29 Ocak 2009

Çiçekten izler

Bugün Buğday dergisinin son sayısına yazdığım yazının giriş bölümünü paylaşmak geldi içimden. Bütün gece yağan yağmurdan sonra günlük güneşlik bir güne uyandık. İçimden çiçeklerden başka sözcük çıkmıyor bu sabah. Bu fotoğrafı da geçen baharda Berlin'de çekmiştim. Can kız Mine'yle gezdiğimiz pazaryerinde:

"Bastığımız yerlerde güller bitseydi keşke. Yahut kır çiçekleri. Papatyalar, gelincikler, anemonlar bitseydi. Her adımda bir çiçek. Biz yolda yürürken arkamızda oluşuveren bir çiçek tarlası. Düşüncesi bile ne güzel. Oysa biz her adımda arkamızda pis kokulu çöpler, toprak ananın bir türlü yutamadığı poşetler, metal kutular, alüminyum folyolar, streç tabakalar, plastik tabaklar, çatallar, kahve bardakları… of ne çok şey bırakıyoruz arkamızda. Geriye dönüp bakmıyoruz bile. Hızla uzaklaşıyoruz suç mahalinden. Sonra birileri gelip topluyor arkamızdan, annemizin biz çocukken arkamızdan odamızı temizlediği gibi. İçinde sevgi yok bu eylemin. Annelerimizin bize duyduğu aşkı ne çöplerimizi toplayanlar duyuyor, ne de geri dönüştürücüler. Toprak ana yutmakta zorlanıyor ona verdiklerimizi. Çöple dolu tarlalar geliyor gözümün önüne, plastik poşetlerle dolu. Oysa ben o tarlalarda lahanalar görmek istiyorum. Devasa çiçekler gibi göğe bakan tombul lahanalar. Ayçiçekleri görmek istiyorum, güneşi takip eden utangaç bakışlarıyla. Dağlara çıkıp yabani otlar, mantarlar toplamak istiyorum. Gördüğüm salep orkidelerini kökleyip yok etmek yerine oldukları yerde sevmek istiyorum. Tarlalarda mis kokulu domatesler yetişsin istiyorum, çıtır çıtır kabaklar, biberler, mevsimi gelince karnabaharlar, kerevizler… Yanlarındaki semizotları, sirkenler, kazayakları nefretle yok edilmesin istiyorum. Otlar olmasın istiyoruz tarlalarımızda. Sadece ne yetiştiriyorsak o. Basıyoruz zehiri. Sonra her yıl, ama her yıl aynı sebzeyi ekiyoruz. Böylece toprakta her yıl, ama her yıl aynı mineraller eksiliyor. Biz kör gözlerimizle bakıyoruz toprağa. Bize hep versin, daha çok versin istiyoruz ama onun sessiz çığlıklarını bir türlü duymuyoruz. Biz ona hep yutamayacağı şeyler veriyoruz. Boğazından geçmiyor o kimyasallar. Bir türlü hazmedemiyor o ilaçları; böcekleri, otları, mantarları öldüren o ilaçları. Bedeninden atmak istiyor. Çırpınıyor durmadan. Ama biz öyle körüz, öyle bir mil çekilmiş ki gözlerimize bir türlü göremiyoruz. O hep veriyor. Yine de veriyor. Çünkü doyurması gerek bizi. Bu onun görevi. Biz hep çoğalıyoruz. O hep azalıyor. Biz hep alıyoruz. O hep vermeye çabalıyor. Daha hızlı gitsin diye kırbaçladığımız atlar gibi canını yakıyoruz onun. Ağlıyor sessizce. Gözyaşlarını görmüyoruz. Görsek de farketmiyoruz. Çiğ damlası zannediyoruz. Ya da öyle bir şey. Biz sadece yemyeşil dolarları görüyoruz. Euroları görüyoruz, çil çil altınları. Daha çok doldurmak istiyoruz kesemizi. Ağırlaşsın iyice. Saçılsın etrafa. Ama insanlar görmesin. Hep benim olsun. Hepsi benim. Ben harcayayım. Çılgınca. Toprak hep versin. Ben hep alayım, yutayım, semireyim. Toprak hep zayıflasın. Olsun, ben onu gübreymiş gibi yapan şeylerle beslerim. Bu yıl versin, sonraki yıl versin. Benden sonra tufan nasılsa. Bana ne. Bu bir kabus. Uyanmak istiyorum. İçinden çıkmak istiyorum bu hikâyenin. Bu masalı anlatmak istemiyorum kimseye. Terliyorum. Bir dudağı yerde, bir dudağı gökte insan yiyor, yiyor, yiyor. Salyaları akıyor yeşil, para renginde. Cebinden paralar saçılıyor. O hep kahkahalarla gülüyor. Çınlıyor sesi etrafta. Bu masalın içinde duramayacağım. Uyanmak istiyorum. Uyanmak ve yeşil, kırmızı, sarı, pembe izler bırakmak yürüdüğüm toprakta. Hoş kokulu izler."

27 Ocak 2009

Buyrun siz karar verin...

Merak edenlere. Yumuşakça bir kek bu. Kıtır kıtır değil. İçindeki elma, havuç ve haşlanmış kuru üzüm veriyor bu yumuşaklığı. Ama bir yandan da tok ve yoğun bir lezzet. Biraz browni'yi andırıyor, onun kadar kremamsı olmamakla birlikte. Normal birine bir dilimi yetebilir. Tatlıya biraz daha düşkünseniz ve kolay kolay duramıyorsanız dahi ikinci dilim sizi fazlasıyla tatmin edecek, ertesi güne kadar devamı için bekleyebileceksiniz. Dedim ya, dilimi 121 kalori, üstelik ufak da değil bu dilimler, eni ve boyu 4 parmak civarında. Çayın yanında, kahvenin yanında... Üstelik üzerinde değişiklik yapılmaya da açık. İsterseniz hiç yağ kullanmayabilirsiniz mesela, yerine belki portakal suyu kullanılabilir. Havuçtan vazgeçebilir, ceviz kullanmayabilir veya yerine badem, fındık, yerfıstığı tercih edebilirsiniz. Tatlandırıcı olarak kuru üzüm yerine hurma veya kuru kayısı (ama lütfen kükürtle rengi açılmışlardan değil, günkurusu olanları tercih edin), kuru incir olabilir, hatta ve hatta hepsini veya bir kaçını karıştırabilirsiniz. Hepsi de tatlı malum, bir keki pekala tatlandırabilir.
*
Haksız mıyım kararsız kalmakta? Ne kek ne kurabiye ne de bisküviye benziyor bu küçük hanım. Kendisine başka türlü bir ad bulmamız gerekiyor sanırım. Şöyle uyduruk bir ad, "kebiye" "biskek" falan gibi. Ama bu adları bisküvi firmaları buluyor değil mi?
*
Dün pek hoş bir blog haberi aldım. Kimden mi? Hepinizin bildiği ve sevdiği birinden. Adını söylemeyeceğim, siteye girince göreceksiniz zaten. Güzel de bir hikayesi var. Beni pek mutlu etti, sizi de edeceğine şüphe yok:
http://eskitarifler.blogspot.com/
*
Bir de ekmeğim vardı ya onu fotoğrafını çekecek kadar güzel bulmadım. Hoş yine de şık bir şekilde sunulabilir, fikrim de yok değil ama ekmek daha başarılı olabilirdi. Bir dahaki sefere ya Sibel'ciğimin annesinin nohut mayalı ekmeğini ya da yoğrulmayan ekmeği deneyeceğim. Bugünlerde içimde yeni tariflerle ilgilenme arzusu var. Hafifleme, tazelenme ve enerji kazanma aşkına bir de leziz ekmekler katıldı. Hadi hayırlısı!
*
Diyet duvarları. Bu tanımı biraz önce uydurdum. İngilizcesi "weight plateau" olan bir durum. Diyet yapanların çoğunun başına gelmiştir sanırım. Diyet yapılırken vücut ağırlığının %10 kadarı verildiğinde beden uyanıp kendine gelir, "eyvah yağlarım!" diye paniğe kapılır, sonra duruma ayak uydururmuş. Hani bu duvarlardan birine çarptıysanız bu ara, korkmayın, vazgeçmeyin, yola devam edin.

26 Ocak 2009

Anne ben kek miyim bisküvi mi?

Böyle dedi bana utanmadan. Ne dersiniz? Keksin desem kabarmaya çalışacak, bisküvisin desem ben neden bu kadar bücürüm diye dertlenecek. Bu çocuklarla uğraşmak zor iş! Fotoğraf da beklenir diye yazamadım ama ne yapayım bir türlü güzel ışık bulup çekemedim fotoğrafını bu çocuğun. Dün bardaktan boşanırcasınaydı yağmur. Bugünün güneşini ise spor aldı. Ardından da bir kase ev yoğurdu ve koca bir çanak salata. Marul, roka, su teresi, kırmızı lahana, havuç, ayçiçeği, taze soğan, taze sarımsak ve Laleli'nin muhteşem erken hasat zeytinyağı. Limonlar komşumuzdan. İşte öğle yemeğim. Sporun ardından. Sporu özellikle üzerine basarak söylüyorum ki spora başlamak isteyenler heves etsin, tez zamanda başlasın. İnanın çok daha enerjik hissedeceksiniz kendinizi. Bahara ne kaldı şurada, arkası yaz. Geç kalmadan başlayın sağlıklı beslenmeye, spora. (Yemek.Name dergisinin Ocak sayısında güzel bir evde spor yazısı var, onunla başlayabilirsiniz işe. Gündüzleri evdeyseniz Tv8'de Ebru Şallı'nın gösterdiği hareketleri de yapabilirsiniz. Bir spor salonuna yazılma şansınız varsa deneyimli bir hoca eşliğinde spor yapmak en iyisi tabii. Veya her gün en az 30 dakika yürümeyi seçebilirsiniz. Unutmayın ki beden 20 dakikalık egzersizden sonra yağ yakmaya başlıyor. Yani daha uzun süre hareket etmeniz gerekiyor faydasını görmek için.)
Gelelim kendini kek sanan bisküviye. Aslında herşey bir paket diyet bisküvi ile başladı. Elma lifli bu bisküvi paketinde hepi topu 6 adet bisküvi var. Adı "diyet" bisküvisi ama bir pakette (sadece 50 gr) tamı tamına 167 kalori var. Ben alasını yaparım dedim, kafamda tarifi kurdum. Sonra kolları sıvayıp mutfağa girdim. Üç havuçla üç elmayı soyup dilimledim, bir su bardağı organik kuru üzümle (çekirdeksiz) birlikte haşladım. Su koyun ama çok da fazla değil. Havuçlar yumuşadığında ateşten alın, blenderden geçirin. Biraz soğudu mu içine 2 çorba kaşığı zeytinyağı ve 2 çorba kaşığı bal koyun. Bal koymasam da olurmuş, fazla bile geldi tadı. Kuru üzüm yetecekmiş. Bu tarifte yumurta yok, bir çay kaşığı karbonat yetiyor kabartma işine. Zaten kabarık bir kek olmaya niyeti yok, bisküviye daha yakın olmak istiyor. Bir tatlı kaşığı tarçın, bir çay kaşığı toz zencefil, 1 su bardağı yulaf ezmesi, 1 su bardağı organik beyaz un kullandım. Tam un da kullanabilirsiniz, tercih sizin. Yarım su bardağı kadar da kırılmış ceviz. Kalorisi daha düşük olsun isterseniz cevizi koymayabilirsiniz ancak çok da yakıştığını söylemeliyim. Yağladığınız fırın tepsisine yayın (1 parmak bile olmuyor kalınlığı) ve 170 derecede ısıtılmış fırında yarım saate yakın pişirin. Mini fırın tepsisinden 16 dilim çıktı. Kalori hesabı yaptım, 65 gramlık bir dilimde 121 kalori var. Bir tanesi bile yetebilir ya diyelim ki iki tane yediniz 242 kalori almış oluyorsunuz. Ne dersiniz denemeye değer mi? (Yarın fotoğrafını çekip koymaya çalışacağım.)

25 Ocak 2009

Temizlik ve arınma üzerine

Güzel dostum Nilambara'ya temizlik hallerimden bahsetmiştim. O da bana cevaben demiş ki, "çok doğru bir zamanda yapıyorsun temizlik ve hafifleme işini... ne yazık ki geç kaldığım bir yazım var sırada, pazartesi günü Çin astrolojisine göre yeni bir yılın ilk günü ve bugünün öcesinde özellikle yaşadığımız ortamdaki enerjiyi temizlemek, yenilemek çok önemli... bu yazıyı cumartesi akşamına yetiştirebilmeyi umuyorum :)"
E hadi ne duruyorsunuz, temizlenelim. Sadece fiziki temizlenmeden bahsetmiyorum, ruhumuzu ve zihnimizi de temizleyelim. Olumsuz düşüncelerden, korkulardan, öfkelerden, kırgınlıklardan... Yaşadığımız ortamdaki fazlalıkları atalım, verelim azalalım. Bedenimize sağlıksız yiyecek ve içecekleri sokmaktan vazgeçelim. Sağlıksız her maddeyi sağlıklısıyla değiştirelim. Mesela rafine yağlardan aldığımız söylenen (ki hakikaten almıyoruz) vitamin ve mineralleri doğrudan kaynağından alalım. Salatalarımıza ayçiçeği serpeleyelim mesela veya susam. Diyetimize soya fasulyesini sokalım, fındığın besin değerinin rafine edilmiş, binbir işlemden geçirilmiş yağında değil kendinde olduğunu bilip kendisini yiyelim (tabii cevizi, bademi de çiğ halinde yemek en güzeli). Sonra o hazır bisküvileri, kekleri, çorbaları, gazlı içecekleri üfleyelim gitsinler hayatımızdan. Evde alasını yaparız biz onların. Mitmit arkadaşım (hernekadar bu aralar bloguyla ilgilenmiyor olsa da linki verdim, güzel anılarla tanışın diye) oğlunu "pekmez kola" ile büyütmüştü. Suyla karıştırılmış pekmez! Ne dahiyane bir buluş. Maden suyuyla karıştırılsa daha da başka bir güzelliği olur eminim. O kadar çok, o kadar çok sağlıklı alternatif var ki sofralarımızdaki, dolaplarımızdaki yiyeceklerin, bir kısmını bile değiştirsek kardır.
Sonra taze meyveler, sebzeler. Memleketimiz ne zengin! Her mevsim muhteşem renkler var pazarlarımızda. Ah sonra yabani otlar. Öyle güzeller ki. Artık her şehirde, her pazarda otlar bulunuyor. Yalnız aman diyeyim, bilmediğiniz, emin olmadığınız otları toplamayın, geçenlerde arkadaşlarım yanlış toplanan otlar yüzünden ölümden döndüler. Ya bilenlerle çıkın toplamaya, ya bilen birilerinden alarak tüketin. Bugünlerde Bodrum'dan (pardon Garova'dan) Mehmet dost otları anlatıyor blogunda. Ona da kulak verin, Bodrum'un otlarını tanıyın. Daha da iyi tanımak istiyorsanız Bir Ot Masalı'nı satın alın.
Temizlenin, arının.
Daha doğrusu temizlenelim, arınalım, Nilambara'nın yazısını hevesle bekleyelim...

23 Ocak 2009

Bugün ne günü?

Bu fotoğrafı Kars'ın Yalçınlar köyünde çekmiştim. Ermenistan sınırındaki son köy Yalçınlar. 2006 yılında, Beti ile, Yer Gök Anadolu Derneği'nin projesi kapsamında gitmiştik. Sevgili şoförümüz Tahsin'in kayınvalidesi Suna teyze bize tandırda ekmek yapımını gösterecekti. Tüm evin ekmeğini o yaptığı için kocaman bir teknede hamur yoğurmuş, mayasının gelmesini beklemişti. Hamur hazır olunca bezeleri hazırladı, gelinler bezeleri tandır odasına getirdiler, o da açmaya başladı. Onlar pide ve lavaş ekmeği yiyorlar daha çok ama o gün bizim için fotoğraftaki nefis mafişleri de pişirmişti. Tandırdaki tezek harlı yanarken tencereyi üzerine sürmüş, kendi ineklerinin sütünden ayırdıkları kaymakla yaptıkları yağdan eritmiş ve kızartmıştı birer birer. Mafişler hazır olunca gelinlere çeçil getirin diye seslenmiş, sonra "hadi soğutmadan yiyin," demişti. Bugün benim de ekmek günüm. Suna teyzenin maharetli ellerini hatırlayınca o günden bir fotoğraf koymak istedim bu yazıya. Benimkinin nasıl olacağı meşhul henüz! Nicedir yapmadığım "ekşi mayalı ekmek" yapımına giriştim, mayamı 4 gün önce başlattım. İçine organik unlar koydum, buğday ve arpa unları, biraz da yulaf ezmesi. Dilerim güzel bir ekmek olur. Yoğurdum ve pişireceğim kaba koyup kabarmaya bıraktım. Ayrıca yoğurt mayaladım, yarım kalan "bahar temizliği"me devam ettim. Benim için temizlik ve bereket günü bugün. Ondan yazının başlığı "bugün ne günü?" oldu. Bilmem bugünün sizler için de benzer anlamları var mı?

20 Ocak 2009

İstanbul'da ne arıyordum?

Biliyorsunuz bir süre önce sizden simit fırınları ve doğal mayayla ekmek yapan fırınlar hakkında bilgi istemiş ve neden istediğimi söylememiştim. Artık iş yapılıp bittiğine göre gönül rahatlığıyla söyleyebilirim. Bilgi gönderen tüm blog komşularıma ve çekimleri mekanlarında yaptığımız kişi ve firmalara teşekkür ederim. Herşey kasım ayında, Kanadalı bir televizyon şirketinden gelen bir e-posta ile başladı. Dünyanın 70 ülkesinde yayımlanan Chef Abroad programının bir bölümü için İstanbul'da çekim yapacaklardı, yardımcı olur muydum? Tabii dedim ve başladık yazışmalara. Sonra benim de programda yer almamı istediler. Uzun ve zaman alıcı bir çok detay konusunda yazışmalar, telefon görüşmeleri yapıldı, çekim yapılacak mekanlar saptandı ve 10-12 Ocak günleri arasında İstanbul'daki çekimleri yaptık. Fotoğrafta gördüğünüz balık ekmek tekneleri de vardı çekim mekanları arasında, Sultanahmet Camii, Mısır Çarşısı, Çiya, Vefa Bozacısı, Karaköy Güllüoğlu da. Özge Samancı bize kurs mekanını açtı, mantı ve gözleme yapımını gösterdi. Karaköy'de bir simit fırını ile Beyoğlu'nda bir ekmek fırınında, sokaklarda... pek çok yerde çekim yaptık ve ekibi yolcu ettim. Türkiye'de bu program gösterilmiyor ama yayınlanacağı zaman (haber verirlerse tabii) buradan duyururum ki başka ülkelerde yaşayan komşularımız, okurlarımız 2 metre boyundaki Michael'la İstanbul sokaklarını arşınlayan Tijen'i izleyebilsin. Bugüne kadar hiç izlemediyseniz ve food network televizyonunu (bu Kanada'daki kanalın sitesi) izleyebiliyorsanız Chef Abroad'u ve programın sunucusu Michael Smith'i izleyin. Çekim ekibi harikaydı. Çok yorucu bir programımız vardı ancak eğlenmekten de geri kalmadık. Bir kez daha, emek veren, yardımcı olan herkese teşekkürler!

18 Ocak 2009

Metro-Gastro dergisi

Derginin son iki sayısının kimi bölümleri pdf dosya olarak şu adrese yüklenmiş:
http://www.metro-tr.com/servlet/PB/menu/1094490_l8/index.html
Son sayı için hazırladığım yazının ilk iki sayfası sağdaki dosyada yer alıyor. Finlandiya'nın Turku kentinde gezdiğim elsanatları müzesine dair bir yazıydı bu, o gezide beni en çok etkileyen iki müzeden biri (ki diğeri de yine aynı kentte bulunan Eczacılık Müzesi) idi bu müze. O gün ışık o kadar güzeldi ki, fotoğraflar rüya gibi çıkmış, beni bile şaşırtmıştı!

Güneşli bir günden duygular

Ek-le-me. Sevgili Handan, neden yayınlamayayım ki? Kimseye zarar vermeyen, hakaret içermeyen, kişisel fikrini beyan eden bir yorum. Teşekkürler yazdığın için. Elbette zaman zaman hepimizin kafası karışıyor. Eğriyi doğrudan ayırmak şu ortamda daha da zor. Bu yüzden her fikir yararlıdır ancak Ümit Suna'nın yorumunu da oku derim. Seni Sultan kadınla tanıştırmak isterdim. Sadece onun gibi düşünenler, emek verenler için bile olsa bu hareketi desteklemek, organik üretimin yanında olmak gerek diyorum. Bu kıyıdaki bir deniz yıldızını suya atmak gibi bir şey. Sadece kendi bedenimiz için değil, daha yaşanılır bir dünya için, gelecek için kendi kapımızın önünü temiz tutmak için belki.
*
Güneşli ve sıcacık bir gün Antalya'da. Parklar dolu. Koşanlar, yürüyenler, spor yapanlar, çocuğunu gezdirenler... Bir de benim gibi Ekolojik Pazar'a gidenler var, kolunda pazar çantası. Krizden midir, fiyatlardan mı bilinmez, pazarın neşesi yok pek. Satıcısı da, alıcısı da azalmış. Bir yandan üreticiyi, satıcıyı, öte yandan tüketiciyi düşünüyorum. Neticede ben de bir tüketiciyim. Sağlıklı ürünler tüketmek istiyor ve organik tarıma inanıyorum. Yıllardır organik tarım için emek veren, direnen, varını yoğunu bu işe koyan dostlarımın yaşadıklarını birinci elden biliyorum. Ancak maddi gücüm bir yere kadar. Pazar fiyatlarının 2-2.5 katına gelen fiyatlara nereye kadar dayanabilir insan? Taa Afyon Başmakçı'dan yetiştirdiği sertifikalı organik ürünleri getiren Sultan olmasa daha da zorlanacağım gitmekte. O geliyorsa soğuk, yağmur demeden, diğer dostlarım ürün getiriyorsa, ben de gitmeliyim diyorum ya kimi zaman zorlanıyorum. Örneğin bizim Salı Pazarı'ndan bir süre önce aldığım gayet leziz gün kurusu kayısıların kilo fiyatı 8 tl iken organik sertifikalı kayısıların 250 gramına 6-7 tl vermek durumundayım, en az 3 katı. Ah bilmiyorum dostlar. Bu işin içinden çıkamıyorum. Keşke hesabını yapmadan alabilsem bu ürünleri, destekleyebilsem tüm dostlarımı ve emekçileri. İşte yandaki manzaraya karşı bir bardak portakal-nar suyu içerken bunları düşünüyordum, güneşin altında.

17 Ocak 2009

Yöresel ürünler

Bu siteyi biliyor musunuz:
http://www.yoresel-urunler.com/default.asp
Şu da sitenin kuruluşuna dair bir yazı:
http://www.ascilardunyasi.com/haberdetay.aspx?haber=2679
(Yazıya ek: Banu uyarmış, internetten satış yapan firmaların kredi kartı kullanım güvenliği açısından SSL sertifikasına sahip olması gerekiyormuş. Site sahipleri güvenilir olabilir ancak internet güvenilir bir yer değil demiş ki çok haklı. Ayrıca sabit bir telefon numarası da belirtilmesinin firma güvenliği açısından önemli olduğunu belirtmiş. Ben de bu bilgileri sizlerle paylaşmak istedim, site kurucusuna da ayrıca ileteceğim.)

16 Ocak 2009

Bir tadım gününden kareler-II

Kısacık bir İstanbul seferinin ardından yazılıyor bu satırlar. Görmek, kucaklaşmak, birlikte güzel lezzetler tadabilmek istediğim pek çok dost vardı. NuNu'cuğumu ziyaret edeyim, ona kendi ellerimle nergis götüreyim isterdim mesela. Ama güzel haberlerini aldım ya, içim rahat. Bir dahaki sefere zıpkın gibi göreceğim onu. Gül'cüğümü, Hilal'i, Münevver'i, Işıl'ı... Bir çok blog komşumu görmeyi elbette çok çok isterdim. Biricik dostlarım var İstanbul'da, Fatma'cığım, Güniz'ciğim... Sonra Trize'nin lezzetlerini tatmak, canım Tamame'ciğimle çay içmek... Zevküsefa için değil, iş için geldim. İşi de anlatacağım elbet çünkü çok heyecanlı bir iş idi. Salimen bitti, misafirler yolcu edildi. Bir zeytinyağı aşkımdan bahsetmiştim, Laleli'nin filtre edilmemiş erken hasadından. Bir diğer aşkım da Kürşat'ın filtre edilmemiş yağı. Kürşat demek o zarif ürünlerinden de çok Zeynep demek benim için. Çantamda Kürşat'ın zarif şişelerinden biri, yenmeye hazır kuru domatesleri, İstanbul kuruyemişçilerinden alınmış mini fındıklar, hurmalar, Kırkambar'dan organik kayısı ve incir, Ayfer'ciğimin (Yavi) Bodrum'dan, Elif anamdan alıp getirdiği otlu bazlama ve gözlemeler, içi bademli yeşil zeytinler, Zeynebimin Ayvalık'tan getirdiği peksimet, lor ve kelle peyniri. Sevmek de, sevilmek de çok güzel. Bunu bir kez daha gördü yüreğim. Daha ne diyeyim, Nurhan'ın elinden yemekler, Ferda ve Tina'yla içe dönüş, Mahmut, Polonezköy, filizlenen bir bahçe, bahçede yemek, Bob'la ot sohbeti, ev yapımı mis kokulu garam masala, Ayfer'in Parsifal'inde içilen güzel bir çay, Çiya'nın lezzetleri, Ekoloji Fuarı'nda Ayşen, Çetin, Ayfer, İsmail, Sultan ve Vehbi'yle bir güzel öğle yemeği... (Fotoğraftaki de Dilara'nın midyeli pilavının resmidir. Tadılmış ve on puan verilmiştir. Ancak söylemeliyim ki Abra Cadabra ucuz bir yer değil. Herkesin kesesine göre olsun isterdim ya zaten bu sefer İstanbul'daki fiyatlar iyice şaşırttı beni. Ortaköy'deki kahvelerde kaşarlı tost 5 lira, portakal suyu da 5 lira. Galata Köprüsü altındaki kahvelerde ise Türk kahvesi 5 lira. Kendime otur oturduğun yerde, İstanbul senin nene gerek dedim mecburen.)

15 Ocak 2009

Bir tadım gününden kareler-I

Karenin birincisini buraya yerleştirdim ya tadım gününden önce Ekoloji Fuarı'ndan kısaca bahsetmek istedim. Kısacık da olsa uğrayıp pek çok dostu görmek, hepsiyle kucaklaşmak, bıkmadan, usanmadan, her türlü zorluğa rağmen doğru bildikleri yolda yürümeye devam ettiklerini görmek ne güzel. İstiyorum ki siz de görün, tanıyın onları. İstiyorum ki biz de varız, biz de size destek olacağız deyin. İstiyorum ki o lezzetlerden tadın, tattırın. Fuar bilgilerine aşağıdaki yazıdan ulaşabilirsiniz. Tadımlar, film gösterimleri, konuşmalar ve fuarın ortayerindeki pazaryerinde organik ürünleri satın alma imkanı. (Taksim ve Kadıköy'den otobüs seferleri varmış, aynı siteden öğrenebilirsiniz.)
*
Bu tadım kareleri nereden mi? Çılgın arkadaşım Dilara'nın yeni mekanından, Abra Cadabra'dan. Onun yaptıkları beni hep heyecanlandırmıştır, ilk mekanı dilara'sabra sadabra'yı açtığından beri. Türkiye'nin her tarafından malzeme bulup getiren, bu malzemeleri pek çok yeni lezzette kullanır. Çok olmuştu görmeyeli. Kısaca da olsa görüşebildiğimiz için çok mutluyum. Çok kısa, pek çok dostumu arayamadan, göremeden veda ettiğim İstanbul'a dair bir kaç kare daha sırasını bekliyor elbet. Sırayı bozmadan ilerliyoruz. Sondan başa doğru...

13 Ocak 2009

Ekoloji Fuarı başlıyoooooor!!!!!

Yarın (15 Ocak) günü açılıyor fuar ve 18 Ocak 2009 akşamına kadar devam ediyor. O kadar çok etkinlik var ki. Hepsi de birbirinden ilginç. Hani insan gidip orada bir yere kıvrılıp uyumak, ertesi sabah etkinliklere kaldığı yerden devam etmek isteyebilir. İstanbul'da olanlar, vakit ayırabilenler mutlaka, ama mutlaka gitsin derim. Öyle güzel şeyler görecek ve muhtemelen tadacaksınız ki... Tüm aktiviteler için:
http://www.ekolojifuari.com/index.php?p=38

12 Ocak 2009

Beyrut'ta bir pazaryeri

Beyrut'a gittiniz mi? Ben gitmedim. Hep istemişimdir orayı görmeyi. Şimdi sanırım bir nedenim daha var gitmek için: Souk El Tayeb. Beyrut'un ilk ekolojik/doğal pazaryeri. Açılış sayfasında "Faces and Stories" adlı bir bölüm var. Oraya bir göz atmanızı dilerim. Herkes işini nasıl da gururla sunuyor. Gözlerinden belli gururları. (Anlatacak şeyler var elbet ya geçtiğimiz beş gün son dönemlerin en koşturmalı, en yorucu, en erken uyanmak durumunda kaldığım, geceleri en az uyuyabildiğim, en stresli günleriydi. Bir o kadar da keyifli ve ilginç anlatacağım elbet ya dinlendikten -en azından koşturma bittikten- sonra.)

09 Ocak 2009

Peynir ve zeytinin ardından

Evet, peynirlerle zeytinden bahsedince yanında simit de gerekiyor. Sıcacık. Hatta mümkünse fırından yeni çıkmış. İşte resimdekiler öyle. Daha ılık olduklarından poşeti kapatmadan götürmem gerek. Tık tık, huuu Ayşe'ciğim yerinde misin? Simitlerimle geliyorum. Ayşe'de otlar, İzmir tulumları, Akhisar zeytinleri... Oooh. Güya az bir şey yiyeceğiz. Yanında da taze demlenmiş çay tabii. Tam kadın günü. Konuşacak şey çok ama yine vakit dar. Koşturma zamanı çünkü. O sokak senin bu meydan benim. Koştur babam koştur. Oraya yetiş, buraya yürü... Olsun, buna da şükür. Tazecik simit yedim ya, arkadaşımla sohbet ettim, onun güzel lezzetlerinden tattım, işlerimi hallettim ya. Gerisi kolay elbet. Hayat yolunda demek çünkü. Fazla söze ne gerek?
Bilmem en son ne zaman fırınından simit aldınız ama eminim çevrenizde bir simit fırını vardır. Girin kapısından içeri, o mis gibi kokusunu çekin içinize. Soğumadan götürün dostunuza, çalın kapısını. Çıtır çıtır yenecektir. Üstelik garip bir şekilde insanın iştahını açıyor bu meret, yaşama iştahını.

08 Ocak 2009

Zeytin ve Zeytinyağı Tadımı

Hani bazı insanlar vardır, onlara karşı yüreğiniz öyle bir sevgiyle dolu olur ki adlarını duymak bile sevgi kanallarınızı açıverir, işte Zeynep'ciğim de benim için o insanlardan biridir. Bugün o cıvıl cıvıl sesini duyduğuma nasıl sevindim. Zeynep'ciğim de ailesi de öyle özel ki onları anlatacak sözcük seçmek benim için çok zor. Mutfaklardan Taşan Öyküler'i okuyanlar Zeynep'in dedesi ve ailesiyle ilgili anlattıklarını hatırlayacaktır. Midilli'den mübadeleyle Ayvalık'a gelen ve Midilli'deki zeytincilik işini Ege'nin diğer tarafında sürdüren ve beş kuşaktır zeytin ağacına aşık bir aileden bahsediyorum. Fotoğrafta gördükleriniz benim en amatör zamanlarımdan birinde çekilmiş bir Kürşat tadım tepsisi. Bir fuarda çekmişim, neredeyse dört yıl önce. Zeynep'ciğim dedi ki pazartesi tadım günümüz var. Dedim ki mutlaka duyurmak isterim, yolunu düşürebilenler gelip o güzelim yağları, zeytinleri, sosları tatsın ve her birinin ardındaki emeğin farkına varsın. Buyrunuz, bekleniyorsunuz. Gerekli bilgiler aşağıda. Nişantaşı taraflarında olanlar mutlaka biliyordur bu şık dükkanı. O gün olmasa da bir gün mutlaka uğrayın, tabii İstanbul'da iseniz...

ZEYTİN VE ZEYTINYAĞI TADIM GÜNÜ
TARİH : 12 OCAK 2009, PAZARTESİ
SAAT : 16:00- 20:00
YER : KÜRŞAT ZEYTİNYAĞI MAĞAZASI
ADRES : ŞAKAYIK SOKAK, NO:57/1, NİŞANTAŞI
(KADIKOY DOLMUŞLARININ KALKTIĞI SOKAK)
TEL : 0 212 247 3031

07 Ocak 2009

Hangi peynirleri seversiniz?

Pek mükemmel bir fotoğraf sayılmaz. Ama sıcak ve gerçek bir sahneyi anımsattığı için önemli. Yer Cenova. Uzun yıllardan sonra ilk kez (tam 20 yıl) İtalya'ya gidilmiş. O gün uçaktan inilmiş (Bergamo'da) ve trenle Cenova'ya gelinmiş. Hava kapalı. Yer yer sağnak yağışlı. Yine yıllar sonra Avrupa'ya dönmenin heyecanı. Trende iken bir anda parlayan gökkuşağı hem gözümü almış hem gönlümü. İtalya bana gülümsemiş, hem de kocaman. Akşam Anna ve eşinin misafiri olacağım. Onlara Türk peynirlerinden götürmüşüm; Kars gravyeri, eski kaşar, İzmir tulumu ve isli çerkez peyniri. Hepsi Mısır Çarşısı'ndaki Cankurtaran'dan. Onlar da benim için Liguria peynirleri almışlar. Tam bir peynir akşamı olmuş, hepsinden tadılmış, yine Liguria'nın şarapları, nefis bir köy ekmeği, ekşi mayalı. O akşamın anısı hala taze, fırından yeni çıkmış ekmek kadar taze hatta. Söyleyecek çok şey var belki o ve sonraki günlere dair ya, kafam çok yorulmuş. Kent beni yoruvermiş birden. Kafamın içi kalabalık bir caddedeki trafiğin gürültüsü gibi. Yarı uyur, yarı delirmiş. Ah evet, sormayı unuttum, siz hangi peynirleri seversiniz? (Bu yazıyı neden yazdığımı da şimdi anımsadım. Bugünlerde sabah akşam peynir yemek geliyor içimden. Nedendir bilemedim. Vardır elbet bir sebebi diyerek son kalan galetamla çörekotlu "berendi" tulum peynirimi yiyeyim.)

05 Ocak 2009

Kanola yağı hakkında

Bugünlerde yorumlara yanıt yazamadığım, yorum bırakanlara teşekkür ziyareti yapamadığım için kusura bakmayın ne olur. Yoğun ve yorucu günler. Dilerim hepiniz afiyettesinizdir. Aman soğuklara dikkat.
*
Arzu Aygen, Kaybolan Tatlar adlı e-grubumuza kanola yağı ile ilgili bir yazı göndermiş. Biliyorsunuz bu aralar Türkiye'de de yükselişte kanola yağı. Hayret ve kızgınlıkla izlediğim (çünkü gerçekler reklamlarda her zaman çarpıtılır) bu haberlerden etkilenip kanola yağı tüketmeye başlayanlar olabilir (ben geçenlerde bir arkadaşımın ailesinin kanola yağı kullandığını gördüm mesela, demek ki reklamlar işe yarıyor). Yazı uzunca ancak içinde ilginç bilgiler var. Bir paragrafı var ki izinleri olursa burada sizinle paylaşmak istiyorum, o da sadece kanola değil, tüm "rafine" yağlarda (ayçiçek, mısırözü, soya, fındık vs) kullanılan bir işlem olduğu için bilinmesi gerekiyor. Yani sağlıklı yağlar tüketiyoruz zannederken aslında hiç bir besin değeri olmayan yağlar tükettiğinizi bilin istedim. Hatta lütfen, ama lütfen bu yağları sizlere öneren diyetisyen ve doktorlar da okusun istiyorum çünkü sağlık ve beslenme konusunda eğitim görmüş bir çok insanın olaylara at gözlükleriyle bakıp belli bilgileri göz ardı etmelerine katlanamıyorum. Yazının tamamı şu linkte:
http://www.iyilikguzellik.com/haber.php?haber_id=519

"(Modern yağ işleme biçiminde) Çok yüksek sıcaklıkta mekanik baskı ve çözücülerin etkisi ile yağ çıkarılır. Yağ çok iyi rafine edilse bile içinde bir miktar çözücü (genellikle heksan) kalabilir. Tüm modern bitkisel yağlar gibi, kanola yağı da kostik rafinizasyon, beyazlatma, zamklama işlemlerinden geçer. Bu işlemlerin hepsi yüksek sıcaklıkta ve güvenilirliği şüpheli kimyasallarla gerçekleştirilir. Omega-3 yağ asitleri yüksek sıcaklıkta işlem gördüğünde veya oksijen ile temas ettiğinde kolaylıkla bozulabilir. Bu yüzden deodorize edilmesi gerekir. Standart deodorizasyon işlemi ise, omega-3 yağ asitlerinin büyük bir kısmını yakarak onları trans yağ asidi haline getirir. Kanada hükümeti kanola yağındaki trans yağ asidi miktarını yüzde 0,2 gibi minimal bir oranda gösterse de, Gainesville’deki Florida Üniversitesi ticari kanola yağında yüzde 4,6 oranında trans yağ bulmuştur. Tüketicinin ise kanola yağının içindeki trans yağlardan hiç haberi yok; çünkü etikette yazılı değil."

03 Ocak 2009

İstanbul'da geleneksel ekmek fırını

Daha önce simit fırınlarıyla ilgili bir soru sormuştum, hatırlarsınız. Şimdi de ekmek fırınlarıyla ilgili bilgiye ihtiyacım var sevgili İstanbullu dostlar. Yardımcı olabilirseniz çok çok mutlu olacağım. Geleneksel ekmek yapan bir fırına ihtiyacım var. Odun ateşinde, mümkünse ekşi mayayla. Böyle fırınlar biliyor musunuz? (Çengelköy'deki Has Fırını ve Beşiktaş'taki Yedi Sekiz Hasanpaşa Fırını'nı biliyorum. Bunların dışında.) Şimdiden çok çok teşekkürler.

02 Ocak 2009

Yeni başlangıçlar

Madem yeni bir yıla başladık, ona uygun, tazecik bir resim seçeyim istedim. Büyümeyi, yeni başlangıçları temsil etsin. Bu güzellik çıktı diğerlerinin arasından, beni koy dedi. Nasıl hayır derim, peki olur gel bakalım deyip süsledim püsledim koydum yerine. Belki Brüksel lahanasını hiç böyle görmemişsinizdir. Kocaman ve genişce bir sap etrafında büyüyen mini lahanalar. Ne şık bir görüntü. Aslında çok sevmem Brüksel lahanasını. En azından lahanayı, brokoliyi sevdiğim kadar sevmem diyeyim, görüntüsünün hoşluğuna rağmen. Ankara'da yediği Brüksel lahanalı yemek annemin pek hoşuna gidince pazara gidince bana al da yemeğini yapayım dedi. Geçen pazar Ekolojik Pazar'a gidip de görünce yarım kilo aldım, o da kendi tarzında bir yemek yaptı, yedi, beğendi. Bense yeni yılın ilk gününde son zamanlarda yediğim en muhteşem çorbayı pişirdim. Sultan'cığımdan organik balkabağı ve pırasa almıştım, onlardan doğradım, iki havuç, yine ekolojik pazardan aldığım patateslerden, yayla domateslerinden doğrayıp buzluğa koymuştum, ondan bir avuç, bir de yine dondurduğum hafif haşlanmış beyaz barbunyalardan. Çok az zeytinyağı, deniz tuzu, taze çekilmiş karabiber, pul biber ve kekik. Doyamadım iyi mi? İçtikçe içesim geldi. Üzerine de ev ekmeğimden doğradım. İncecik dilimleyip kızartmıştım. Yeni yıla daha güzel başlayamazdım.