29 Ağustos 2008

Bu biberi tanıyor musunuz?

Aaaa, Lale'nin "Kaynana Çatlatan Tarifler"i çıkmış! Ellerine sağlık Lale'ciğim, satışı, seveni bol olsun!
*
Galiba ilk tanışmamız Gölpazarı Pazarı'nda olmuştu. 3-4 yıl önce. O günlere dair notların bir kısmını Mutfaklardan Taşan Öyküler için Gülseren teyze ile yaptığım söyleşiye eklemiştim: "Salı günleri kuruluyor Gölpazarı’nın pazarı. Tabi o gün çevre köylerden büyük bir akın oluyor kasabaya. İhtiyacı olanlar, malını satmaya gelenler, eşi dostu görmeye gelenler derken tam bir panayır havası oluyor. Ağustos sonunda bir de panayırı oluyormuş ve çok da şenlikliymiş ancak biz bu panayıra rastgelemedik. Bir gün önce Bilecik’in pazarını gezdiysek de o gün gözüm döndü, dayanamayıp kilolarca sebze aldım ve Bilecik’ten aldığım fındık sepetine koydum bir kısmını. Üzerine de bir bez örtüp İstanbul’a dönerken trende yanıma aldım. İnip binerken gören bayılıyor, nereden aldınız diye soruyor. Pek bir sükse yapmıştım o gün!" Gerçekten de öyle. Pek sükseliydim trende. Sepete bayılırım. Gittiğim yerlerde sepet görmeyeyim, taşınacak boyuttaysa alır getiririm ya bu sefer de annemi kızdırırım. Ne olacakmış o kadar sepet.
Biber diyordum değil mi? Gölpazarı'nda bu biberlere "kambe" biber diyorlar. Nedense çok seyrek rastlıyorum. Son defa da Ayvalık Pazarı'nda gördüm onları. Sadece bir tezgâhta. Atlamışım üzerine. Doldurdum tabii torbamı (sepet götürmemiştim yanımda taşıması zor olur diye). Satıcıya adını sordum, "kamber" biber dedi. Kim buldu acaba bu ismi? Neden taktılar? Geçen gün bu biberlerleri soğan, sarımsak, zeytinyağı ve domatesle kavurduk. Kahvaltıda da, diğer öğünlerde de pek güzel oluyor.
Laf bitmez elbet ya yine vakit yok, ben yorgun ve telaşlı. Yetişecek mi bu iş? Yetişmeli!
Bu biberi tanıyor musunuz diye soracaktım. Sizin oralarda var mıdır? Varsa yaygın mıdır? Adı nedir? Çok merak ettim, ne zamandır sorasım var.

26 Ağustos 2008

Metro-Gastro Temmuz-Ağustos sayısı

Bu sayıyı mutlaka, ama mutlaka alın derim. Metro-Gastro dergisinin editörü Nilhan Aras her seferinde daha da zengin bir içerikle beziyor dergiyi. Bu sayı 165 sayfa. Neredeyse (ve rahatlıkla) bir kitap olabilir. Zaten neredeyse yarım kilo çekiyor bir dergi. İçi öyle dopdolu ki. Bu sayının ana konusu ANTALYA. Zaten bu yüzden de o kadar heyecanla açtım ya poşetini. Ellerim titredi resmen heyecandan. Bakalım bu sefer neler keşfetmiş, kimlerle konuşup ne bilgiler derlemiş Nilhan. Bakalım kimler neler yazmış. Hep bu heyecanla alıyorum elime dergiyi. Antalya'nın renkli mutfağı gözler önüne serilmiş. Neler yok ki, bağaçalar, Tevfik ustanın börekleri, turunç reçelleri, tahinler, Antalya'nın yanıksı -meşhur- dondurması, Girit kökenlilerin yaptığı "melatura köftesi", Antalya pazarlarında mutlaka satılan "tirmis" (ayrıca Nazlı Pişkin'in de güzel bir tirmis yazısı var bu sayıda), bıldırcın kavurması, kuyu tandır kebap, erişteli yörük kebabı, arap kadayıfı, "babata", "hibeş" ve tabii tahinli piyaz. Daha neler neler... Antalya dosyasının diğer yazarları "Antalya'nın Pazarları" yazısı ile bendeniz, "Antalya'nın Macellumları" ile Yrd. Doç. Dr. Sema Atik, "Lykia Bölgesindeki İki Önemli Granarium" ile Onur Gülbay, "Kaygusuz Abdal'ın Başına Gelenler" ile Nedim Gürsel. Sonra devam ediyor yazılar, Sevim Gökyıldız Akdeniz'in ürünleri tek bir marka altında satılabilir mi sorusunu soruyor, Ritüel köşesinde Nice'in ünlü Cours Saleya pazarı var, benden. Mehmet Kahyaoğlu 18. yy.'dan bir Fransız Kahvaltısı'nı anlatmış, kabakgillerin yazarı çok: Dr. Cenk Durmuşkahya, Dr. Ahmet Uhri, Dr. Yoldaş Seki ve Nazlı Pişkin. Hepsi bu da değil, gerisini de siz keşfedin. Gazete bayilerinde bulabilirsiniz. Ederi olan 4.5 ytl'nin kat kat fazlası var içinde! (Dergi Temmuz-Ağustos sayısı ancak matbaada bir sorun olduğu için basımı ve dağıtımı gecikmiş. Bu yüzden telaş etmeyin, dergi piyasaya henüz geçen hafta çıktı. Hilal hatırlattı, sağolasın Hilal. Metro-Gastro'nun Mayıs-Haziran 2008 sayısının bir kısmı (46 sayfası) şu adreste pdf dosyası olarak mevcut. İsterseniz bilgisayarınıza indirip okuyabilirsiniz.)

25 Ağustos 2008

Acı çikolata

"Dünyada endüstriyel ve stratejik ürünlerin böyle acıklı hikayeleri vardır ve sömürü üzerine kurulmuştur herşey. Çikolata ve çikolatalı şeyler (pasta, kek, sufle gibi) blogda yazsanız, tatlıcılar biraz da bu işin arka planını görse diyorum. Çok aydınlatıcı olur" demiş K. Akşen dostumuz, cuma günü Radikal kitap ekinde çıkan Acı
Çikolata
(İletişim) kitabının tanıtım yazısını okuyunca. Yazı burada. Çok etkileyici bir kitap olduğunu söylemeden edemeyeceğim. İnsan kitabı okuduktan sonra bir tablet çikolata için dökülen kanları, verilen canları, sömürülen çocuk işçileri, insanları düşünmeden edemiyor.
*
Siz "Limon Ağacının Şarkısı"nı bilir misiniz?
Dalımda bir kanarya
Şakıyıp duruyordu
Birden şunu fark ettim
Bir şarkı söylüyordu

Önce biraz dinledim
Sonra ona seslendim
"Bu şarkıyı bana da
Öğretir misin?" dedim

Arslan Sayman yazmış, Deniz Üçbaşaran o güzel çizgileriyle resimlemiş. Bu bir çocuk kitabı. Tatlı mı tatlı. Redhouse Kidz Çocuk Kitapları arasından çıkmış.

21 Ağustos 2008

Dünyanın en güzel çiçekleri

Bir de benim sorum var, Karadenizlilere. Hani karalahana kartlaşırken bir kök geliştirir, toprak üzerindedir bu, dolayısıyla kök demek hatalı olur ama yuvarlak bir turba veya kerevize benzer. En çok da son zamanlarda Türkiye'de de yetiştirilen "kohlrabi"ye benzer. Pek çıtır bir şeydir bu, kabuğu soyulup çiğ çiğ yenir. Acaba sizin yörenizde buna ne denir ve de neler yapılır? Bilen varsa insaniyet namına... Çok çok teşekkür ederim!
*
EKleme. Ya da duyuru.
Canınız güzel bir sonbahar haftası çekiyorsa, zaman tatil zamanıysa, yoga da yapsam, Kazdağı havası alsam diyorsanız Tamahine Alemdar'ın İmeceevi'ndeki yoga kursuna katılabilirmişsiniz. Bu kurs 6-13 Eylül tarihleri arasında. Bir de 29-31 Ağustos günlerinde "Permakültüre Giriş" kursu var, Övgü Gökdağ'ın eğitmenliğinde, yine İmeceevi'nde. Her ikisi için de ayrıntılı bilgiyi İmeceevi'nin internet sitesinden alabilirsiniz.
*
Sizi bugüne kadar gördüğüm en güzel ayçiçekleri ile tanıştırmak istiyorum. Görür görmez vurulduğum, tezgahın önünde uslu uslu duran ayçiçekleriyle. Tanrım böyle bir güzellik olabilir mi? İnanamadım görünce. Öylece dizilmişler. İnsanın eline, koluna sığmaz. Neredeyse masaya bile sığmayacak. Düşünsenize, bütün kızlar toplanmış, ortaya bu koca çiğdemlerden (Egeli oldum bu sefer) birini koymuş çıtlıyorsunuz. Ne dedikodular yapılır o masada! Yanında taze demlenmiş çay da olacak. Ya da kahvaltıdan henüz kalkılmış ama kahveden önce de bir şeyler atıştırmak arzusu olacak. Öyledir ya, insan çok yediğinde daha da çok yemek ister. İşte öyle bir şey bunlar. Paylaşmadan edemedim.
*
Uzaklarda olan, bu lezzetlere ulaşamayacak olan arkadaşlardan özür diliyorum çünkü anlatmadan edemeyeceğim bir şey daha var: Tanesi neredeyse yarım kilo gelen, çocukluğumun lezzetini bulduğum şeftalilerle bizim Fatma'yla Burhan'ın bahçesinden gelen incirler. Bir şeftali, 3 incir yedim geldim de. Karnım şişti ve ben, ben yine çocuk olmuştum ve Bursa'dan gelen şeftalilerden yiyordum. Olgun, kokulu, bal gibi şeftalilerden. Sahiden öyleydi. Çocukluğumun şeftalilerindendi... Yaşasın pazar! Yaşasın yaz! Yaşasın meyve!

18 Ağustos 2008

Bak sen, kendini biber kızartması zannediyor!

Arkadaş kendini kızartma zannediyor.
Benziyor da değil mi?
Oysa o,
pek sağlıklı bir buğulama.
Kızartma taklidi yapıyor.
Biberler bahçeden,
aralarında acılar da var,
hem de ne acı.
Domatesler Fatma'yla Burhan'in bahçesinden.
Kıpkırmızı,
güneşi iyice çekmiş içine.
Sarımsaklar pazardan,
zeytinyağı Burhaniye'nin zeytinliklerinden.
Pek kolay, pek sağlıklı:
Biberleri yıkayıp olduğu gibi yayıyoruz.
-Tenceremiz yayvan-
Üzerine bol domates doğruyoruz,
onun üzerine de sarımsakları.
Zeytinyağını gezdirip
tuzunu da ekledik mi verelim ateşe,
kaynayınca kısarak tabii.
Onbeş dakika sonra oldu mu size biber kızartması.
Hepi topu yarım saat bile değil.
Üstelik tadı kızartmadan hiç eksik değil.

16 Ağustos 2008

Radikal, Zaman ve Hürriyet'te...

Bizim tatlı Zarpandit Gökçe haber vermese, en azından bugün farketmeyecektim. Gökçe'ciğim teşekkürler haber verdiğin için. Gülizar hanım, size ve gazetenize de teşekkür ediyorum, gezip gördüklerim kadar yiyip içtiklerimi de yazdığım Turunç Kokulu Düşler'i gazetenize taşıdığınız için. Yazıyı ve yazıda yer alan tarifleri buradan okuyabilirsiniz.
*
Hürriyet haberini de Suzi iletti sağolsun. Hürriyet'ten Cahit Akyol'un Mutfaklardan Taşan Öyküler ile ilgili yazısı bugün (17 Ağustos 2008 -tam da depremin yıldönümüne gelmesi insanın içini burkuyor aslında) Hürriyet'in Keyif ekinde yayınlanmış. Bu ek Hürriyet'in sitesinde yer almıyor. Sanırım İstanbul dışında da dağıtılmıyor. Yani haberi ben de göremedim. Tüh!
*
Bu da Ayfer'in Radikal kitap ekine yazdığı yazı. Turunç Kokulu Düşler ile ilgili. Piyaz fotoğrafı can Mine'den. (Teşekkürler fotoğraflarını benimle paylaştığın, kullanmama izin verdiğin için Mine'ciğim!) Muhallebi fotoğrafı ise benden.

13 Ağustos 2008

Meyve şekerlemesi

Şu habere dikkatinizi çekmek istedim. Kara poşetler hakkında. Ne kadar az poşet kullanırsak o kadar iyi. Onun yerine bez torbalar, sepetler çok daha iyi. Bir gün size pazar sepetlerimin fotoğrafını göstereyim. Bayılıyorum onlara. Hele iki tanesine özel hayranlığım var. İncirleri, şeftalileri, domatesleri onlara koyuyorum. Ezilmeden geliyorlar eve. Pek hoşlar pek.
*
Turunç Kokulu Düşler bugün güzel dost Ayfer'in elinden, iki tarif ve tarif fotoğraflarıyla Radikal kitap ekinde. Belki görmek, okumak isteyen çıkar diye ekleyeyim gün sona yaklaşmadan dedim. Sağolasın Ayfer kadın! (Ve kitabı çevresinde, gruplarında tanıtan bir güzel dosta, Fatma'cığıma da teşekkürler. Ve elbette kitabı okuyan, seven, sitelerinde tanıtan, satan, eşe dosta anlatan diğer dostlara da. Piyasanın bunca durgun, ceplerin bunca delik, kafaların bunca karışık olduğu bir zamanda eşten, dosttan gelen bu sevgi, bu yüreklendirmeyle ben daha çoook kitap yazarım. Hepiniz sağolun.
*
Bunlar Cenova'nın ünlü meyve şekerlemeleri. Aslında Nice'lilerle pek bir çekişme içindeler. Üstelik sadece bunun için değil, daha pek çok yiyeceğin kendilerine has olduğunu iddia ediyor Nice ve Cenovalılar. İşte bu da onlardan biri. Cenova'da, çarşının orta yerinde 1800'lerden kalma bir şekercide yapılmış bunlar. Dışı çıtır, içi yumuşacık. Daha nice meyveden yapılmış şekerleme var. Dükkânın adı Romanengo Pietro fu Stefano. Ben 1800'ler demişim ya daha da eski, tamı tamına 1780 yılında açılmış. Meyve ve çiçek şekerlemeleri, fondan, çikolata, reçeller, drajeler üretiyorlar. Hepsi de pek alımlı. Ayrıntılı bilgi edinmek istersiniz belki, o zaman www.romanengo.com adresini ziyaret edebilirsiniz.
1881 yılında Giuseppe Verdi arkadaşı Arrivabene'ye yazdığı mektupta, "Romanengo'nun her türlü meyveyi bu kadar şık bir şekilde giydirebildiğinden haberdar değildim," diyecektir. "Aslında meyve şekerlemeleri sadece Cenova'da değil, hemen tüm Akdeniz'de geleneksel olarak yapılır. Taze, tam olgunlaşmış meyveler şeker ve glikoz şurubuyla kaplanarak orjinal renk ve aromalarını korurlar. Romanengo'da kayısı, ananas, portakal, kiraz, ayva, turunç, incir, çilek, karpuz, mandalina, armut, şeftali, erik ve kestane şekerlemeleri yapılır. Hiç bir zaman yapay renk ve aromalar kullanmaz, meyvelerimizi olabildiğince Liguria bölgesinden temin eder, tamamen doğal malzemeler kullanırız," diyorlar.

09 Ağustos 2008

Gülmeler mi lazım ne...

Bize gülmeler mi lazım ne.
Çok mu karardı içimiz?
Belki benimki kararmıştır,
herkes karardı sanmışımdır.
Gün batımları bile ferahlatmazsa içini,
kıpkırmızı bir domatesi kesip
üzerine azıcık da tuz.
Kalkım Pazarı'ndan aldığın
keçi peyniri.
Bembeyaz.
Keskin.
Tuzu biraz fazla ya
dengelersin.
Tadını alırsın ama
yetmez işte.
Bir şeyler eksikse hayatta,
bir şey kurcalıyorsa gizliden,
basit bir formül ararsın.
O formül,
galiba yani,
emin değilim,
bir çocuğun içten gülümsemesindedir.
O yüzlere bakınca
senin karanlıkların da
aydınlanıverir.
Tasalardan kurtulmak bu kadar kolay olsa,
ah olsa...

06 Ağustos 2008

Pekmezli Çıtır Harçlı Şeftali

Zengile dost haber vermese haberdar olamayacaktık. Teşekkürler Zengile dost. Ve tabii size daha çok teşekkür sayın Haşmet Babaoğlu. Bu sıcakta ferahlamak için Mutfakta Zen'e uğradığınız için. Önceden haber vereydiniz size şöyle serin içecekler sunardık.
Galiba yangından yangına epriyip yıprandığı için gönül,
serinlemek zor,
gitmek imkansız,
kalmak daha da beter.
*
Bugünlerde mutfak bana haram. Sadece ve sadece bilgisayar karşısında oturup çalışmam, çalışmam, çalışmam gerekiyor. Mutfak da sadece dolaptan bir soda veya bir bardak su almak, kahvaltı hazırlamak (bizim evde o benim görevim), öğleden sonraları ise çay demlemek için girdiğim bir yer olmak zorunda. Arada meyve de yiyorum. Neyse ki onları pişirmem gerekmiyor. Yoksa iştahım yerinde çok şükür. Verseler bloglardaki herşeyi yiyebilirim. Hele de çayın yanında. (Vermeyin vermeyin.)
*
Bu tatlıyı 8 Ekim 2007 tarihli günceye yazmışım. Turunç Kokulu Düşler'e o tarihle kaydedilmiş. Hatırlıyorum o günü. Gerçekten güzel değildi şeftaliler. Buzhaneden gelmeydi besbelli, "Ekim şeftalisi"nden ne bekliyorsun ki kadın! Öylecene yemek gelmemişti içimden. Bari tatlıya dönüştüreyim dediydim. İyi ki de demişim. Pek kolay ve pek güzeldi. Hele de bu tatlı için aldığım Akdeniz Pastanesi'nin "yanıksı" dondurmasıyla bir yakıştı ki, sormayın. Sadece 3 şeftali kullandım. Üzeri için bir su bardağı yulaf ezmesini üçte bir bardak keçiboynuzu pekmezi, bonkör davranıp yarım bardağa yakın elimle parçaladığım cevizleri (badem miydi yoksa?), 50 gram kadar oda sıcaklığında tereyağı ve bir çay kaşığı da tarçın koymuştum. Hepsini karıştırıp şeftalilerin hafifçe oyduğum içlerine pay etmiş, fırınlamıştım. Sıcakken daha, üzerindeki dondurmayı eritirken sıcaklığıyla...
(Bugünlerde yorumlara yanıtlar çok kısa ve özet, tamamen iş yoğunluğundan, affola!)

04 Ağustos 2008

Bir basit yaz yemeği

Bizim basit yaz yemeği NTV'nin "yeşil mutfak"ına girmiş. Ayşen hatun söylemese haberim olmayacaktı. Bu tarif ve mutfakta pişen diğer tarifler için buraya bakınız.
*
Kaç gündür yanıyor Antalya'nın Manavgat/Serik civarındaki ormanlar. Ağaçlar da, hayvanlar da, evler de, tarlalar da yanıyor. Hani eski bir şarkı vardır, "bir kıvılcım düşer önce, büyür yavaş yavaş" diye başlar. İşte onun gibi, bir kıvılcım büyümüş binlerce ağacı yakmış. Yanmamak, yıkılmamak elde değil. Seyretmek, seyirci kalmak ise hepsinden beter. İşte bunun için Evren tüm duyarlı komşuları, okurları yardıma çağırıyor. Ona da yazdım. Elbette yardım boynumuzun borcu ancak yardımın nasıl olacağı, kimler tarafından toplanıp nasıl ihtiyaç sahiplerine iletileceği çok önemli. Ben bu konuya şüpheyle yaklaşanlardanım. Doğrusu belediyelere de, yardım kuruluşlarına da (bildiğim, güvendiğim isimlerin dışında) çok güvenemiyorum. Bunu Evren'e de belirttim ancak yardım isteğini de karşılıksız bırakmaya gönlüm elvermedi. Evren Serik Belediyesi'ni arayıp yardımların nasıl aktarılabileceğine dair bilgi alacağını yazmış sitesinde. Ben de sizi kendisine yönlendiriyorum. Dilerim tüm yardımlar evini, köyünü, tarlasını, hayvanını yitirmiş orman köylülerine ulaşır. Dilerim hepimiz en az bir ağaç dikerek yurdumuzun ağaçlandırılmasına katkıda bulunuruz. Dilerim başka yangınlar yakmaz ormanları, yürekleri. (Evren bana yazdığı notta kendisi ve arkadaşlarının belediye ile birlikte hareket ettiğini ve toplanan her şeyin listesini yapıp belediyeye öyle teslim ettiklerini söyledi. İhtiyacı olan kişilere de birlikte dağıtacaklarmış. Teşekkürler Evren, hepinizin ellerine sağlık!)

Bir basit yaz yemeği.
Daha ocaktan inmedi bile.
Kokusu geliyor burnuma.
Hile yaptım,
pişmeden fotoğrafladım.
Bir basit yaz yemeği işte.
Üç beş kabak,
iki tazece patates,
bol soğan,
ah sarımsak koymayı unuttum,
durun hemen ekleyeyim.
Bugün pazardan alınma
kırmızı etli biber.
Bir tanesi yeter de artar bile.
İşte size bir güzel yaz yemeği,
renkli,
lezzetli,
doyurucu...
(Oh neyse,
yetiştim, sarımsağını ekledim.
Tam altı diş. Bayılırım!
Olmuş aslında. Pişmiş yani.
Tabağıma koydum. Biraz soğusun,
afiyetle yiyeceğim.)

01 Ağustos 2008

Böğürtlenle incir bir gün...

Böğürtlenle incir bir gün yanyana gelmişler...diye başlayabilirdim. Başlayabilirdim ya sonra ne diyecektim? Başlayacaktım masal anlatmaya. Takıldığım yerde Bir Ot Masalı'na danışacaktım:
"Masallara konu oldu, Ezop’un diline düştü böğürtlen: Köknar ile böğürtlen bir gün çekişiyorlarmış. Köknar övünerek demiş ki: “Bak ben ne güzelim, boyum ta nerelere yükseliyor! Tapınakların çatılarını, gemileri hep benden yaparlar. Sen mi benimle boy ölçüşmeye kalkışacaksın? Ben neredeyim, sen neredesin.” Köknar böyle deyince böğürtlen bakmış: “Sen baltayı da testereyi de unutuyorsun galiba; yoksa sen de bencileyin bir böğürtlen olmak isterdin!” Bu hikayeden kimin ders çıkarması gerektiği bilinmez, ama övünmeye de gelmez." (sf.56-57)
Oysa ben bu fotoğrafı yine Edremit Pazarı'nda çektim. Ezop'a ne gerek, değil mi ama? İki güzel yörük kadın toplamış dağlardan. Fereceleri de sırtlarında. Bizim buralarda kadınların giydiği siyah pardesüye ferece diyorlar. Bazen bebelerini sırtlarında onunla taşıyorlar, bazen de yüklerini taşımak için çuval oluyor ferece. Çok amaçlı bir giysi anlayacağınız. Bozuk para yok, kimseler bozmaz. Bari onlardan incir alayım dedim ama elli lira bozacaksınız. Korktular bir. Meğer bir keresinde bir kadın sahte para vermiş onlara. Elli lira dediğin ne ki değil mi? Onlar için değil ama...