30 Mart 2009

Cevizli, üzümlü mini ekmekcik

Boston'da yaşadığım dönemde bizim mahalledeki bir doğal ürün dükkanına kafayı takmıştım. Kendisine değil de sattıkları bir şeye. Minik ekmekler, aynı resimdeki gibi. Ceviz ve kuru üzümlü veya pikan ve Amerikan kızılcıklı (cranberry'yi yaban mersini diye çeviriyorlar ancak bana doğru gelmediği için böyle bir isim uydurdum). Esmer undan yapılan hafif tatlı bir ekmek bu (fotoğraftaki pikan cevizi ve cranberryli). Dükkanın önünden geçerken dayanamaz mutlaka bir tane satın alırdım. (Boston'da yaşayan dostlar belki benim için kontrol edebilirler, Porter Square'den Harward Square'e giderken sağ taraftaydı, belki hala duruyordur.) Ne zaman benzer bir ekmek görsem o günleri anımsarım. Ufacık bir bütçeyle ama keyifle yaşadığım ve aslında hiç bir şeyimin de eksik olmadığı -ağız tadım yerindeydi ve sağlıklıydım ya daha ne olsun- zamanlar. Bu ekmeği Saliha'nın ekmek etkinliği için yayınlıyorum ama tarif yok şu anda elimde. Siz evde hazırladığınız ekmekten biraz ayırıp içine kuru üzüm ve ceviz koyduktan sonra ufak toplar yapıp atabilirsiniz fırına. Üzerine de artı şeklinde çizikler atın. Bakalım aynı güzelliği yakalayabilecek misiniz? (Söz ben de size güzel bir tarif vereceğim bir kaç güne kadar. Şimdilik şu tarifle idare edebilir misiniz?)

İşitme Kayıplılar için Türkçe Filmlere Türkçe Altyazı Projesi

Biraz önce Zerrin'in sitesinde görüp Delfina'ya uğradım. Delfina işitme kayıplılar için Türkçe filmlere Türkçe altyazı projesinden bahsetmiş ve sitelerimizde bu projeyi duyurarak destek olabileceğimizi söylemiş. Ben de bu sitenin okurlarına duyurmak isterim. Belki daha çok şey yapabiliriz. Neler yapabiliriz Delfina, sen söyle?

28 Mart 2009

Bütün bir makarondan daha güzel bir şey

Bütün bir makarondan daha güzeli yarım olanı. Ya da en azından bir lokma ısırılmış olanı. Çünkü o zaman haşmeti (veya azameti) azalmış olsa dahi lezzetini biliyor olursunuz. Bilmem yanılıyor muyum? Bir tanesi kaç kaloridir acaba diye düşünmeden edemiyorum tabii. Çok olmamalı, ufak tefek bir makaron olmamasına rağmen. Beni düşündüren içindeki kreması. Nedense tereyağ sürülmüş gibi hissettirdi. Bir tabaka tereyağ. Makaronun zerafet ve hafifliğiyle tezat bir krema bu. Onu yemeyip sadece çıtır ve de kıtır makaronu mu yesem ki? Çocuk olsam hadi neyse. O zaman kremalı bisküviyi ikiye ayırır, kremasını yer bisküviyi eh işte, mecburiyetten kıtırdatırdık. Kremasını çıkarmaya kalksam o tül kadar hassas, kırılgan makaron çıtırdayacak, parçalara bölünecek. En iyisi gözlerimi kapatıp tamamını yemek, kalorisine de boşvermek. Başka da yapılacak bir şey yok galiba.

26 Mart 2009

Siyah pirinç

Yorumlar üzerine bir not eklemek istedim. Siyah pirinç Türkiye'de de bulunan yabani pirinçle aynı şey değil. (Yabani pirinç tatmak istiyorsanız Gurmenet'in sitesinden satın alabilirsiniz.) O ince, uzun, piştiğinde ortadan ayrılan, içi beyazımsı bir tür. Daha çok su kaldırıyor, daha zor pişiyor. Gerçekte pirinç değil, yabani bir yulaf türü (su yulafı). Bu türle ilgili bilgi Amerikan Pirinci sitesinde Türkçe olarak bulunuyor. Ama bu biraz reklam ağırlıklı site tabii, Amerikan pirincini övüyor. Oysa bu türün bilinen adlarından biri Kanada pirinci, yani aslen Kanada'da yetişiyor. Wikipedia'nın İngilizce sitesindeki bilgiler daha açıklayıcı bence. Sitede yabani pirincin dört türü olduğu, bunların üçünün Kuzey Amerika'ya has, birinin anavatanının ise Çin olduğu belirtilmiş.
*
Pirinç sevmeyen var mıdır? Yoktur herhalde. Pilavını yaparız, sütlaca koyar, yaprakları, biberleri doldururuz onunla. Köftelere girer, mücvere dönüşür, çorbada yer alır... Oooo, pirinçle yapılan pek çok şey sayabilirim size. Hatta böreği, poğaçası, değil mi? Yeryüzünde onlarca çeşit pirinç var. Beyazı, esmeri, kırmızısı, siyahı, ufağı, büyüğü, tombulu, zayıfı. Her kültürün de kendine göre bir pirinç yiyişi var. Çinliler yemeğin yanında sade pirinç pilavını ekmek yerine yerken Japonlar balığın etrafına sarıyor veya altına yatak yapıyor onu. Bali'de ve diğer kimi Asya ülkelerinde muz yaprağına sarılarak tatlıya dönüşüyor. Fotoğrafta gördüğünüz bir adı da "forbidden rice" (yasak pirinç) olarak bilinen siyah pirinç. Wikipedia'ya göre besin değeri yüksek, demir açısından zengin bir tür yasak pirinç. Bir teoriye göre eski dönemlerde besin içeriği ve az yetiştirilmesi nedeniyle Çin'de hükümdarlar ve üst düzeyden kişilerden başkasının yemesi yasak olduğu için bu adı almış. Fotoğraftaki tabakta siyah pirincin dışında bir de edamame var. Taze soya fasulyesi taneleri yani. Bir de soğan. Ben yapmadım, yedim. Dolayısıyla tam olarak malzeme listesini sayamam ancak bu tarifi taze bakla ile hayal ediyorum şu anda. Tek başına bile öyle lezzetli ki, yanında başka yiyecek olmadan yiyebilirsiniz. Tabii tek başına pişirmekte ve diğer malzemelerle sonradan karıştırmakta fayda var. O kadar güçlü bir rengi var ki, yanına gelen herşeyi boyayabilir.

24 Mart 2009

Pofuduk pofuduk

Bilgisayarımdaki bir virüs sorunu yüzünden Narince'nin şu hamuru bilgisi sayfasına doğrudan link verememiştim. Şimdi durum düzeldi gibi, linki düzelttim, bakabilirsiniz.
*
Bugün pofuduk bir lezzet tatmaya ne dersiniz? Tam içi boş, hafif, mideye oturmayan lezzetler tatmalık bir gün bugün. Ne bileyim, haberler, seçim, şu bu derken midemize oturan bir sürü şey var zaten bugünlerde, hiç değilse yiyip içtiklerimiz hafif olsun dedim. Pamuk helva kıvamında... Arada hafiflemek, boşvermek de gerek sanki. Ne dersiniz? Önce şu (choux) hamurunu incelemek gerek ama sevgili Narince sitesinde gayet güzel anlattığı için sizi ona yönlendireceğim. Fotoğraftaki güzel New York'ta, Lower East Side olarak bilinen bölgede ufacık bir kafede yapılıyor. Adı Panade bu kafenin. Sade, soğanlı, biberiyeli, jambon ve peynirli, peynirli veya aromatik otlu şu hamuru pofuduklarından sandviçler de yapıyorlar. Mesela sade olanına hardal, brie peyniri, salatalık turşusu ve jambon koyuyorlar. Aromatik otlarla yapılanı kurutulmuş domates, pesto sos, peynir ve tütsülenmiş hindi etiyle, et yemeyen için de ızgarada pişirilmiş patlıcan, fesleğen ve mozzarella peynirli olarak sunuluyor. Bir kaç fikir versin diye yazdım bunları. Tabii nefis tatlılara da dönüşüyor şu hamuru bu ufacık kafede. Vanilya ve mevsim meyveli, çikolata ve muzlu, yeşil çaylı, çilek kremalı... Yaratıcılığın sonu yok, sizin elinizde bambaşka şekillere bürünebilir değil mi?

23 Mart 2009

Önce tat, sonra al

Ayvalıklılar ve yolu Ayvalık'a düşenler için sevgili dost Ali'nin yeni projesi "Tadın&Alın". Tarlakuşu mağazasıyla ilgili bilgilere ve Ali'nin diğer projelerine www.tarlakusugurmeko.blogspot.com adresinden ulaşabilirsiniz. Ürün çeşitleri için adres ise şu:
www.tarlakusu.com

22 Mart 2009

Dostlar ve güzel insanlar

Dilek Güray, Mutfaktaki Yaban'ın Zaman gazetesinin Pazar ekinde tanıtmış. Kitaptaki hardal, biberiye, kapari, menengiç, sarıot, arapsaçı, dağ reyhanı, hindiba ve dulavratotu yazılarından birer bölüm vermiş, merak edenler gazetenin sitesinden okuyabilir. Teşekkürler Dilek hanım! (Bir de Yurdagül Akçansoy'a teşekkür etmek istiyorum. Yukarıda linkini verdiğim gibi, Kıbrıs Yeni Düzen gazetesinde tanıttı Mutfaktaki Yaban'ı. Kitapta ona da bir teşekkür vardı, bir otun Kıbrıs'taki kullanımını ona sormuştum. İnsanın farklı coğrafyalarda dostları olması ne güzel. Bu kitapta yer alan bilgilerde, fotoğraflarda bir çok güzel yürekli insanın emeği var. Bazı fotoğraflara baktığımda da o coğrafyalarda geçirdiğim günleri anımsıyorum. Mesela ıtır yazısında kullandığım fotoğrafları Riga'da, sevgili Iveta ile gittiğimiz eczacılık müzesinde, kabalak fotoğraflarını da yine Iveta'yla yürürken çekmiştim. Sinirotunun fotoğrafları Finlandiyalı arkadaşım Anne ile gezdiğimiz Turku'da, fotoğraftaki dulavratotu ise Beti'yle birlikte gittiğimiz Kars'ın Aydıngün köyünde, İsmet amcanın bahçesinde çekildi. Kitabın sayfalarını çevirdikçe dostlarımı ve sevgi dolu insanları hatırlıyorum ne güzel!)

21 Mart 2009

Mutfakta Yaban

Mutfaktaki Yaban'ın tanıtım yazısını Ayfer Yavi yazdı. Sevgili arkadaşım öyle güzel yazmış ki, ona ne kadar teşekkür etsem az. Ellerine sağlık arkadaşım, darısı başıma. Ben de bir gün senin kitabın için tanıtım yazısı yazmak istiyorum, biliyorsun. Yazıyı buradan okuyabilirsiniz.

19 Mart 2009

Ağız sulandıran tatlar

Bazen bir yiyeceğin düşüncesi bile ağzımı sulandırmaya yetiyor, değil ki karşımda görmek. O kelime veya zihnimdeki resim serildi mi ortalığa, bir hareketlilik başlıyor ağzımın içinde. Dilimin altında tükrük birikmeye başladı mı canımın o yiyeceği çektiğini anlıyorum. İşte bu fotoğraftaki de benzer bir hareketliliğe neden oldu. Fotoğrafına bile bakarken o çıtır çıtır ve baharlı tadı anımsıyor ve bu anlamsız saatte onu istiyorum. Hem de nasıl istemek. Şuracıkta otursam koca bir tabak turşu yiyeceğim utanmasam. Zannedilmesin ki hamileyim. Malum, hamile kadınların en çok aşerdiği şeylerden biridir turşu. Benimki tamamen damak şımarıklığı. Bir Lübnan lokantasında yemiştim bu turşuyu. Pembeler şalgam sanırım. Pancar olmadığını biliyorum. Turşunun içine biraz da pancar koymuş olabilirler, veya pancar suyu. Bir benzerini Halep'te yemiştim. Pembe ve leziz bir karnabahar turşusuydu. Biberlere dokunmadım, acıdır diyerekten. Zeytinler ise turşuyla yarışır güzellikteydi. Yanında da sıcak ekmek...

17 Mart 2009

Bu da bir başka tazelik

Geçen hafta salatalar haftasıydı. Bir diğer salata da bu. Tabii bunu yapmak için bir "mandolin rende" sahibi olmak güzel olurdu. Sebzeleri elde kestiğinizde ne olursa olsun kalın oluyorlar. Derseniz ki vallahi ben incecik keserim, buyrun tarifi: Sosumuz önceki salatanınkine benziyor, bu sefer taneli değil krema şeklindeki hardallardan kullandım. İki çorba kaşığı zeytinyağı, 3 çorba kaşığı portakal suyu, bir tatlı kaşığı hardal ve tuz. Hepsini iyice karıştırın. Sonra sebzeleri ince şeritler halinde kesin: Beyaz turp, havuç, kırmızı lahana ve elma. Yarım elma, bir büyüğe yakın turp, bir de orta boy havuç var bu salatada. İki taze soğanın yeşilleri ve biraz da kuş üzümü. Hepsini güzelce karıştırın, tabağın üzerini kapatın ve buzdolabına koyun. Ara ara çıkarıp karıştırın. En az 4-5 saat beklesin. Ertesi güne daha da güzel oluyor. Sebzeler hala çıtır çıtır ama biraz yumuşamış ve tatlar birbirine karışmış...

16 Mart 2009

Toprağın kokusu

Toprağın bağrından çıkıp gelen lezzetler arasında en çok sevdiklerimden biri pancar. Yerelmasını, havucu, soğan ve sarımsağı, kerevizi, turpu, şalgamı... onları da çok seviyorum elbet ama pancarın bir başka yeri var damak zihnimde. Pancar yerken onun gerçekten topraktan çıktığını biliyorum. Kokusuyla, tadıyla bunu hissettiriyor çünkü. İşte bu salata da bu tadı fazlasıyla algılayacağınız, son derece iştah açıcı ve cazip bir tarif. Önce pancarlar teker teker yıkanır, folyoya sarılıp bir tepsi üzerinde fırına konur. En az bir saat alacak pişmesi. Olabildiğince ufak ve birbirine yakın boyutlarda olanları seçmekte fayda var, pişme süresini kontrol edebilmek açısından. Biraz soğuduktan sonra kabuklar soyulacak. Ama ondan da önce sosu hazırlanacak, 2 çorba kaşığı sızma zeytinyağı, 3 çorba kaşığı portakal suyu, 1 tatlı kaşığına yakın tane hardal, az tuz, az taze çekilmiş karabiber. (Bu malzemeyi dört ufakla orta boy arası pancar için kullandım.) Güzelce karıştırılıp pancarlar eklenecek. Tekrar karıştırılıp sosu çekmesi için bekletilecek. Tabii arada sırada karıştırarak. Sonra üzerine incecik kıyılmış taze soğan ve dilimlenip fırınlanmış badem eklenecek. Varsa şöyle körpe bir demet rokanız, onları bu muhteşem lezzete yataklık etmeye ikna edebilirsiniz. İkisi de bu işbirliğinden pişmanlık duymayacaktır.

10 Mart 2009

Bu eller yapar da yenmez mi?

Maya'cığım büyümüş de makarna yaparken babasına yardım edermiş. Nasıl da yakışırmış miniğime bu işler. Önlüğünü takar, ellerini yıkar işe girişirmiş. Öyle dikkatle izlermiş ve öyle iyi uygularmış ki söylenenleri, profesyonel bir aşçı kadar maharetle kullanırmış ellerini.
Yaaa, işte Maya'cığım büyümüş, makarna yaparmış. Çocuklar mutfakta ne kadar eğleniyorlar değil mi? Yepyeni bir oyun alanı mutfak onlar için. Öyle keskin ki zekaları bu yaşlarda, söylenen şeyi anında öğreniyor ve yazıyorlar belleğe. Artık ömür boyu kullanacakları bir birikimleri var ve her gün yeni şeyler ekleniyor listeye. Her baharda yeni çiçekler ve yeni filizler görüyor, sonbaharda dökülen yapraklara şaşıyor, her sabah güneşin doğmasını bekliyor, kitaplarda ayı gördüğünde ay dede gece çıkar, o zaman uyuruz diyorlar. Onları bunca heyecanlandıran şeyler bizim belleğimize yıllar önce girmiş, yerleşmiş. Artık hiç biri yeni değil. Hiç biri onları şaşırttığı kadar şaşırtmıyor. Ancak onların şaşkınlığını izlemeye bayılıyoruz. O yumuk ellerle yoğrulan makarnayı yemek için heyecanlanıyoruz mesela. Yanında bir kadeh Sangiovese. Toskana'dan. Ha tabii o kendi yaptığı makarnayı yemiyor. Kuralları var çünkü. Bazı şeyleri abla olunca yiyecek. Domates mesela, veya haşlanmış mısır. Abla olunca "bubbles water" da içecek Maya, soda yani. İş yapmaya gelince abla ama yemek sofrasında kurallar değişiyor. Ve tabii kuralları kendisi koyuyor!

06 Mart 2009

Bir fincan kahvenin hatırlattıkları

Kahveci sınıfına dahil değilim. Neredeyse 12 yıldır. Eskiden severek içtiğim kahveler bir gün ansızın midemi bulandırmaya başladığında bırakmıştım kahve keyfini. Sonra da uzun süre kahve içmedim, kırk yılda bir dostlarımla içtiğim Türk kahvesini saymazsak. Filtre kahve, sütlü kahve, espresso vs. Bunlara istek duymuyordum. Ta ki Brezilya'ya gidene kadar. Brezilyalılar için kahve o kadar önemli ki günün ayrılmaz bir parçası. Dünyanın en önemli kahve yetiştiricilerinden biri olan bir ülkeye gidip de kahve içmemek olmazdı (ah bu arada okumadıysanız Sandaletli Seyyah ve ailesinin Brezilya maceralarını okumalısınız). İçtim ben de. Sonra İtalya. İtalya'da olup da kahve içmemek hiç olur mu? Günün önemli bir kısmı kahve içilen saatler. Sabahları kahve, belki yanında bir çörek. Hepsi bu. O gün bugündür arada kahve içerim. Dün de o günlerden biriydi. Canım bir capuccino çekti. Yanında da bir biscotti. Kahve içtiğim diğer günlere döndüm. Zihnime üşüşüverdi kahveli anılar. Sizlerin de vardır elbet kahve içerken zihninizin derinliklerinden çıkıveren anlar. Vardır değil mi? (Bu fotoğraf Amsterdam'dan. Butiklerin, antikacıların, kafe ve restoranların bulunduğu ufak bir bölgeden, Nine Streets (Hollandaca'da "De Negen Straatjes") denilen, kanallarla kesilen dokuz kısa sokaktan oluşan bölgedeki bir kafede çekildi. Kısa dinlenme molalarından birinde.)

05 Mart 2009

Mutfaktaki Yaban'ın teşekkür listesi

Kitapta elbette daha ayrıntılı olarak açıkladım ancak aşağıda adı yer alan tüm dostlar bir şekilde katkıda bulundu Mutfaktaki Yaban'ın hazırlanmasına. Kimi araştırmacı/yazar, kimi gazeteci, kimi doktor, kimi blog komşum. Kimisi can dostum, kimiyle henüz yüzyüze karşılaşmadık. Kimi bir anısını anlattı, kimi kitaplarından bilgiler paylaştı, kimi eşinden dostundan bilgi derledi, kimi fotoğraf gönderdi. Yardım ricamı yanıtsız bırakmayan, hatta işinden, özel hayatından zaman ayırıp benim için araştırma yapan dostları nasıl anmam burada. Hepinize yürekten teşekkürler:

Müjgân Üçer, Nedim Atilla, Fatma Pekşen, Nihat Akkaraca, Paluri Arzu Kal, Ayşe Şensılay, Ayfer Yavi, Beti Minkin, M. Kâzım Akşen, Gonca Tokuz, H. Çağlar İnce, Mustafa Afacan, Nimet Berkok Toygar ve Kâmil Toygar, Yurdagül Akçansoy, Hatice Portakal Toklu, Münevver Şen, Ece Badalıoğlu, Neslihan Erzincan Özgür, Fatma Öter, Serpil Çelikkaya, Özgül Zöhre, Hülya Yazar Günay, Meltem Beker, Naile Dayan, Elvan Umur, Nilay Bökeer, Saime Karamehmet, Banu Kırmızıgül, Şule Yıldırım, Özden Çakır, Can Ünal, Mirace Taşcı, Aliman Erdem, Ayşe Karlık, Ayşen Aygün ve tabii ki sevgili ailem.

04 Mart 2009

Mutfaktaki Yaban

Geçen ay bir arkadaşım, "yeni kitabın hayırlı olsun" dedi, Skylife dergisinde gördüm. Sonra bir başka arkadaşım daha söyledi aynı şeyi. Ardından ben de gördüm dergideki yazıyı. Oysa henüz dağıtıma çıkmamış, ele güne duyurulmamıştı. İlk duyuran Skylife dergisi oldu.
Yok yok, söze böyle başlamamalı. Nasıl başlasam? Ne desem, buyurun bu yeni kitabım, ellerinizden öper... Mutluyum, gururluyum...
Öyle de diyemiyorum ki. İnsan böyle bir şeyi ancak kitabı eline aldığında söyleyebilir. Heyecandan yerinde duramaz, herkesle o an paylaşmak ister. Oysa ben kitabı elime ta Aralık ayında aldım. Yapı Kredi Yayınları'nın özel dizisi için hazırlanmış ve yeni yıl hediyesi olarak paketlenmekteydi o günlerde. Piyasaya verilecek olan kısım için ise Mart ayı beklenecekti. Neden diye sormayın, ben de bilmiyorum. Bildiğim bir şey varsa, o da iki gündür sizlerle paylaştığım hikayeleri ve daha nicesini bu kitap için yazdığım. Yazarken kah güldüğüm, kah heyecanlandığım, kah hikaye kahramanlarının yerine geçip gözyaşı döktüğüm bu hikayeler MUTFAKTAKİ YABAN için yazıldı. Bunun diğer kitaplarımdan farklı olmasını istedim çünkü. Hepsinin birilerinin hayatında yer ettiğini, birileri için önemli olduğunu söylemek istedim, bir kez daha. Anadolu'nun çeşitli yerlerinde yetişen yüze yakın bitki. Kimi tarlamızdan, kimi balkondaki saksıdan, kimi dağdan, bayırdan, ormandan geliyor. Binbir derde çare oluyor, soframızda yer alıyor, ilaca dönüşüyor, ninnilerde yer buluyor, şiirlere, öykülere konukluk ediyorlar. Hepsi birbirinden kıymetli, öyle değil mi? Hepsini teker teker seviyorum. Dilerim siz de benim kadar seviyorsunuzdur onları veya bu kitabı okurken seversiniz. (Mutfaktaki Yaban'ı yazarken bana yardım ettikleri için teşekkür etmem gereken dostlar var, kitabın teşekkür sayfasında her birine yer verdim elbet ancak burada da adlarını duyurmak istiyorum, mesela yarın?)

03 Mart 2009

Ve bir "nane" hikayesi

Bu da bir nane hikayesi. Bizi sürprize yaklaştıran hikaye. Yazarken, neden bilmem, tüylerim diken diken olmuştu. O hiç tanımadığım, varolup olmadığından bile haberdar olmadığım yaşlı kadının yalnızlığı beni çok etkilemişti:

Tanıştığım en şık, en zarif, en alımlı kadındı. Onun yanında kendimi hep eksik hissederdim. Ya kıyafetimi beğenmez, ya saçımı onun gibi toplayamadığım için sürekli elimi saçıma götürür ya da şişman ve çirkin bulurdum kendimi. Erkek olsam ve aramızda bunca yaş farkı olmasa ona aşık olurdum, buna eminim. Kaç yaşında olduğunu hiç sormadım ya seksenine yaklaşmış olduğunu düşünürdüm. Çok bakımlı olmasına rağmen gözlerinin kenarındaki kırışıklıklar ve ellerinin üzerindeki lekeler yaşını ele verirdi. Bazen genç kızlığını anlatırdı. Babası Mısır’ın soylu ailelerindenmiş. Ailesinin erkekleri hep üst düzey görevlerde çalışmış. Hatta bazı akrabalarının Osmanlı saraylarında görev aldığını anlatırdı. Çocukluğu Kahire’de, çok şık bir konakta geçmiş. Cariyeler, hizmetçiler, aşçılarla. Yemek yapmayı bu yüzden öğrenemediğini söylerdi. Gerçi bazen çok sevdiği dadısını görmek bahanesiyle mutfağa inip aşçıların telaş içinde yemek yapmasını izlermiş. Bazen ben yemek yaparken yanıma gelir, öyle şeylere dikkatimi çekerdi ki bu püf noktalarını nereden bildiğini bir türlü anlayamazdım. Sonradan çocukluğunda izlediği aşçılardan öğrendiğine kanaat getirdim. Konakta çok sık davet verilirmiş. O da sofranın hazırlığında annesine yardım eder, en şık, en pahalı yemek takımlarının çıkarılıp masaya dizilişini, gümüş şamdanların yerleştirilişini izlermiş. Annesi sofra takımları konmadan önce masayı ezilmiş nane yapraklarıyla sildirirmiş. Bir gün bunun nedenini sorduğunda nane kokusunun misafirperverliğin sembolü olduğunu, ailesinin bu geleneği nesillerdir sürdürdüğünü, büyüdüğünde onun da sürdürmesini istediğini söylemiş annesi. Bana demetlerce nane aldırırdı misafir geleceği zaman. Birazıyla masayı ovdurur, birazını da sofranın ortasına koymak için kendi elleriyle hazırladığı çiçek buketinin arasına serpiştirirdi. Bunaltıcı yaz akşamüstleri benden naneli çay istediğinde o günleri özlediğini anlardım. Onca zenginlik ve şaşaalı bir yaşamdan sonra Nişantaşı’ndaki şu küçücük apartman dairesine anılarını bile sığdıramadığını anlar, ona geçmişini getirebilmek için demet demet nane taşırdım. (Bu fotoğraf bir Bozcaada kahvaltısında çekildi. Sevgili arkadaşım Ümit hazırlamıştı. Ada yapımı bir keçi peyniri o güzelim bahçe nanelerinin altına serilen.)

02 Mart 2009

Bir "ıtır" hikayesi

Bugün sizinle ufak bir hikaye paylaşmak istedim. Geçen yaz yazdığım onlarca hikayeden birini. Çünkü bir sürprizim var. Ama önce hikaye. Sürpriz için bir kaç gün bekleyebiliriz değil mi:

Hayat üzerime geldiğinde içime kapanırım. Böyle zamanlarda hep şu dizeler gelir aklıma: “Marifet hiç ezilmemek bu dünyada, / Ama biçimine getirip ezerlerse / Güzel kokmak / Kekik misali / Lavanta çiçeği misali / Fesleğen misali / Itır misali / İsa misali / Yunus misali / Tonguç misali / Nazım misali”. Balkona çıkar ıtır çiçeğimin, hep özenle baktığım, baharda toprağını değiştirdiğim, gözümden sakındığım ıtır çiçeğimin yanına gider, başlarım okşamaya. Babaannem gelir aklıma. Elleri hep limon kolonyası kokan, bembeyaz örtüsüyle pamuk babaannem. Küçükmüşüm, kucağına yatmışım, o ufacık, yumuşacık elleriyle saçlarımı okşuyormuş... Ne olursa olsun beni sakinleştiren, elleri kadar, bakışları kadar yumuşacık babaannem. Bazen de onu limonlukta çiçeklere bakarken görürüm. Onları çocuklarıymış gibi sevgiyle okşar, sularken konuşur, hal hatır sorar. Derdini döker bazen. Ama en çok üzüm desenli saksıdaki ıtır çiçeğine ilgi gösterir, onu biraz kayırırdı. Nasıl kayırmasın, her sonbaharda, üzüm reçeli yaparken bir kaç yaprağını koparır, pişmesine yakın reçele atardı. Hoşafları bir başka güzel olur, mis gibi ıtır kokardı. Evleri istimlak edilmiş, yol geçecek diye ellerinden alınmıştı. Dedem ölmüş, babaannem yanımıza taşınmıştı. O evden tek getirdiği şey bir saksı ıtır oldu, gerisini istemedi. Babam o üzümlü saksıyı getirdiğinde pek sevmiş, hemen dibine taze toprak döküp ıtırı o saksıya almıştı. Ölene kadar da saksısını değiştirmedi zaten. Evlenip evden taşınırken o saksıyı ben aldım. Ne zaman birileri beni ezmeye kalksa, aklıma o dizeler gelir, “ıtır misali”. Balkona çıkar, bir yaprak koparırım sevgili ıtırımdan. O yaprağa bütün geçmişimi yükler, sonra seramik demliğime koyarım. Üzerine bir bardak sıcak su. Itır çayımı yudumlarken tüm sevdiklerimi, bana verilen tüm sevgileri yanımda hissederim. İşte o zaman gücümü yeniden kazanır, hayatla mücadele etmeye devam ederim.

01 Mart 2009

Fatma hanımın baklavaları

Sevgili dostlar, sağolsun Gül'cüğüm sizlere Yalova'da yaşayan ve ailesinin geçimine katkıda bulunmak için baklava yapıp sipariş verenlere kargoyla göndermek isteyen Fatma hanımdan bahsetti. Bir site açtı Fatma hanım ve bu siteye fotoğraf yükleyebildiğinde sizlerle pek çok güzellik paylaşacak. Baklava sipariş etmek isteyenler de ona sitesi aracılığıyla ulaşabilir:
http://fatma-lezgikz.blogspot.com/

Yoğurda dair

Bu yazı linkini Ayşenur hanım göndermiş. Dikkatimi çekmesine çok sevindim ve tabii habere şaşırdım. Herhalde evde yoğurt yapmak isteyen hanımlar bir an önce eyleme geçecek bu haberden sonra:
http://www.milliyet.com.tr/Ekonomi/HaberDetay.aspx?aType=HaberDetay&ArticleID=1065474&Date=01.03.2009&b=