litre süt, bakliyatçı amcadan yarımşar kilo yeşil mercimek ve buğday ("dirgitlik mi kızım?" diye sordu, evet dedim. Yani tam buğday), son gidişimde keşfettiğim muzcudan bahçe muzu (1.2 kg kadar), annemle paylaşırız diye 1.5 kilo körpecik pırasa, karşısındaki satıcıdan iki demet pazı, annem kahvaltıda seviyor diye etli kırmızı biber, kışın tek yediğim sera ürünü kiraz domates, çorbalık diye bir dilim balkabağı. Başka? Bir başka satıcıdan maydanoz, taze soğan, roka ve tere. Bir de yarım kilo tuzsuz kabak çekirdeği. Galiba hepsi bu kadar. Pazardan gelip önce sütü kaynattım. Yoğurdumu mayalayıp kalanıyla sütlaç pişirdim (içine vanilya çekirdekleri ve şeker yerine bal koyarak), turpotlarını yıkayıp haşladım, biraz mercimek ayıklayıp önceden aldığım ıspanak köküyle pişirdim. Maraş'tan getirdiğim sumak ekşisinden ekledim ki hafif ekşi olsun. Salata malzemelerini yıkadım. Saat oldu 2, ben daha yeni oturdum. Biraz nefesleneyim, yemeğimi yiyeyim. Gözlerinizi de daha fazla yormayıp sizi gününüzle başbaşa bırakayım, bugün çok güzel bir armağan almanızı dileyerek. Mutlu günler!
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)