31 Ekim 2007

Güllü anlar

Mis kokuludur güller. Pembedirler, beyaz, sarı, turuncu, kırmızı, beyazdırlar. Kimi katmerli, kimi değil. Fotoğraftaki gül, Gökçen Adar'ı anımsatıyor. Sevim Abla (Gökyıldız) ile birlikte Alaçatı'ya gittiğimizde Gökçen Bey'le birlikte Tuval Restoran'da yemek yediğimiz akşamı. O yıl, mönü danışmanlığı yapmıştı Gökçen Bey Tuval'e. Listedeki tatlılardan biri güllü idi, Gökçen Adar usulü. Baharda Isparta'dan çuvallarla gül getirilmiş, şekerlenmiş, tatlıya konmayı hak etmişlerdi. Sonra gül böreğin içine serpiştirilmiş, yine Gökçen Adar usulü ipek gibi bir sosla servis ediliyor. (Hala var mıdır ki mönüde?) Güzel bir akşamdı. İki kıymetli dostla yenen o yemeği hiç unutmuyorum. İşte bu gül bahçesi o günü getirdi, yanıbaşıma koydu. Oturduk, söyleştik.
Gülün ortası dikkatinizi çekti mi? Üç tane göbeği var. Kısmetli ve kıymetli bir pembe gül. Kokusu da öyle hafif ve derinden ki. Şimdi hem bu fotoğraftaki gül, hem dostlarımla geçirilmiş bir akşam, hem de güllü tarifler dolanıyor zihnimde. Gül reçelleri, güllü su muhallebileri, Gönül Paksoy'un mini güllerle süslediği tabaklar, Suriye'den aldığımız kurutulmuş gonca güller, komşumuz Gönül Hanım'ın kendi elleriyle kurutup Isparta'dan getirdiği gül yaprakları...

29 Ekim 2007

Balkabağı demişken

Sevgili Ferdi Karadaş, Kazdağı'yla ilgili yazıdan sonra siyanürle ilgili bilgilendirici bir yazı hazırladı. Bana da sizleri sitesine yönlendirmek düşüyor. Çok teşekkürler Ferdi! (Sana da teşekkürler sevgili Y., bu yazıya vesile olduğun için.)
*
Balkabağı demişken bir de kabaklı tarif vermeli dedim, ilginç bir tarife rastlayınca. Tarifteki ölçülere bakınca neden ilginç bulduğumu anlayacaksınız. Böyle durumlarda aklıma hep oyun oynamak geliyor. Siz olsanız bu tarifi nasıl uygulardınız diye sormak mesela. Ya da ilk bakışta ilginç bulup da malzemelerini okuduğunuzda yok canım, hayatta başarılı olmaz dediğiniz tarifler var mı diye. (Bir sonraki adım, hayatta olmaz dediğiniz ancak merakınıza yenilip denediğiniz ve şaşkınlıkla çok başarılı olduğunu gördüğünüz...) Tarif bir broşürden: Sandra McLean'in, günahı onun boynuna. Balkabaklı Mısır Ekmeği. Önce yarım kilo kadar balkabağını fırınlamak gerekiyor. Gerçi o, ufak kabakları ortadan ikiye kesip başaşağı gelecek şekilde fırınlayın diyor. Bizdeki kabaklara uygulamak zor biraz. İyice yumuşadıklarında kaşıkla sıyırıp etli kısmını püre haline getiriyoruz. (Bence haşlayarak da yapılabilir, fırınlanmış kabağın tadı bir başka olsa da.) Soğuyacak tabii. Tarifi olduğu gibi veriyorum ya bana pek mantıklı gelmedi. Yanına ben ne kadar kullanırdım, parantez içinde ekliyorum: Altı yumurtayı (bence 2 yeter) iyice çırpın ve 2 su bardağı kabak püresiyle karıştırın. İçine dörtte bir su bardağı eritilmiş tereyağı ve 1 1/4 su bardağı sıvı yağ (bu kadar yağlı bir ekmek olabilir mi? En yarım bardak zeytinyağı ya da zeytinyağı-tereyağı karışımı koyardım en fazla), 5 tatlı kaşığı kabartma tozu (bu Amerikan ölçülerini bile aşıyor sanki, bizim malzemelerimizle, bir çay kaşığı karbonat yahut bir paket kabartma tozu neyine yetmiyor?), 2 su bardağı mısır unu ve 2 tatlı kaşığı tuz (ben onu da 1 tatlı kaşığına indirirdim) ekleyip hepsini karıştırın, yağlanmış bir kek kalıbına yayın. Fırını önceden ısıttınız değil mi? 175 derece yeterli. Otuz dakika pişirip sıcak olarak servis edecekmişiz. Bu tarifi deneyecek bir babayiğit varsa sonucu bana da bildirebilir mi acaba? (Merak edenler için: Bu fotoğraf Brooklyn sokaklarından birinde çekilmiş idi.)

27 Ekim 2007

Bu fotoğrafa ne yazılır?

Eklenti. Bu yazıya yorum yazan Gülten arkadaşımız ufak çaplı bir hafiyelik yapmış ve demiş ki, bu fon bu kabaklar olsa olsa Amerika'da olur. Doğru demiş. Yazacaktım nerede çektiğimi bu fotoğrafı ya yer kalmadı diye atlamıştım. Evet, geçen yıl bugünlerde gittiğimiz bir çiftlikte çekmiştim. Bir pazar günü (annemle birlikte New York ziyaretinde idik) gitmiş ve bol bol fotoğraf çekmiştik. Maya'cığım çok minikti daha. Babası onu kabakların arasına oturtmuş, birlikte çekmişti hatta. Yer New York eyaletinde, New Paltz şehri yakınlarında. Bir şey daha söylemiş Gülten, Cadılar Bayramı yaklaştı diye. 31 Ekim değil mi? Sokaklar, caddeler özel kıyafetlere bürünmüş tatlı çocuklarla dolacak, sonra bu çocuklar kapıları çalıp 'trick or treat' diyecek, bol bol şeker toplayacak ve bir çoğu o gece mide fesadına uğrayacak!
*
Bazen önce yazı gelir. Bazen de resim. Yazı önden gelirse fotoğrafı bulmak zor olmaz. Arşivde var bolca nasılsa. Son 3-4 yıldır çeşitli makinelerle çektiğim (profesyonel bir durum değil elbet, ilk dijital fotoğraflar 2 megapiksellik Kodak'la çekildi) fotoğraflar duruyor yerinde. Kimi zaman ise bir fotoğrafa takılırım. Alır karşıma bakarım, neredeyse ineğin trene baktığı gibi (hayallah abarttım galiba). Bu sefer de öyle oldu biraz. Hayranlıkla baktım. Kendi çektiğim fotoğrafa değil, Tanrının yarattıklarına. Toprağın verdiği, insanın yetiştirdiklerine. Baksanıza şunlara, hepsi de birbirinden mükemmel değil mi? Mercimek çorbası yapıyordum. İçine kırmızı mercimeğin dışında yeşil mercimek, pirinç ve bulgur da koymuştum. Sonra soğan, patates, havuç ve kabak rendelemiş, bolca kuru nane ufalamış, tuzunu, karabiber ve kırmızı pul biberini eklemiş, biraz zeytinyağı biraz da salça koymuştum. Mutfağı misler gibi kokutmuşken mercimek çorbası, ben balkabağından neler yapılabileceğini düşünüyordum. Çorbalar, yemekler, pilavlar, tartlar, börekler, kekler, sufleler... Neler gelmedi ki aklıma.

25 Ekim 2007

Ardından helva mı kavuracağız?

Konuyla ilgili olduğu için Buğday Derneği'nin son bültenini de eklemek istedim. Bültende ilginizi çekecek konular var. Bir tanesi de Kazdağı'yla ilgili. Diğer ekler de şöyle:
Kazdağı Koruma Girişimi bir blog açmış. 27 Ekim günü herkesi Çanakkale'ye bekliyorlar. Gerekli bilgileri siteden alabilirsiniz.
Geçtiğimiz aylarda Oğlak Yayınları'nca yayımlanan Zeytin Kitabı için yazdığım tanıtım yazısını buradan okuyabilirsiniz. NTV Yayınları'nın piyasaya sunduğu Dünya Mutfakları Atlası'nın tanıtım yazısı da burada.
*
Birileri elde ne var ne yok satmaya kararlı anlaşılan. Binlerce
yıldır mis gibi kokusuyla, doğası, manzarası, verimiyle insanları
kendine çeken bir cenneti daha satıyorlar. Parça parça. Hem onu
parçalıyorlar, hem içimizi. Ciğerlerimizi deşiyorlar sanki.
Deşilmedik, satılmadık, parçalanmadık, horlanmadık neyimiz kaldı ki?
Orası da delik deşil edilince, zehre bulanınca ne olacak?
Can damarlarını kesip ardından konu komşuya helva mı dağıtacağız?
Helvayı da altın parçalarıyla kavuralım bari. Zeytinyağı yerine siyanür
dökelim salatamıza. Kekik çayı, dağ çayı içeceğimize altın tozu kahvesi
içeriz. Zengin gösterir. Bu cennet vatanın, yani İda'nın, yani Kazdağı'nın, hikâyesini en güzel anlatacak kişi ben değilim. Onu en iyi tanıyan da değilim.
Bir Tuncel Kurtiz anlatmalı şimdi. O gürül gürül akan sesiyle. Ya da İskender Azatoğlu anlatmalı, yumuşak, sevgi dolu sözcükleriyle. Daha nice
isim var ya, iki sevdiğim, saydığım ismi buraya almam yeterli sanki.
Elimden fazla bir şey gelmiyor şu anda, biliyorum. İmzam,
imzalarımız işe yarayabilir mi vatanın en güzel yerlerini
satmaya hazır, gözü dönmüş mercilere karşı bilmiyorum ama
sizleri de Marmara Çevre Platformu'nun Kazdağı'ndaki altın
aramalarının durdurulması isteğiyle başlattığı imza
kampanyasına katılmaya davet ediyorum. Belki bizler de
okyanusta birer damla su olabiliriz:
http://www.marcep.org/index2.asp?sayfa=imza

22 Ekim 2007

Kırmızı gülümseme

Ayşe, Sera, Mina, İlayda, Bartu, Deniz kızı, Spiderman, Gökşin, Arda, Zeynep (2), Eda, Ege, Özge Senem, Ahmet Eren, Mert, Alara, Kaan, Mimi, İrem Su, Efe, Furkan ve diğer tatlı mı tatlı çocuklarımızdan muhteşem lezzetler için Selen'i ziyaret ettiniz mi? Onlar en güzel armağanlarımız, yaşamın en güzel mucizeleri. Hepsi de bir başka güzel.
*
Dilimizi doğru kullanalım diye bas bas
bağıran birinin koskocaman
puntolarla 'kırmızı gülümseme'
diye başlık atmasına ne demeli?
Ne denir bilmem.
Şeklen yanlış gibi görünüyor ya
kırmızı bir gülümsemeye hepimizin
ihtiyacı var bu ara.
(Sitenin adını değiştirmem gerekecek
bu gidişle. Ne olsun? Şaka.
Değiştirmeye niyetim yok.
Memnunum bu halinden.)
*
Bu fotoğrafı çekeli oluyor
bir zaman. Ne zaman ve nerede
çekildiğinin ne önemi var,
önemli olan verdiği duygu.
Bir vesileyle fotoğraflara bakarken
görüverdim onu. O kıpkırmızı çileği.
Göz kırptı, boyun büktü.
Zor zamanlar bu zamanlar, farkındayım.
Farkındayım da elimiz kolumuz bağlı.
Benim elimden gelen bu. Ufak bir oyun.
Bu fotoğraf size ne düşündürdü?

20 Ekim 2007

İç sıkıntısına birebir

















Birden içim sıkıldı.
Olur ya bazen.
Nedendir bilinmez.
Kolonya koklamak yerine,
bahar çiçeklerine bakayım istedim.
Nasıl da ferahlattılar.
Nasıl da aydınlattılar.
Sonra o an geldi,
dedim ben baharı özledim.
İlkbaharı.
Daha sonbaharı yaşamadan hem de.

19 Ekim 2007

Eller eller

Eller ne çok şey ifade ediyor, ne çok duyguyu uyandırıyor, canlandırıyor. Eller karakterimizin aynası galiba, yahut ruh halimizin sözcüsü. Sinirli mi gergin miyiz, sakin mi huzurlu mu, güvenli mi endişeli mi... Bunların hepsini ellerin duruşundan, hareketlerinden anlıyoruz ya bu haller yetişkinlere mahsus. Çocukların böyle endişeleri yok. Onlar hep güven içindeler. Tabii güven ortamında yaşıyorlarsa. Tatlı mı tatlı arkadaşımız Selen dedi ki "haydi minik eller mutfağa". Bu güzel çağrıya uymamak ne mümkün. Yine arşivi taradım. Önce Maya tatlısının bezelye ayıklayan ellerini, sonra da Yağmur tatlısının bazlama yapan ellerini buldum. Tek bir tarif vereyim istediğim için, ekmekte karar kıldım ama önce o günü anlatmalı. Çıralı'dayız. Gisela'cığımın bahçesinde. Bütün gün nar ayıklamış, suyunu sıkmış, sonra da nar ekşisi yapmak için bahçede yaktığımız ateşin üzerindeki kazana almış, kaynatıyoruz. Akşamüzeri olmuş.
Tanya bazlama hamuru hazırlamış, sacı ateşe koymuş. Yağmur'la ben şekillendirip pişiriyoruz ama bu arada çok da eğleniyoruz. O minik ellerine nasıl da yakışıyor hamur. Acemiliğimize gelmiş, bir kaç bazlamayı ateş harlıyken koymuş, yakmışız. Olsun, Yağmur'un o tatlı elleri değdi ya, pek güzel olmuş. Tanya'nın tarifi nasıldı hatırlamıyorum ya ben iki çorba kaşığı kuru maya, 3 su bardağı ılık su, bir çorba kaşığı pekmez, biraz tuz ve 3.5 su bardağı unla yapmıştım. Ekmek yapar gibi, mayayı ılık su ve pekmezle kabartmış, ununu koyup kaşıkla uzun uzun karıştırmıştım. Cıvık bir hamur olduğu için yoğurmamış, bir saat kabarmaya bırakıp yağsız tavada, orta ısıda parça parça pişirmiştim. Pek güzel olmuştu. Maya'cığım büyüsün, biz onunla ne ekmekler, ne kurabiyeler yapacağız. Mutfağa girip una bulanacak, sonra da afiyetle pişirdiklerimizi yiyeceğiz.

16 Ekim 2007

Sıcak sıcak

Akın Abi'nin doğumgünü imiş. Yani aslında onun değil de Punto'nun. Bizleri şımartmış, sanki biz olmasak ona sevgiyle tutunan dostları, kardeşleri olmayacakmış gibi. O olmasaydı (tabii Dilek'ciğime haksızlık etmek istemem, onun kararlı tutumu olmasa biz Akın Abi'yi tanıyamazdık, sana da çok çok teşekkürler sevgili Dilek!) DDD etkinlikleri yapılabilir miydi bilmiyorum? Duru Türkçesi, sevgi dolu ağabeyliğiyle bize kol kanat geren, artık emekli de olsa, doğruluktan, doğrudan ayrılmayan gazetecilerin hala var olduğunu (nesli tükenmekte olsa da) göstermesi açısından onun hayatımda varlığı çok önemli. Haydi gelin biz de onu şımartalım, kutlama mesajları dizi dizi sıralansın, gönendirelim onu. Ne dersiniz? (Aman benden duyduğunuzu söylemeyin!)
*
Gerçekten sıcak. Güneşin altında bekliyorlar. Sabahtan beri. Bunlar sonbaharın güzelleri. Kim diyordu geçenlerde, pazardan haberler vermiyorsun bize diye. İşte şimdi veriyorum. Bu biberler de ne ki, Antalya pazarlarında bugünlerde her renk biber var. Yeşili, sarısı, moru, kırmızısı, turuncusu... Bunlar acı olanlar. Genelde biberiye deniyor burada. Kimi ufacık, kimi daha iri, kimi uzun, kimi top top... Sabah evden çıkarken acaba fotoğraf makinesini yanıma alsam mı almasam mı diye uzun uzun düşünmüş idim. Ağır ya, yüküm de olacak ya. Haydi al dedim, bir daha ne zaman sonbahar pazarı çekme şansın olacak? İyi ki almışım, yoksa bu güzelleri sizinle paylaşamayacaktım. Pazar pek güzeldi yine. Ben ne aldım? Körpecik kabaklar, sarısıyla siyahıyla üzümler, kıpkırmızı elmalar, mevsimin son incirleri, yılın ikinci ammeleri (amme burada Trabzon hurmasına verilen ad), kırmızı etli biberler, kahvaltılık has domatesler, salatalık ve biberler. Has diyorum, hakikaten has hepsi de. Körpecik, çıtır çıtır, kıpkırmızı. Gerçek yahu, düpedüz gerçek bunlar. Ben onlar için şükran duymayayım, dua etmeyeyim de kimler etsin?

14 Ekim 2007

Karadeniz'den: Patlıcan balığı

Akın Abi harika bir konu hazırlamış: 'Dillerin Aile Yapıları ve Türkçemizin Yeri'. Doğru Yazalım, Doğru Konuşalım, Dilimizi Koruyalım kampanyası çerçevesinde. Bakın bakalım Türkçe nerede duruyormuş? Çok etkileyici bir konu seçmişsiniz Akın Abi, ellerinize sağlık.
*
Sıra geldi Karadenizli lezzetlere. Ev sahibesi Yeşim bu etkinliğin. Dible tarifini yayınlamamış olsaydım, buraya onu koyardım ya aynı tarifi tekrar yayınlamak anlamsız gelince arşivdeki diğer Karadenizli lezzetleri taramaya başladım. Yemeklerin fotoğrafları da olduğu için, Her Güne Bir Yemek'e başvurdum. Yine babaannemden bir tarif, yine halamdan öğrendim. Kaç yıl oldu bilmem ki, halam bize son geldiğinde ona kitaba koymak için tarif sormuştum, o da patlıcan var mı, ya mısır unu demiş ve kolları sıvamıştı. Sonuçta fotoğrafta gördüğünüz patlıcan balığı çıktı ortaya. Pek lezizdi. Yine babaannemin ruhu şad olsun deyip halamın yanaklarından öpeyim ve kısaca anlatayım. Zeytinyağında kızartılan bir balık bu. Dolayısıyla zeytinyağı lazım öncelikle. Tabii patlıcan (körpe, ufak patlıcanlar olsun), mısır unu ve tuz da. Patlıcanların saplarını kestik, aşağı taraftan sap kısmına kadar yardık (birbirinden ayrılmayacak). Aynı şekilde bir kesik daha atıp dörde böleceğiz. Tuzlu su kaynatıp patlıcanları yumuşayana kadar haşlayıp süzecek, mısır ununa bulayıp kızgın yağda (tavaya fazla yağ koymaya gerek yok) her tarafını kızartıp sıcak olarak servis edeceğiz. Hepsi bu. Ne kolay değil mi? Bir o kadar da lezzetli. Yeşim'ciğim sana kolay gelsin diyorum. Kimbilir ne güzel lezzetler yayınlanacak yine. Etkinliğe katılan tüm dostlarımızın ellerine sağlık. Yeşim'in sitesine yukarıda link verdim, pazartesiden itibaren ziyarete başlayabilirsiniz. Kolay gelsin Yeşim'ciğim!

10 Ekim 2007

Umut


Toprağın sundukları,
her şeye rağmen,
umudun asla
tükenmeyeceğini fısıldıyor,
kulağıma.
Ağacı dikenli.
Çiçekleri mini mini,
yeşilimsi sarı renkte.
Meyvesi
gel beni ye
diye bakmasa da,
bir ısırık aldığınızda...
Umut hep var.
Hiç bitmedi,
hep olacak.

09 Ekim 2007

Etkinlik-Güncelleme

Doğru Yazalım, Doğru Konuşalım, Dilimizi Koruyalım kampanyasına gazete, dergi, kitap ve televizyonlarda gördüğüm bazı yanlış cümlelerin listesiyle katılmış, sizlerden de bu yanlışları düzeltmenizi rica etmiştim. Pek çok dostumuz bu cümle ve manşetlerdeki hataları bulup doğru olduğunu düşündükleri hallerini yazarak gönderdiler. Hepsi yazının yorumlarında var zaten. Bana düşen cümleleri hatalı ve düzeltilmiş olarak yeniden yayımlamak. Dil matematik gibi olsa, iki kere iki dört eder der kurtulurduk ya öyle değil. Aynı bilgiyi pek çok farklı şekilde aktarabiliriz. Bu yüzden pek çok cümle için tek doğru hali (yahut en doğrusu) budur demek zor. Bu cümlelerde beni en çok rahatsız eden şey, çoğunun İngilizce'den yanlış çevirilerle dilimize girdiğini düşündüğüm anlamsız kullanımlar ki bu konuda Şefika çok güzel bir yazı yazmıştı hatırlarsanız.
*
Kısacık bir konuya daha değinip cümlelere geçeceğim. Bugün basın yayın kuruluşlarında pek çok emekçi o kadar az maaşlarla çalışıyor ki bunu ve pek de iç açıcı koşullarda çalışmadıklarını düşününce belki de bu kadar yüklenmemek gerek dedim. Son bir not: Ben bir Türkçe uzmanı değilim. Dilbilgimin de çok iyi olduğunu düşünmüyorum doğrusunu isterseniz. Çocukluğumdan beri çok okuyan biri olduğum için ve belki de gözlerim hatayı çabuk algıladığı için yanlışlıkları görüyorum. Yine de benim yazdıklarım doğrudur demek iddialı olur. Umarım yazdıklarım ve söylediklerimle kimseye kötü örnek olmuyorumdur. Hatamız olduysa affola.
*
1. “Vahşi doğada hayatta kalma ihtimaliniz var mı?” testinden yüzde 50 sonucunu aldım.

Tijen’in notu: “Yüzde 50 sonucunu almak”a takılmıştım. Ayrıca buradaki soru testin başlığıdır test “vahşi doğada hayatta kalma ihtimaliniz var mı?” testi değildir. Bilmem siz de katılır mısınız?

2. Ama meğer Spiderman pek bana göre değilmiş.

Burçin: Meğer Spiderman bana göre değilmiş.

3. Tabii bir yandan da ben sizin için detaylar aldım ki kaloriler konusunda da size fikir verebileyim diye.

Evren: Tabii bir yandan da sizin için detayları not ettim ki kaloriler konusunda size fikir verebileyim. (Tijen’in notu: Ben bu cümleyi daha da kısaltarak vermeyi tercih ederdim sanırım. O kadar çok gereksiz sözcük var ki: “Kaloriler konusunda fikir verebilmek için ek bilgiler aldım.” Ama bu benim düşüncem. En doğrusunu ben bilirim demem de diyemem de.)

4. Ayrıca soya sosu sebebiyle sodyuma, yüksek tansiyon hastaları ve sodyum duyarlılığı olan böbrek hastalarının dikkat etmesi gerekiyor.

Münevver: Ayrıca, soya sosunun içindeki sodyum sebebiyle, sodyuma duyarlı olan tansiyon ve böbrek hastalarının, bu sosu tüketirken dikkatli olmaları gerekiyor.

5. Zaten her yere yürüyüş yaparak gitmeyi tercih ediyorum. Bunun dışında yürüyüş yapmayı seviyorum.

Hanife: Zaten her yere yürüyerek gitmeyi tercih ediyorum. Bunun dışında yürüyüş yapmayı seviyorum.
Amofti: Yürüyüş yapmayı seviyorum bu nedenle de her yere yüreyerek gitmeyi tercih ediyorum.

6. Söylemek istediğim sadece en önemli ihtiyaçlarımızdan biri olan yemek yemeye biraz özen göstermek, kendiniz için hayata anlam katmak; bir lokmayı henüz çiğnemeden çabucak yutmaktan değil tüm duygularınızla tadını, tuzunu hissedebilmek gerektiği...

Ali: Bence hayata biraz anlam katmak için yemek yeme konusunda özen göstermemiz gerekir. Bunun için beş duyumuzu da kullanarak; yavaş yemeli, tadını, tuzunu hissetmeli... (Tijen’in notu: Bu cümle fazlasıyla uzamış, uzayınca da anlamını yitirmiş bence. Bunun yerine kısa bir kaç cümlede derdimizi anlatmaya kalksak sanırım okur için daha anlaşılır olur.)

7. Laleli’nin erken hasat zeytinyağı ilk tattığımda lezzeti beni şaşırtmıştı ve o günden beri Yunanistan’dan taşıdığım Girit yağlarıyla birlikte en sevdiğim zeytinyağlarının başında yer almıştı.

Ali: Laleli'nin erken hasat zeytin yağını ilk tattığımda lezzeti beni şaşırtmıştı. Daha önce Yunanistan'dan getirdiğim Girit yağlarıyla birlikte en sevdiğim zeytin yağları içinde yer aldı. (Tijen’in notu: Zeytinyağı bitişik yazılır. Bkz. www.tdk.gov.tr )

8. Hayır diyemeyen bir insanın, diğer insanlar tarafından sınırları algılanmaz.

Elvan: Hayır diyemeyen bir insanın sınırları, diğer insanlar tarafından algılanamaz.

9. Stres tırnak yemeyi artırıyor” (gazete manşeti)

Tijen’in notu: Bu durumda “Çok stresliyim, tırnak yemem arttı” mı diyeceğiz?

10. Daha geçen yıl öleceğini düşünen Tuba Şılbır, şu anda 18 yaşında ve 100 bin böbrek hastası ve yakını için onun adı artık 'umut!'

Tuhfe: Daha geçen yıl öleceğini düşünen Tuğba Şılbır şu anda 18 yaşında. Yüz bin böbrek hastası ve yakınları için onun adı artık "umut"! (Tijen’in notu: Bu cümlede ‘daha’ sözcüğü fazlalık bana kalırsa ancak Tuhfe’nin diğer önerilerine katılıyorum.)

11. Ramazan ayının gelmesiyle birlikte davetler, kokteyller, açılışlar bıçak gibi kesti.

Diyalog yemekler: Ramazan ayının gelmesi ile birlikte, davetler, açılışlar, kokteyller bıçak gibi kesildi.

12. Onu hiç tanımayan ya da devrimi ideal edinmediği halde onu sevdiği için Che'den bahseden bir insan grubu vardır.

Tijen’in notu: Benim bu cümlede doğru olmadığını düşündüğüm bölüm “devrimi ideal edinmek” idi. Belki de doğrudur. Yine de bu cümlede bir karışıklık var gibi değil mi? Belki “Che’yi sevdiği için ondan bahseden” desek daha anlamlı olur.

13. Ne zaman kuyruğuna basılsa direkt pençelerini çıkarıyor.

Hülya Yılmaz: Ne zaman kuyruğuna basılsa, pençelerini gösteriyor.

14. Günde yaklaşık 200 tane blog geliyor.

Hülya Yılmaz: Blog kullanımı yaygınlaşıyor. Her gün ortalama 200 blog yayına başlıyor. (Bir metinden tek cümle çıkarıp alınca doğru anlatımı tahmin etmek zor oluyor aslında. Gazetenin blog yazarları varmış ve yeni öneriler geliyormuş. Bloglar yürüyerek mi geliyorlar diye düşünmüştüm bu cümleyi okuduğumda.)

15. Kepez’den göz dağı (gazete manşeti)

Hülya Yılmaz: Kepez’den gözdağı

16. Yunanistan’ın en iyi üniversitelerinden birine sahip olan Selanik’in balkonlarında rengarenk sardunya, ayrıca portakal bahçeleri, zeytin ve çam ağaçları, Osmanlı paşalarının yaptırdığı çeşmeler, özgürce sarı, pembe, kırmızı renklere boyanmış, kolalı dantelli pencereleri ile cumbalı evler vardır.

Tijen’in notu: Bu cümlede özne “Yunanistan’ın en iyi üniversitelerinden birine sahip olan Selanik’in balkonları” olmuş. Doğru mu görüyorum? Özne balkonlar ise balkonlarda portakal bahçeleri, zeytin ve çam ağaçları olmaz. Tabii çeşmeler, cumbalı evler de. Bir de “sahip olmak”a takıldım sanırım. Selanik bu üniversitelerin sahibi midir?

17. Ancak … maçtan bir gün önce oturduğumuz sitenin basket sahasında futbol oynarken kendini sakatlayınca şans …’a güldü.

Tijen’in notu: Bu cümlede “futbol oynarken kendini sakatlamak” bölümüne takılmıştım. Sakatlanır mıyız kendimizi mi sakatlarız? Yahut düşüp bir yerini incitmek sakatlanmak mıdır?

18. Taraflar dizi üzerinde bir dizi muhabbet ettikten sonra …, senaryoyu alıp eve götürecek, okuduktan sonra …’a görüşünü bildirecek.

Tijen’in notu: “Bir dizi muhabbet” nasıl ediliyor onu anlayamadım. Bir de aynı cümlede dizi sözcüğü iki kere kullanılmıştı, farklı anlamlarla. Buna dikkat edilebilir belki.

19. Yaptığımız işe, dernek yönetiminin ilgisizliği karşısında ki hayal kırıklığımı dile getirmeye uzun süre tereddüt ettim.

Hande: Dernek yönetiminin yaptığımız işe ilgisizliği karşısındaki hayal kırıklığımı dile getirmeye uzun süre tereddüt ettim.

20. Çok duygulandım ve aklıma hiç hediye almak gelmediği içinde biraz utandım.

Itır: Çok duygulandım ve hediye almak hiç aklıma gelmedigi için de biraz utandım.
Münevver: Çok dugulandım ve aklıma hediye almak (hiç) gelmediği için de biraz utandım. (Münevver’in notu: Burada "hiç" kelimesi yanlış yerde kullanılmış. Ayrıca kullanılmasa da olur. “De” bağlacı ayrı yazılmalı.)

21. Eleştirmenler (kendimden biliyorum) hayatlarını beğenmemek üstüne kurar, doğru olanda budur.

Tijen’in notu: “olan da” şeklinde yazılacak.

22. Önce genç bir yazarı poh pohlayacağız...

Münevver: Önce, genç bir yazarı pohpohlayacağız. (Münevver’in notu: Pohpohlamak ayrı yazılmamalı.)

23. Benim ki tersine bir süreçtir.

Münevver: Benimki tersine gelişen bir süreçtir. (Münevver’in notu: "Ki" iyelik eki. Ayrı yazılmamalı. Ayrıca yaşanılan olgu ne ise, anlatım bozukluğu da var.)

24. Daha pekçok yazarların edebiyatını yapmadınız ki!

Münevver: Daha pek çok yazarın edebiyatını incelemediniz ki. (Münevver’in notu: "Pek çok" ayrı yazılmalı. Bu öbek çoğul bildirdiği için de sonraki kelime tekil olmalı. "Edebiyatını yapmadınız" cümlesindeki yapmak, yanlış kullanılmış bana göre. "Edebiyat yapmak" anlamında kullanıldıysa o da hatalı.)

25. …’nun kızlarını okuttuğu bu üniversitede çalışan, adını vermek istemeyen yabancı bir hocanın söylediğine göre burası Malezya’nın İslamlaşma sürecinde önemli rol oynuyor, bir sürü genç mümin yetiştirip topluma servis ediyor.

Tijen’in notu: Bu cümlenin sonu bozuk bence. Belki İngilizce’den çevirmişlerdir, öyle bir havası var. “Topluma servis etmek” ne demek?

26. Yahudileri Avlayan Hollandalıların her Yahudi için ayrıca para aldığını, Yahudileri koruyan kimi ailelerinse bu işi yalnızca para karşılığı için yaptıklarını.

Binbir çeşit hayat: ''Yahudileri avlayan Hollandalıların her Yahudi için ayrıca para aldığını, Yahudileri koruyan kimi ailelerin ise bu işi yalnızca para için yaptıklarını.

27. … Waldemar hayalini kurduğu özgür bir dünyada tutunabilmenin, her şey terslik içinde giderken bile yumuşak kişiliğini yitirmemenin, toplama kapmında bile bilgisi ve gücüyle insanları hayran bırakmanın onuruyla yaşıyor.

Tijen’in notu: Bu cümledeki sorun “her şey terslik içinde giderken bile” kısmı. “Her şey ters giderken” dersek sorun çözülür sanırım.

28. Tıp alanında ki araştırmaların çoğu deniz kaynaklı (bir haber kanalında alt yazı)

Ekmekçi kız: İfade bozuk, -ki ayrı yazılmış, -de eki karmaşasından sonra, şimdi de -ki eki karmaşası mı, çıkacak?

29. Önlem alınmaması durumunda Akdeniz’de 20 yıl sonra canlılık tükenecek (aynı kanalda, aynı programdan alt yazı)

Ekmekçi kız: Canlılar tükenecek demek istemişler.

30. Bu sefer bir öneri. Semih Gümüş, ‘Bazı kitaplar niçin çok satar?’ başlıklı yazısında iyi yazmak için iyi kitaplar okumanın öneminin altını çiziyor. Bence önemli bir yazı.

Damla: Tam maddelerden birisini yeniden yazayım demiştim ki, "Bazı kitaplar neden çok satar" başlığını gördüm. "Çok satmak" İngilizce'den çeviri gibi geliyor bana. Kitap mı satıyor, yoksa satılıyor mu aslında? Zaten bir on sene öncesine kadar böyle söylenmiyordu, ta ki "best seller"ı Türkçe'de ifade etmek isteyen birileri çıkana kadar.

Semih Gümüş’ün yanıtı: Eğer "best-seller" yerine kullanıyorsak, bence "çok
satar" demek doğrudur; bizimki İngilizcesini karşılar. Terim olarak
kullanıldığı yerlerde... Ama "Yazarın kitaplarının çok satması..."ndan söz ediyorsak, burada bence "... kitaplarının çok satılması..." biçiminde kullanmalıyız. Gene de tartışmaya değer, bunlar benim saptamalarım.

Feyza Hepçilingirler’in yanıtı: Çok güzel bir şey yapıyorsunuz; kutlarım. Bu çabaların çok önemli olduğuna yürekten inanıyorum. Örnek olmasını, sizin grubunuz gibi, başka grupların da oluşmasını dilerim.
Sorunuza gelince... Türkçenin doğal kullanımı, kitapların "çok satılır" olmasını gerektirir; ama İngilizce "best seller" dilimize "çok satan" diye çevrildiğinden kitaplar, çok satılmıyor, çok satıyor artık.

07 Ekim 2007

Şifa salatası

Şifa lazım şifa. Ruha, bedene, zihne şifa. Kolay değil. Hele de bu zamanda. Gazeteyi açıyorsunuz, televizyonu, bilgisayarı... Her yerde insanın ruhunu kırıp döken haberler çıkıyor karşınıza. Gündelik hayatta durum farklı mı? Ülkenin, kıtanın, dünyanın? Çalınıyor yaşamlarımız ellerimizden. Farkına bile varmıyoruz koşuştururken. Dinlenmek için durduğumuzda bir bakmışız yok. Yok işte. Çanta duruyor belki, cüzdan, cep telefonu, kredi kartları. Yok olanın göze görünmesi zaman alıyor. Ancak iyice sakinleştiğimizde, nefeslenip kendimize geldiğimizde anlıyoruz yitip gideni. Nedir yitirdiğimiz desem, ne dersiniz?
*
Şifa salatası koydumdu bu salatanın adını. Bu yılın ilk şifa salatasını Meltem ve Handan için yaptım. Ertesi gün de sadece kendim için. İçinde incecik kıyılmış lahana, rendelenmiş havuç, ince doğranmış kereviz sapı, kabuğuyla doğranmış elma ve susam var. Tuzunu, yağını, limonunu bol seven bir salata bu. Yutuyor sanki hepsini. Karıştırıp başlıyorsunuz kaşıklamaya. Yedikçe şifa buluyorsunuz. Temizlendiğinizi, arındığınızı hissediyorsunuz. Gerçekten.

Salata, sos deyince aklıma Mevsimlerle Gelen Lezzetler'de yer verdiğim bir söz geldi. Bir İspanyol atasözü olduğunu okumuştum. İyi bir salata yapmak için dört kişi gerekir: zeytinyağı için müsrif biri, sirke için cimri biri, tuz için bir danışman, hepsini karıştırmak için ise bir deli. Sirke yerine limon koyup hepsi için müsrif birinden yararlanabiliriz şifa salatasında. (Çok çok sevgili, sevgi dolu, hayat dolu Tuğrul Şavkay'ın 2002'nin yemek kitaplarını anlattığı yazısına link verdim yukarıda. Benim ilk kitabımdı. İlk heyecanım. Tuğrul Şavkay ise onu yılın en iyi yemek kitapları arasında saymıştı. Nasıl da gönendirmişti. Aramızdan ayrılışı üzerinden dört yıl geçti. Keşke gitmeseydi.)

05 Ekim 2007

Size de olur mu?

Doğru cevabı Tata'cığım vermiş. Tam bir soru gibi değildi biliyorum. Biraz gizem vardı içinde. Sorun bende mi yoksa... Tata'nın yanıtı tam varmak istediğim yere işaret ediyordu. Merak ediyorsanız yanıt yorumlarda. Sevgiyle kucaklıyor, paylaştıkların için teşekkür ediyorum sevgili Tata! Ben de senin gibiyim. Genelde çok sevsem dahi içim istemiyorsa bir türlü yiyemiyorum kimi yiyecekleri. O gün makarnaysa makarna, salataysa salata, tatlıysa tatlı... Bu resmin çekildiği gün, brokoli değildi beni çeken. Sorun da buradaydı. Pek de lezzetli bir brokoli değildi. Bunu da ufak bir not olarak sona ekleyelim, kargacık burgacık bir el yazısıyla.
Size de olur mu sahi? Hani çok seversiniz aslında o yiyeceği. Gördüğünüzde heyecanlanırsınız. En güzelini seçip satın alır, nasıl pişireceğinize karar verir, malzemeleri çıkarıp hazırlar, yıkar, doğrar, pişirirsiniz. Tadına bakarsınız, hayal kırıklığı. Sorun pişirme yönteminde de değildir aslında. Bir şeyler eksiktir. Nedir o bilemezsiniz. O en sevdiğiniz yiyecek, ağzınızda büyür, büyür. Yiyemezsiniz bir türlü. Bir kenara koyarsınız. Soğutur, dolaba kaldırırsınız. Ertesi gün gelir. Çöpe atacak değilsiniz ya, hiç değilse biraz makarna haşlayayım, onunla karıştırıp yiyeyim dersiniz. Hazırlayıp tabağa koyduğunuzda, makarnaları atıştırır, o aslında sevdiğiniz ama nedense bir türlü yiyemediğiniz sebzeleri kenara itelersiniz. Ertesi gün yine dener, yine yemeyi beceremez, yine makarnadan ve bu sefer biraz da keçi peynirinden medet umarsınız. Boğazınızdan geçmemek için direnir o güzelim çiçekler. Sorun sizde midir, onda mı, bilemezsiniz.

03 Ekim 2007

Kadınlar ve hikayeleri

Her kadının bir hikayesi var. Bir olur mu, bir çok hikayesi var. Sessizce, içlerinde yaşıyorlar hikayelerini, yıllar önce izlediğim bir filmdeki gibi. Çığlığı basmak için ağızlarını açtıklarında, ses gelmiyor. Neden söylüyorum ki bunları? Hele de yanında fıstık gibi çilekler olan çikolatalı bir mini kek fotoğrafı eşliğinde. Belki 'Gelinler' filminin etkisi geçmediği içindir. Belki savaş yıllarında Amerika'ya göçen delikanlılarla evlendirilmek üzere gemilere bindirilip gönderilen 'mektup gelinleri'nin hikayesine çarpıldığım içindir. Her kadının bir hikayesi var, dinleseniz anlatırlar. Bazen kilime, bazen oyaya, bazen sofradaki aşa dökerler dertlerini. Anadolu kadını bunun için etkiliyor belki beni. Başında yaşmağı, sabahın köründe başlar hayatı. Dur durak bilmeden çalışır, didinir. Her koşulda, sofraya aş koymayı bilir. Aç koymaz ailesini. Dağdan ot toplar, sütten peynir mayalar, undan yufka eder. Şehre gelince de televizyon karşısına oturup kek pasta tarifi alır. İhtiyacımız olan içine margarin boca edilmiş yapay aromalı vanilyayla parfümlenmiş kekler, yahut marketten alınmış 'satın' çorbaymış gibi... (Bodrum'un Çamlık köyünde hazır çorbalara 'satın çorba' diyorlar.)