29 Mart 2010

Ben sade hallerini seviyorum sebzelerin

Böyle hallerini yani. Resim yazısı saçma oldu biliyorum. Zaten artık böyle şeyler söylemeye korkuyorum. Enginara taptığım için putperest zannedildim, şimdi de Sultani bezelyeyle aşk yaşıyorum sanılır diye korkmuyor değilim ya ne yapayım bir kere çıktı ağzımdan, yazdım. Antalya'da Sultani bezelye baharın en güzel sebzelerinden biridir. Çıktığı zaman ille de her hafta alırım. Enginar birinci sevgilimse, bezelye ikinci sırayı alır. Bazen yer değiştikleri de olur hatta. Ayıklarım güzelce, yani sadece tepelerini alır, varsa kılçıklarını temizlerim. Neyse ki Antalyalı pazarcılar insaflıdır, seçmenize izin verirler sebzeyi, meyveyi. Üşenirler çoğu zaman, poşeti uzatırlar, "doldur" derler. Benim poşetlerim yanımda olur her hafta. Temiz olanları pazar çantasına atarım çünkü. Böylece annemin evimize kazandırdığı poşet dağlarını eritmeye çabalarım. Körpe olanlarını seçerim. Kartlaşanlar liflenir, zor pişer hale gelir. Bezelyeleri ayıklayıp biraz suda bekletirim, çıtır hale gelirler. Güzelce yıkar yayvan tencereme alırım. Üzerine 1 çorba kaşığı sızma zeytinyağı (çok bile, bir tatlı kaşığı da yeter) az tuz, az karabiber, bol sarımsak. Kapağını kapatır pişmeye bırakırım. Başından da çok ayrılmam. Kendi suyuyla piştiğinden şöyle bir harlı ateşte tutup kısarım ateşi, 5 dakika, bilemediniz 7 dakika. Fazlası haksızlık olur güzelliğine. O çıtır çıtır hallerini yitirmeden yenmek isterler. Gelin siz söyleyin, ben aşık olmayayım da kimler olsun bu güzele?

26 Mart 2010

Permakültür Eğitim Programı-Dutlar Köyü/Menemen-İzmir

"Felsefesini, herkes ve doğa için dünyayı yaşanacak, iyi bir yer haline getirmek olarak özetleyebileceğimiz permakültür yaklaşımı; dönüşüm, hayal ve şimdi’yi yaşamak, doğaya karşı değil, doğayla birlikte çalışmak, yok eden değil, üreten olmak, yardımlaşma ve paylaşım, basitlik ve yerellik ilkeleri ile tanımlanmıştır. Bizlere, etiğin her şeyin başı olduğunu, korku ve tepki yerine sakinliği, gözlemciliği, imkansızlık duygusundan kurtulmanın ve insanın işleri istediği gibi yapmasının mümkün olduğunu söylemekte, herkes ve her şeyle etkileşim içinde tasarımlar oluşturmaktadır. Bu anlamda permakültür yaklaşımına göre PROBLEM, ÇÖZÜMDÜR."

Böyle diyor Dutlar Ekoköyü Girişimi ekibi ve permakültürle ilgilenen, bu konuda eğitim almak isteyenleri bekliyorlar. Eğitim 10 gün sürecek (2-11 Nisan 2010) ve Fransa Halk Permakültür Üniversitesi Müdürü Steve Read tarafından verilecek. 72 saatlik Permakültür Tasarım Eğitimi'nden sonra katılımcılara sertifika verilecek. (Eğitimcinin özgeçmişi ve Fransa Halk Permakültür Üniversitesi hakkında merak ettikleriniz için: http://www.permaculturefrance.org)

Bana gelen e-posta epey uzun. Tamamını buraya alamadım ancak program, ücret ve tüm ayrıntılar için lütfen doğrudan Ünzile Tekin (u.o7598 at gmail.com) veya Tülay Ararat’a (tulayararat at gmail.com) başvurabilirsiniz.
(Bu fotoğrafı bir bahar günü, Kazdağı'nda, Zeytinbağı'nda çekmiştim. Tam dört yıl önce. Öyle güzeldi ki doğa, şimdi bile gözümün önünde.)

24 Mart 2010

Öyle güzel ki kokuları...

Biraz önce İdefixe'den bir e-posta geldi. Kütüphane Haftası dolayısıyla kitaplarda indirim yapmışlar. Benim kitaplara baktım, hepsinde gayet güzel indirimler var. Tam liste için şuraya bakabilirsiniz. Bunlardan özellikle biri için -Turunç Kokulu Düşler- bir ricam var. Bu kitabı almadıysanız ve almak istiyorsanız (kendinize veya sevdiklerinize) şimdi alır mısınız? Bu soruyu sormakla sormamak arasında kaldım uzunca bir süre ya indirim haberini alınca sorabileceğime kanaat getirdim. Neden bilmem, yazarların çok para kazandığına dair genel bir kanı var. Çok satan kitapların yazarları kazanıyordur belki ama ne yazık ki bu satırların yazarı onlardan biri değil. Turunç Kokulu Düşler'den özellikle bahsetmemin nedeni şu: Basılan kitapların belli adedi satılamadığı için neredeyse iki yıldır telifimin yarısını alamıyorum. Alacağım çok bir para değil, söylesem şaşırır, bu kadar az mı gerçekten dersiniz. O kadar az. Asla emeğin karşılığı değil ancak Türkiye'de telifler ne yazık ki yazarların yaşamını sürdürmesini sağlayacak durumda değil. Biliyorum ekonomik kriz nedeniyle çoğunuz da benim gibi kemer sıkmaktasınız ancak diyorum ya, satın almayı düşünüyor idiyseniz, yazılarımı/kitaplarımı seviyor, destek vermek istiyorsanız... Bir gün biraraya geldiğimizde sizin için seve seve imzalarım, hem onu, hem elinizdeki diğerlerini. Ve size bugün koklamanız için turunç ağaçlarının insanın içini açan, ferahlatan çiçeklerini armağan ediyorum, teşekkürlerimle. (Yolunuz Beyoğlu'na düşüyorsa doğrudan Oğlak Yayınları'ndan da indirimli olarak satın alabilirsiniz.)

22 Mart 2010

Zor günlerin kurtarıcısı

Dünden bahsediyorum. Dün akşamdan. Evde yemek yok. Yani var da yetmez. Söylemesi ayıp, mercimek çorbası yapmıştım. Yanında bir şeyler daha yemek istiyorum. Sadece ekmek de kızartabilirim aslında ya biliyorum yetmeyecek. Karnımı doyurur elbet. Karnımı doyurur da gözüm tırım tırım başka bir şeyler aranacak. Ekmek elbette kendi ellerimle yoğurduğum kişnişli, ayçiçekli ekmeğim. Ekmekleri kızartıcıya koydum ama ilham bekliyorum. İlhaaam gel buraya bana yardım et. Ne yiyebilirim başka? Gözüme yumurtalar çarpıyor o an. Cuma günkü gezimizde Meltem'ciğim vermiş, bahçelerindeki tavukların yumurtalarından. Bir tane kırarsın. Öğlen salataya fazla geldiği için sakladığım taze soğanlar var, onlardan eklersin biraz. Bir kaç kaşık süt, biraz tuz, karabiber, kırmızı toz biber. Karıştırırsın güzelce. Aklıma bişi geldi (Maya öyle diyor), bir de helim kızartsam nasıl olur? Güzel olur. İnce dilimlenmiş hellimler yağsız tavada kızarsın. Onlardan boşalan yere yumurtamız yayılsın, incecik zaten, iki dakikada olur. Ekmek dilimlerimiz de incecik. Üzerlerine yumurtalar pay edilsin, hellimler dizilsin. Çorba olmasa da olurmuş yanında. Bu düpedüz bir öğün oldu. Ben bu işi çok sevdim. Yeniden hatta yeniden, bir yeniden daha yapabilirim.

16 Mart 2010

Sizi bu güzelle başbaşa bırakabilir miyim?

Sizi bu güzelle başbaşa bırakıp kaçayım diyorum. Sanki dünya alem bu fotoğrafı ve yazısını bekliyormuş gibi yapmanın alemi yok biliyorum. Ne acelesi var değil mi? Şimdi kendilerini yiyip çıkmam gerekiyor. Hikayesini dönüşte anlatsam?
*
İşlerimi hallettim. Dönüşte bizim Torun Gıda'ya uğrayıp lor peyniri ve süzme yoğurt aldım. Artık hazır yoğurtları yiyemez oldum. Süt tozu kullandıklarından mıdır, yoğurt yiyormuş gibi olmuyorum. Her zaman kendim mayalarım yoğurdumu ya bu hafta iyi süt bulamadığım için yoğurtsuz kaldım. Torun Gıda'nınki %100 süttenmiş, öyle dediler yemin billah. Bir de Çankaya Simit Fırını'na uğradım. Çarşıya yolum düştüğünde oradan alırım simidimi. Fırından yeni çıkmış. Çayın yanında lor ve simit. Neyse ne diyordum, bu güzel arkadaş "neye niyet neye kısmet" şeklinde çıktı ortaya. Mercimeklerimi ıslatmıştım. Aslında gelincik otlu pişirecektim ya kısmet bu mini kabaklaraymış. Yılın ilk kabakları. Geçen perşembe yolum düştü diye gittiğim Meltem Pazarı'nda, yere oturmuş bir nene gördüm, önündeki üçer beşer demet maydanoz, adaçayı gibi otların yanına biraz da miniminnacık kabak koymuş. Tarla mı dedim tarla dedi. Bu zamanda çıkar mı dedim, daha ilk topladım dedi. İnanayım mı inanmayayım mı diye iki arada kaldım. Sonunda yarım kilo aldım. Baktım bozulacaklar sıra gelmeden, ben de hepsini bir güzel yıkadım. Tencereye yarım halka halinde doğradığım soğanları, süzdüğüm mercimekleri, az sızma zeytinyağı (hatta filtre dahi edilmemiş), tuz, karabiber ve tane kimyonu, biraz da su koyup yaktım ocağı. Çabucak piştiler, kabakları ekledim. Bir kaç dakika da birlikte pişirdim. Oldu mu leziz bir bahar yemeği. Hepsi bu kadar aslında. Basit değil mi? Ah evet, sonradan bol sarımsak da ekledim. Üzerindekiler poz verirken eklenen çörekotları.

14 Mart 2010

Bizim sokaktan geçenler

Bugün pazar ya, üzerinize afiyet biraz geç kalkmışım. Tabii kendine gel, çayını demle, kahvaltıyı hazırla derken hava iyiden iyiye yumuşamış, sabah serinliği kırılmış. Bahar geldi ya bizim mahalleye, pek bir cıvıltılı ortalık. Bir kere erikti, kayısıydı, şeftaliydi meyve ağaçları pıtırak gibi çiçeklenmiş durumda. Turunçlar da tomurcuklandı. Hatta bu sabah turunç çiçeği kokusu duyar gibi oldum. Gözlerimi kapatıp derin derin içime çektim. Artık balkonda yapıyorum kahvaltımı. Yerleştim, başladım yemeye. Bugün güzel de bir sürpriz vardı. Sizin oralarda da var mıdır bilmiyorum, bizim bir müzisyen delikanlımız var. Yanındaki kızkardeşi midir karısı mıdır bilmem, o akordeon çalar, kız da onunla dolaşır. Geçimlerini öyle kazanıyorlar herhalde. Fazla bir şarkı bildiği yok, en çok "hatırla sevgilim, o mesut geceyi..." şarkısını çalar. Bir de Balalayka mıdır? Rus müziği hani, onu. Aman dedim ne şanslıyım. Planlasam olmaz. Kahvaltımı canlı müzik eşliğinde ediyorum. Sonra bizim sokaktan geçenleri düşündüm. Balıkçımızı, simitçileri, eskicileri, çöp toplayanları, sesi pek duyulmayan ve çoğu zaman yakalayamadığım sütçüyü, müzisyenin arkasından geçen süpürgeciyi, kışın ayva, sonbaharda bamya satan yaşlıca amcayı... Ne çok insan geçiyormuş meğer bizim sokaktan. (Bu fotoğraf Ocak 2007'de, erkence bir Antalya sabahında çekildi. Dağlarda hala kar vardı. Hoş şimdi de var ya. Bizim sokağın manzarası değilse de hemen arka sokaktan çektiğim için uygun buldum, buraya koydum.)

11 Mart 2010

İsterseniz görmemiş olun

Siz görmemiş olun ben de bu fotoğrafı buraya koymamış olayım. Hatta mümkünse bu böreği yapmamış olayım. Daha da öncesine gidelim, pazar dönüşü yufkacının önünde duraklamamış olayım. Onun da öncesinde kafamda pırasalı, kaşar peynirli bir börek yaratmamış olayım. Sigara böreği mi sarayım, fırında mı yapayım kavgasını yaşamamış olayım. Güzel olurdu doğrusu. Hem bu çıtırıkları yememiş ve gereksiz kalorileri almamış olurdum, hem vaktimi börek yapmak yerine işime odaklanmakla geçirmiş olurdum hem de tam acıkılan bir saatte sizi zor durumda bırakmamış olurdum. Ama artık çok geç. Yufkacıya girdiğimde herşey bitmişti zaten. Bu kadar çıtır pıtır, bu kadar tatlı, bu kadar gevrek, bu kadar iştah açıcı ve lakin bu kadar yasaklı olmayaydı ne olurdu sanki. Hele o üzerindeki çörekotları bu kadar yakışmayaydı. Tam arzuladığım, hayal ettiğim gibi çıkmayaydı ortaya. Velhasıl bunları düşünmek için artık çok geç. Olan oldu, su testisi su yolunda kırıldı. Yanına çay demlendi, birer ikişer... Ahhhhhh bu acıların en tatlısı.
(Not: Bu börek herhalde olabilecek en "az yaramaz" böreklerdendir. Yumurta, yoğurt, süt, tereyağ falan yok içinde. Sadece yufkaları su+zeytinyağı karışımıyla ıslattım, üzerlerine de aynı karışımdan sürdüm. Yerken ellerim yağlanmadı bile. Siz benim dediklerime bakmayın, yazdıklarım eğlencelik. O kadar da suçluluk hissetmedim, bilakis, keyifle yedim böreklerimi.)

09 Mart 2010

Sana tapıyorum enginar!

Aklı fikri sadece yemekte olan (ki olmadığı söylenemez), yemekle yatıp yemekle kalkan (rüyamda bile yemek görüyorum ben), yemeği herşeyin, her değerin önüne koyan (yok canım o kadar da değil) biri olsaydım neye tapınacağıma karar vermekte pek de zorlanmazdım sanırım. Yok yok zorlanırdım. Her mevsim aklımı çelecek bir şeyler var çünkü şu evrende. Ya da her gittiğim yerde veya her saatinde günün. Ancak bahar geldi mi tüm duyargalarım enginara yönelir. Yani tabii taze sarımsağa da bayılırım, bezelyesiz haftam geçmez, yeşilliklerden yeşillik beğenemem ama varsa yoksa enginardır benim için. Taparım, tapınırım. İbadetim olur enginar. Cüzdanımdaki neredeyse bütün parayı (ya da şöyle diyelim, aslan parçasını) enginara harcarım. Enginarcım vardır pazarda. Her seferinde bütün paramı sana veriyorum diye söylenirim. O da bilir benim huysuzluğumu, en güzellerini seçer enginarların. Yandaki yeşillikçiden limon alırız. O limon tuzlu suya değil sokturmak, yakınından bile geçirttirmem enginarlarımı. Her seferinde aynı konuşma geçer aramızda, sakın ola o sudan koymayasın, sadece limon suyu. Ama kararıyor abla der. Kararsın derim. Eve gider gitmez limonlu suda haşlıyorum zaten, karalığından eser kalmıyor. Bu fotoğraftakiler Gisela'cığımın bahçesinden. Bazen de o güzelim enginarlardan yerim. Ya da benim sevgili sütçümün enginarlarından. Bugün olduğu gibi. Dört ayıklanmış, üç de kabuklu enginar almıştım geçen hafta. Temizlenmiş olanları haşlayıp soslamış, öyle yemiştim. Kabuklulara ise ancak bugün sıra geldi. Limonlu, tuzlu suda kabuklarıyla haşladım. Şimdi sosunu hazırlar, kabukları teker teker ayırıp diplerini sosa banıp afiyetle sıyırırım etli kısımlarını. Taa kalbine gelene kadar. Kalbi en heyecan verici yeridir. Üzerindeki tüyleri ayıklar şöyle güzelce batırırım sosa ve gözlerimi kapatır, yavaş yavaş ısırırım. Bitmesini hiç istemezmişcesine. Bitse de ne farkeder, mevsim enginar mevsimi. Yeniden pazara çıktığımda yeniden alırım. Olsun. Yine de bitmesin ilahi enginar. Yokluğuna dayanamam.
(Sos ve haşlama bilgisi: Kabuklarıyla enginar pişirmek istiyorsanız büyük bir tencereye bolca su koyun, içine 1-1.5 limonun suyunu, kabuklarını, biraz da tuz koyun. Enginarları yıkayıp tencereye koyun. Arada alt üst ederek en az yarım saat pişirin. Pişip pişmediğini anlamak için enginarların yapraklarından birer tane koparın. Eğer yapraklar kolaylıkla kopuyorsa pişmiş demektir. Biraz soğuduktan sonra rahatlıkla yiyebilirsiniz. Sosunu ise salata sosu gibi hazırlayacaksınız. Bir kaseye zeytinyağı, tabii sızma olacak, limon suyu, tuz ve 1-2 diş rendelenmiş sarımsak koyun, iyice çırpın ve enginar yapraklarını bu sosa banıp yiyin.)

06 Mart 2010

Toprağa cemre düşmüş bugün

Cemre güzel bir isim. Güzel de bir sözcük. Bugün 6 Mart. Toprağa düşüyormuş cemre. Cemre ne demekmiş diye TDK Sözlüğü'ne baktığımda "ısı farkı" anlamına geldiğini gördüm. (Nişanyan Etimoloji Sözlüğü'ne göre aynı zamanda "kor, köz" anlamında kullanılıyor) İnsan arkasında derin anlamlar arıyor değil mi? Ruhani bir şeyler. En azından baharın gelmekte olduğunu müjdeliyor bu sözcük. Suya, toprağa, denize... Hepsine düşüyor teker teker ve bir de bakıyorsunuz dallara su yürümüş, etraf yeşile bürünmüş. Ne güzel.
*
Bugünün fotoğrafıyla başlığı alakasız. Sabah güzel fotoğraflara bakarken (başkalarının çektiği), benim de güzel fotoğraflarım var mı acaba diye arşivi açtım. Bu fotoğrafı bir gün Maya'cığımı okula bırakmış dönerken çekmiştim. Brooklyn günlerinden birinde. (2007'nin Aralık'ıymış, iki yıl geçmiş üzerinden.) O sabah öyle güzeldi ki ışık ve o tüye öyle güzel vurmuştu ki güneş, dayanamamıştım. Her bakışımda içimi ferahlatır bu fotoğraf. Neden bilmem. Belki baharın gelişiyle bağlantılandırmışımdır. Bahar en sevdiğim mevsimdir çünkü. Hafiflediğim, yaşama karıştığım... (Tabii ya, bağlantıyı buldum: Tüy ve hafiflik!)

03 Mart 2010

Simitçiii... Taze simiiit vaaarrrr...

Dün sabah erken uyandım. Yedi gibi. Benim için erken tabii. Yoksa bilirim binlerce insan o saatlerde çoktan yola koyulmuştur. Gözler mahmur. Kimi kahvaltı edecek vakit bulamamış, kimi çocukları okula bırakıp işine yollanmış, kimi ekmek alacak parayı denkleştirmenin derdinde. Her sabah mırıldandığım dilekleri, duaları tekrarlarken bir anda onun sesini duydum: "Simitçiiii... Taze simiiit vaaaarrrr..." Başka zaman olsa bu saatte geçilir mi, uyuyan var, hasta olan var, bu kadar bağırmanın ne alemi var der kızarım. Oysa dün o ses cennetten çıkma gibiydi. Hemen fırladım yataktan. Balkona koştum. Tam da bizim apartmanın önünden geçiyor. Simitçiiii diye seslendim, üçüncü kata çıkar mısın? Kapıyı açın abla dedi. Tamam dedim. Geldi. Tablası simit dolu. Tepeleme. Abla ortadakiler sıcak dedi, onlardan seç. Üç tane aldım. Biri bana, biri anneme, biri yedek. Parayı uzattım, üstü senin olsun dedim. Bismillah dedi alırken. Siftah mı yapıyorsun dedim. Evet dedi. Bereketli olsun dedim. Sağol abla helal et dedi. Helal olsun dedim. Kapıyı kapatıp simitleri bir tabağa koydum, kahvaltıyı hazırlamaya giriştim. Çayı demledim, dolaptan kahvaltılıkları çıkardım. Evde olmak ne güzel şey dedim kahvaltı ederken. İyi ki simitçiler var hala. İyi ki geziniyorlar yaz kış sıcak soğuk demeden. İyi ki.