30 Eylül 2009

Sabahın büyüsü

Sabah sessizliğini, ışıltısını sevenlerden misiniz? Kuşların yeni yeni cıvıldamaya başladığı, konu komşunun henüz yatağından çıkmadığı, denizin çarşaf misali dümdüz olduğu, doğanın yeni yeni uyanmaya başladığı saatleri. Güneş henüz fazla yükselmemiştir. Keskin bakışlıdır bu saatlerde. Öyle bir boyar ki gözünün değdiğini, şaşalarsınız. Ben bu üzümleri her gün görüyorum ama hiç bu kadar güzel parlamamıştı dersiniz. Güneşte kurumakta olan biberler bir başka parıldamaktadır, arkadaki ağacın yeşiline inat kızarır, kızarır, kızarırlar. Gözlerini kapatırsın. Sessizliğin içine girersin, kapısını tıklatıp. Gözlerin hala kapalıdır. Yavaş yavaş sessizliğin seslerini duymaya başlarsın. Ne çok şey söyler insana o sesler, ne çok. Tüm zamanların, tüm gerçeklerin buluştuğu yerdesindir. Tüm dileklerin -yüreğinden gelerek, tüm kalbinle isteyerek dileyeceksin ama- gerçekleşir o yerde. Bir de sadece kendin için dilemeyeceksin der büyükler. Bencilce olmayacak dileğin. Sessizliğin sarayından çıktığında arınmış, durulmuşsundur. Yüreğini sevgiye açarsın ve asmadaki üzümden bir kaç tane koparırsın, olmuşlar mı diye. Yaşadıklarını unutuverir, günün telaşesine kaptırırsın kendini. Ağzında üzümün burukluğu, göğüs kafesinin orta yerinde incecik bir sevinç, tüm hücrelerinde dileğinin gerçekleşeceğine duyduğun inançla...

28 Eylül 2009

Bir varmış bir yokmuş

Bir varmış bir yokmuş. Tijen o zamanlar lisedeymiş. Okulun basketbol takımında oynuyormuş. Liselerarası turnuvalardan birinde İzmir'den gelen okullardan birinden bir arkadaş edinmiş. Uzunca bir süre mektuplaşmışlar ya sonra araya giren zamanlar iletişimi seyreltmiş, bu tür dostluklarda hep olduğu gibi zamana yenik düşmüş dostlukları. Aradan o kadar çok yıl geçmiş ki ne siz sorun ne ben söyleyeyim. Günlerden bir gün bir tatlı genç kadın sayesinde postanın güzelliğini yeniden keşfetmiş ve o güzel gülüşlü genç kadınla bir yazışmaları sırasında o arkadaşı aklına düşmüş. İnternet bu, artık gizlimiz saklımız yok malum. Buluvermiş ve hemen bir koşu yazmış tuşlara tıklayarak. O da ne, arkadaşı da yanıt vermez mi? Aradan geçen yıllarda benzer yollardan geçtiklerini keşfetmişler ve Tijen bu işe çok gülmüş. Yani kocaman gülümsemiş. Bu sefer de eski arkadaşlarla yeniden dost olmanın güzelliğine takmış kafasını. Şimdi hangi arkadaşımı bulsam diye geçiriyormuş aklından bir de kime mektuplar yazsam, kartpostallar göndersem diye. Ama postanede güzel pul yokmuş. Oysa bir zamanlar yaşadığı o uzak ülkedeki pullara vurgunmuş. (Bu yazı ve fotoğraf yılların ötesinden çıkagelen dosta -ve onu bulmamı sağlayan dünyaya aşık genç kadına- ithaf edilmiştir. Fotoğraf diyorduk, New York'ta metro istasyonlarının her birinde farklı türden sanat eserleri vardır. Hangi duraktaydı hatırlamıyorum, onlardan birinde de duvardaki fayanslara resmedilmiş insan silüetleri vardı. Bu yazıya en çok bu resmi uygun gördüm.)

26 Eylül 2009

Bir Provence lezzeti

Belki o günü anlatmışımdır. Puslu bir bahar günü. Nice'teyim. Veronique ile Cours Saleya'yı geziyoruz. Cours Saleya, Nice'in ünlü -turistik- pazarı. Yerliler de alışveriş yapıyor ya çoğunluk Amerikalı veya diğer ülkelerden gelen turistler. Tahmin edersiniz ki tezgahlar da turistler için düzenlenmiş durumda. Tadı bir şeye benzemeyen zeytinler (millet bayıla bayıla alıyor, Fransız zeytini ya!) meyve şekerlemeleri, taze ve kuru meyveler, tadı tuzu olmayan, İspanya'dan gelme çilekler, çörekler, her Nicelinin evinde görmekten zevk aldığı rengarenk bahar çiçekleri, sabunlar, lavanta keseleri... Akşam yemeği için peynir alacağız. Yerel peynirlerden. Şarabımız hazır bekliyor. İşimiz bitince de pazarın ortayerinde, Chez Theresa'nın yerinde "socca" yiyeceğiz. Cenova taraflarında "farinata" adıyla bilinen (her iki bölge de bu yiyeceği sahipleniyor tabii ki) soccanın malzemesi nohut unu, su ve zeytinyağı. Cıvıkça bir hamur yapılıp (krep hamuru kıvamında) bizimkiler kadar derin olmayan saclarda, fırında, odun ateşinde pişiriliyor. Çapı neredeyse bir metreyi bulan kocaman krepler. Üzerine karabiber serpiliyor, yanında rose şarapla ucuz bir öğle yemeği oluyor. Nice'de de, Cenova'da da karşınıza sıkça çıkan socca, en güzel dostlarla gidiyor. Açık havada, ferah ferah, kahkaha eşliğinde...

25 Eylül 2009

Uzak tatlara devam

Nesin Vakfı'nın Çatalca bina ve bahçesinin İstanbul ve Marmara'da yaşanan selden büyük zarar gördüğünü ve bu selden sonra dostlarından yardım istediğini çoğunuz duymuşsunuzdur. Bu hafta pazar günü (27 Eylül 2009) 12-19 saatleri arasında, Karaköy'deki tarihi Sümerbank binasında gelirinin tümü vakfa verilmek üzere bir yardım günü düzenlenmiş. Pek çok tasarımcının ürününün satılacağı etkinlikle ilgili bilgi için şurayı tıklayabilirsiniz.
*
Bugün de tatlılarla devam etmek istedim. Nasılsa uzak bana, nasılsa yiyemem diyerekten. Tabii sizin de iştahınızı açıyor olabilirim. Öyle ise affedin beni. Bir tatlı incir yiyin, bir dilim mis kokulu kavun veya bir kaç fındıkla bir ufak avuç kuru üzüm. Hoş tazesi varken kurusuna ne gerek var değil mi? Sarısı, yeşili, kırmızısı, karası, alacasıyla üzümler hevenk hevenk. Şu İtalyan işi sfingi'yi bir güzel salkım üzüme kim tercih eder ki? Öyle de gönül bu, gördü mü istiyor. Sfingi, diğer adıyla zeppole, bir İtalyan tatlısı ancak İtalyan icadı değil. En azından hamuru değil. Hani şu ekler, profiterol gibi tatlılarda kullanılan şu hamurundan başka bir şey değil kullanılan. Roma'da buna "Bignè di S. Giuseppe" deniyormuş. İtalyan mutfağında sıkça karşımıza çıkmakla birlikte Malta'da da bulunuyormuş. Aslına bakarsanız bu ad iki farklı şekilde yapılan tatlıya veriliyor. "La Festa di San Giuseppe", yani Mart ayında kutlanan Aziz Joseph gününde Roma, Napoli ve Sicilya sokaklarında satılan "zeppoli" "donat" benzeri bir tatlı. Yani yağda kızarmış, mayalı bir hamur. İçinde krema, marmelat veya "cannoli" yapımında kullanılan, "ricotta" peynirli harç olabiliyormuş. Neyse ki benim karşıma çıkan fotoğraftakindendi, yani şu hamuruyla yapılmış, bir bulut yığını kadar hafif ve delişmen olanı. Bir soğuk New York gününde, uzun bir yürüyüşten sonra, bir dostla, bir İtalyan pastanesinde, kahve eşliğinde paylaşılmıştı. Şimdi nereden çıkageldi hafif bunalımlı bir Eylül günü diyecek olursanız, "hiiiç, arşive bakıyordum bugün ne yazayım diye, baktım bu fotoğraf pek işveli, hadi onu anlatayım dedim," diyeceğim. Belki de "bugün canım sıkılıyordu, kendime eğlencelik bir şey ararken buldum," da diyebilirim. Hatta konuyu bambaşka, tamamen ilgisiz bir meseleye de bağlayabilirdim ama işi bu kadar ileriye götürmeye gerek olmadığını -neyse ki geç olmadan- anladım.

24 Eylül 2009

Kayıp masallar

Masal dinlemeyi sever misiniz? Sever miydiniz demeli belki. Artık koca koca insanlar olduğumuza göre ne masal dinlemeye vaktimiz var ne de bize tatlı sesleriyle masal anlatacak nineler, dedeler. Hepsi göçtü gitti. Masalları da yanlarında taşıyarak. Ben duyurmakta geciktim (dergiyi ancak dün satın alabildim çünkü) ancak siz Atlas dergisi okurlarındansanız belki çoktan o kırmızı ciltli kitapçığı açıp okumaya başladınız bile. Değilseniz de bir kaç gün içinde gazete bayinize uğrayıp Atlas dergisinin Eylül sayısını satın alın (ay sonuna şunun şurasında kaç gün kaldı?) H. Çağlar İnce'nin koordinatörlüğündeki araştırma grubu, bir ayda 10 bin kilometreden fazla yol yapıp 100 kadar haneyi ziyaret ettiler ve Yörüklerin kayıp masallarını derlediler. Proje hakkında ayrıntılı bilgiyi buradan alabilirsiniz. Bu adreste de projenin fotoğraflarına ulaşacaksınız. Sizin kayıp masallarınız hangileri diye sorarak Çağlar ve ekibine bu kıymetli proje için teşekkür ediyorum. (Bu fotoğrafı 3-4 yıl önce İstanbul'da, EMITT Turizm Fuarı'nda çekmiştim. Bu bebekleri belki siz de görmüşsünüzdür. O gün onlardan bir tane almadığım için hala kızgınım kendime!)

22 Eylül 2009

En güzel gezi anıları

Sizi bilmem ama, "pastane" ziyaretleri benim en güzel gezi anılarım arasında üst sıralardadır. Yıllar öncesinden kalma anılar vardır zihnimde. Mesela Paris'ten mi Brüksel'den mi olduğunu anımsayamadığım bir enstantane. Güneşli bir gün. Bir pastane vitrinindeki çilekli ekler pasta göz kırpmış. Dayanamayıp girmişim. Bir başka sefer Cenova'dayım, geleneksel bir fırında, mantar şeklinde bezeler görmüş, denemek istemişim. New York'ta, "yoğrulmadan" yapılan ekmekleriyle ünlenen fırını bulmuşum, arayıp tarayıp, ekmektense ilk defa gördüğüm sütlaçlı tartoletlerden sardırmışım. Vilnius'dayım. Hava buz. Sokakta yürümek dahi istemiyor insan. Yine bir pastane çekmiş beni, ta içine kadar. Oradan aldığım kekle pasta arası lezzeti tatmadan dışarıdaki masalardan birine koymuş, fotoğrafını çekmişim. Benzer şekilde, Pazin'de (Hırvatistan) milföy benzeri bir pastayı denize nazır bir bankta oturarak yemiştim. Bu aralar tatlı yemeyi yasakladığımdan mıdır nedir, hep o "tatlı" anılar geliyor aklıma. Fotoğraftaki de Amsterdam'dan. "Meringue"li tartlardan. Ara sıra özlediğim, sevdiğim bir lezzet. Yemeden önce fotoğraf çekilecek ya, nerede nerede derken bir köprü üzerinde karşıma çıkan bisikletin üzerine koydum, deklanşöre bastım, kimseler görmeden (ve bir kazaya uğramadan) tartımı aldım, makineyi çantama koyup başladım ısırmaya.

17 Eylül 2009

Dünyanın en iyi 50 yiyeceği/Patlıcan

Böyle listelerden haz etmem. Kime göre en iyi 50? Neden en iyi? Beklenti yaratmaktan başka işe yaramadığını düşünürüm, bakmadan edememekle birlikte. İngiliz The Guardian gazetesindeki listede "dünyanın en iyi 50 yiyeceği ve bu yiyeceklerin tadılabileceği adresler" var. Onca muhteşem yiyecek varken neden "en iyi domates suyu", "en iyi milkshake" (meyveli, çırpılmış süt mü demeli?) yer alır ki listede? (O zaman yiyecek ve içecek desinler zaten değil mi?) İşi gücü bırakıp, bütçeyi denkleştirip dünya seyahatine çıkamayacağımıza göre listeye sadece "ağzımız sulanarak" bakabiliriz. O da hepsine değil. Mesela en iyi patlıcan Atina'daki Ta Kioupia adlı restoranda yenirmiş. Haltetmişler demek geliyor içimden. Hele bir gelsinler Türkiye'ye, patlıcanlı yemeklerin alasını yemezlerse ne olayım. (Bugün ne kadar iddialıyım böyle!) Rahmetli Aydın Usta'yı (Yılmaz) anmadan edemiyorum patlıcan söz konusu olunca. Bir patlıcan yemekleri kitabı hazırlamak istiyordu. İddiası Türkiye'de yüzlerce çeşit patlıcanlı yemek olduğu idi ki Anadolu'nun her yerinde patlıcanla yapılmış birbirinden farklı yemekler, mezeler (hatta reçeli bile yapılıyor, malum) vardır. Bense bu ara közlenip ayıklandıktan sonra sarımsaklı yoğurtla "yoğurulmuş" patlıcan salatasına aş eriyorum (kulakların çınlasın Işıl'cığım!) sadece. Bir de patlıcan kumpire. Hangisini yapsam acaba?

16 Eylül 2009

Eylül'de ne yemeli?

Radikal'den Elif Türkölmez'in yazısı: Eylül'de ne yemeli. Sizce ne yemeli? Mevsime istinaden, arşivden bir fotoğraf seçtim. Bundan 3.5 yıl önce çekilmiş. (Bu mevsimde çekilmiş değilse de Radikal'deki yazıyı okursanız durumu anlayacaksınız.) Bir Şubat günü Çanakkale'ye, Ümitlere gitmiştim. Ümit de beni (Cem'ciğim de vardı yanımızda, şimdi büyüdü adam oldu da İstanbullara okumaya gitti kuzum) Çanakkale'de en sevdikleri balıkçıya götürmüştü. Minicik, aralarda kalmış bir yer. Temiz, taze, ucuz. Önden balık çorbası, sonra kalamar ve sardalya. Bir an o güne dönesim geldi. Oysa bugün, burada olmaktan mutlu, halimden hoşnudum. Biraz sersem haldeyim, onu da havaya yordum. Yazıda göreceksiniz, Gönül Paksoy hünnaplardan, alıçlardan bahsetmiş. Buralarda da yetişiyor ya henüz pazarda görünmedi hünnaplar. Alıç vardı tatlı bir kadının tezgahında. Bir kaçında kuşburnu, birinde üvez. Çocukluğumda, okulun önüne gelen alıççıyı hatırladım pazardakileri görünce. İplere dizdiği alıçları bir sopaya asar getirirdi. Sarılı, turunculu, yer yer kırmızı yanaklı alıçlar... Alır kolye gibi boynumuza takardık. Bu anıları Meyve Ağacından Hikayeler'de yazmıştım. Eylül gerçekten çok bereketli bir ay. Sofralarımızdan eksik olmamasını dilediğimiz bolluk ayı.

14 Eylül 2009

Kış hazırlıkları listesi

Önceki yazıda sağlıklı, ucuz ve lezzetli yemekleri listeleyelim demiştim. Sağolun, sitelerinizde yer verdiğiniz güzel tariflerinizi paylaştınız. Dilerim okuyan arkadaşlarımıza faydası olur bu tariflerin. Bu üç kısastan birinin eksik olduğunu düşündüğüm tariflere not düşmüştüm. Şimdi de diyorum ki yaptığımız kış hazırlıklarını listeleyelim, vakit geç olmadan işe girişecek olan dostlarımız varsa bu listeden yararlansınlar. Yani listede yer almasını istediğiniz tarifler varsa linkini yazın, ben de burada yer vereyim, ne dersiniz? Ben listeyi kendi yaptıklarım ve bir kaç arkadaşımızın sitelerinde gördüklerimle başlatıyorum:

Tarhana (dizi halinde, gün gün yazmıştım hatırlarsanız):
http://mutfaktazen.blogspot.com/2009/08/tarhana-yapm-1-gun.html
Domates kurutma:
http://mutfaktazen.blogspot.com/2009/08/domatesin-krmzs.html
Tuba'dan patlıcan, biber, domates ve kekik kurutma yazısı:
http://tubaninpenceresinden.blogspot.com/2007/06/evde-patlican-domates-biber-ve-kekik.html
Üzüm kurutma:
http://mutfaktazen.blogspot.com/2009/08/uzum-kurutma-surec.html
Üzüm kurutmanın bir sürü yolu var. Bu da Betül'ün yöntemi:
http://yemekkutusu.blogspot.com/2009/08/ilk-kez-yaptklarmdan-devam.html
İncir kurutma:
http://mutfaktazen.blogspot.com/2009/09/incir-kurutma.html
Mine'den elma, muz ve nektarin kurutma:
http://www.teatime-blog.com/turkce/2007/09/09/meyve-kurusu/
Yine Mine'den ev yapımı sebze bulyon (bu tarife bayıldım):
http://www.teatime-blog.com/turkce/2009/02/18/sebze-tozu-ev-yapimi-bulyon/
Fethiye'den biber salçası:
http://www.yogurtland.com/turkce/2006/09/27/biber-salcasi/
Betül'den hem salça, hem de suyuna yapılan tarhana:
http://yemekkutusu.blogspot.com/2009/08/ilk-kez-yaptklarmdan.html
Narince'den erişte:
http://narince-narince.blogspot.com/2009/09/ksa-dogru.html
NuNu'dan envai çeşit reçeller (burada böğürtlen reçelinin adresi var, devamı için Bir Dut Masalı'nın arşivini tarayabilirsiniz):
http://birdutmasali.blogspot.com/2009/07/bogurtlen-receli.html
Anne ve bebisi sitesinde de domates reçeli tarifi varmış:
http://annevebebisi.blogspot.com/2009/09/domates-receli.html
Rumma'dan incir reçeli:
http://www.rumma.org/yemekler/tatlilar/incir-receli.html
Müjde'den Aydın yöresine has "gömme turşu":
http://mujdenindenemeleri.blogspot.com/2009/08/patlcan-biber-tursusu-gomme-tursu.html
Leziz'den "çiçek turşusu":
http://leziz.blogcu.com/ye-28-geleneksel-kis-hazirliklari-cicek-tursusu_4597203.html
Ve tabii 2007 yılında Mahsun Prenses'in evsahipliğini yaptığı "Kış Hazırlıkları" etkinliğine gönderilen tarifleri tarayabilirsiniz:
http://mahzunprenses.blogspot.com/search/label/%23YE%23%20Etkinlikleri

11 Eylül 2009

Ucuz, Sağlıklı, Lezzetli (Sizden gelen önerilerle)

Bugün bir gruptan gelen linke tıklayıp şu siteyle tanıştım:
http://cheaphealthygood.blogspot.com/
Sitenin sağ üst köşesinde bu ay New York pazarlarında hangi sebze ve meyvelerin olduğu yazılı: Elma, "blueberry" (likapa veya maviyemiş Türkiye'de ne yazık ki yaban mersini diye çevriliyor ki aynı ad 3 ayrı meyveye verilmiş durumda. Zavallı gerçek yaban mersini -murt- bu işten pek mutlu olmasa gerek), brokoli, havuç, karnabahar, kereviz, mısır, salatalık, patlıcan, üzüm, yeşil yapraklı bitkiler, pırasa, kavun, nektarin, bamya, armut, biber, erik, patates, balkabağı, turp, ahududu, taze fasulye, kabak, domates...

Listenin büyük çoğunluğu bizim pazardaki durumla örtüşüyorsa da ne bileyim, bizim pazarlar çok daha renkliymiş gibi geliyor. Evet, ıspanaklar, kerevizler, brokoliler de boy göstermeye başladı da yazlıklar sonsuz bereket sunmakta. Ben taze cevizle bademi, kızılcığı, börülceyi, şeftaliyi, inciri ekliyorum ilk etapta. Neyse, konuyu dağıtmayayım. Söyleyeceğim şey, sitenin başlığını görünce aklıma sormak geldi. Sizin ucuz, sağlıklı, lezzetli tarifleriniz neler? Bloglarınızdan bir tarif linki verebilirsiniz mesela. Ne dersiniz? Ben pişirmeden yaptığım kabak salatasını bu listeye koydum bile. Kabak ucuz mu ucuz. Çiğ yendiği için pişirme maliyeti yok. Limonla sarımsağı da ucuzlar listesine kattık mı geriye kalıyor zeytinyağı. En sızma, en halis olanından aldığım zeytinyağının kilosu 8 tl idi. Eh kullandığım iki -maksimum- kaşık yağın maliyeti ne olacak?
*
Gelen tariflere bu yazıda yer vereceğim. Nasıl olsa hepimize yarayacak tarifler bunlar. Sizin de tarif ve yorumlarınızı beklerim. Hepimizin sağlık kavramı farklı işleyebiliyor. Birimizin sağlıklı bulduğu bir yemek bir diğerimiz için sağlıklı olmayabilir. Bu yüzden görmediğimiz noktaları birbirimize göstermek anlamında da kıymetli olacağını düşünüyorum bu listenin:

İlk bağlantı adresi sevgili Gönül'den geldi. Gönül diyor ki:
"Ben de okuyunca hangisinin linkini versem diye düşündüm ve semizotununkini vermeye karar verdim... Yapılışı çok kolay, yemesi çok zevkli, oldukça vitaminli bir sebzemiz semizotu."
http://eyvahyemekyandiocakbatti.blogspot.com/2008/04/semizotu-salatasi.html

Papatya Prenses kırmızı biberli mantar tarifini uygun görmüş bu kategoriye:
http://papatya.kizkulesi.net/2008/11/kirmizi-biberli-mantar.html

Bu pancarlı nefis atıştırmalıklar (Beste "başlangıçlar" demiş) çok hoş görünüyor. Teşekkürler Beste:
http://bestebonnard.blogspot.com/2008/07/pancarl-aperetifler.html

Pelin'in tarifi bulgur salatası (tabuleh). Tam bu sıfata uyuyor bence:
http://pelincelezzetler.blogspot.com/2009/04/tabbouleh-bulgur-salatas.html

Narince'den "bıdı". Yöresel bir yemek. Gerçi hepimiz farklı adlarla biliyoruz bunu. Yöreye göre yapılış tarzı değişebiliyor, şekli de. Ancak bulgurlu bir güzel yemek bu da:
http://narince-narince.blogspot.com/2009/05/bd.html

Pembe Çikolata'dan mevsime uygun bir salata tarifi:
http://pembecikolata.blogspot.com/2009/05/kozlenmis-krmz-biber-salatas.html

Pelin "tariflere bakarken kerevizi özlediğimi anladım" diyor. Bu sayfada yer alacak tarifi ararken kerevizi anmış. Biz de kereviz sohbeti yaptık. Betül ise kış güzeli kerevizin sezonunu açmış bile. Bir de rengarenk salata yanına:
http://yemekkutusu.blogspot.com/2007/11/salata.html

Gaye sitesindeki "otlu cevizli erişte"yi uygun görmüş. Lezzetli ve ucuz denebilir evet ama makarnanın kalorisi oldukça yüksek. Özellikle diyette iseniz veya kilonuza dikkat ediyorsanız az miktarda yemekte fayda var. Ben son zamanlarda tartıp 50 gram makarna koyar oldum tencereye (yanında bol sebzeyle):
http://mutfaktapenguen.blogspot.com/2008/10/otlu-evizli-erite.html

Rumma domates çorbası önermiş. Mis gibi köy domatesleriyle pişirildiyse elbette lezzetlidir. Ucuz olduğuna şüphe yok. Sağlık konusunda biraz çekimser kaldım ama kararsızım da:
http://www.rumma.org/yemekler/corbalar/domates-corbasi.html

Eh bu iki tarifi koyduktan sonra Kitchen Sweet Kitchen'ın "Un, patates, biraz da tereyağı. Hafif değil ama kesinlikle doyurucu. Maliyeti kişi başı 1 lirayı geçmez. Önceden piknik hazırlığı yapmadan köye gitmişsek 'hingel' yiyeceğiz demektir," diyerek gönderdiği (bence de çok lezzetli) hingel/hınkal tarifini koymamak olmaz:
http://kitchensweetkitchen.blogspot.com/2008/11/hingel-ya-da-hinkalsivas.html

Nur mantarlı tarifler vermiş. Benim buna itirazım iki açıdan. Birincisi hala mikrodalga fırınlara güveniyor değilim. Bugüne kadar evime hiç sokmadım, sokmak niyetinde de değilim. Doğal pişirme sürecini etkileyen bir sistem olduğu için güvensizliğim. Bir de eski yazılarımdan birinde yıllarca mantar üretici bir firmada çalışan bir arkadaşımız mantar üretiminde çok ciddi miktarda tarım ilacı ve antibiyotik kullandığını, çünkü mantarların hastalık kapmaya çok yatkın olduğunu söylemişti. Bunu duyduğumdan beri kültür mantar satın almıyorum:
http://nurunguncesi.blogspot.com/2009/04/mikrodalgada-mantar-yemegi.html

Neşe bir yöresel tarifini yollamış: Patlıcan söğürmesi. "Bugünlerde bizim pazarlarda patlıcanın 3 kilosu 1 lira," diyor, "bu paraya pide bile alınmaz!"
http://elifsultan1.blogspot.com/search/label/D%C4%B0YET%20YEMEKLER%C4%B0

Şükran "yoğrularak" yapılan bir kısır tarifine yer vermiş sitesinde:
http://lezzettabagi.blogspot.com/2009/01/cig-kofte-gibi-yogrulan-ksr.html

Aysel ise Brüksel lahanalı bir salata önermiş:
http://sicakpaylasimlar.blogspot.com/2009/03/bruksel-lahanasi-salatasi.html

10 Eylül 2009

Helva ne içindir?

Helva ne için kavrulur sahi? Ağzımız tatlansın diye mi? Ölenle ölünmez, acılar yüreğe gömülür, hayat devam eder diye mi? Ramazana göre bir tarif vereyim istiyordum aslında ya dün İstanbul ve Trakya'da yaşananlar, ölümler, kayıplar, savaş alanına dönen yollar, birbirine giren tırlar, sonrasında fırsat bu fırsattır diye yıkıntılardan bir şeyler kapmaya çalışanlar... Ama yüreğimi en çok yakan minibüste kapalı kalan kadınlar. Dışarı çıkamamak, eli kolu bağlı kalmak ve öylece ölüme gitmek. Ne acı. Diyecek söz var mı? Hangi sözcük silebilir ki acıyı? İnsan ister istemez helvaya sığınıyor. Onun o tane tane ağza gelen tatlılığı, içindeki hafiften erimiş çikolata, kavrulmuş bademin dişe gelişi. Teselli edecek gibi değil ama yine de şansımı deneyeceğim:

65 gram tereyağı, dilimlenmiş dörtte üç bardak badem ve 1.5 su bardağı irmiği sürekli karıştırarak kavurun demişim, Turunç Kokulu Düşler'de (yine turunç kokularının zamanı gelecek yakında. Ümit hep var çünkü. Yaşanan güzelliklere özlem de yerinde duruyor. O helvayı kavurduğum gün, bu fotoğrafı çekişim, Antalya günlüğüne yazışım, kitabın yayımlanıp elime gelmesi, sizlerle buluşması...) Ayrı bir yerde de iki su bardağı sütü kaynatın, ateşten aldıktan sonra içine yarım su bardağı bal ve bir portakal kabuğunun rendesini katın demişim. Belki bitter çikolatayı önceden ufak ufak doğramak lazım, hazır olsun (80 gr). İrmiğin rengi döndüğünde sütü ekleyip karıştıracak ve bilirsiniz işte, herkes yapar helva, kapağı kapatılıp kısık ateşte suyu çektirilecek. Ateşten alınıp beş dakika dinlendirildikten sonra çikolataları eklenecek, karıştırılıp servis edilecek. İster sıcakken, ister serinleyince. Acıyı bal eyleyecek mi? Zor ama...

09 Eylül 2009

Her sabah bir avuç maydanoz

Bu sene maydanozlarımız çok güzel oldu. Yerlerini pek sevdiler. Neredeyse gün boyu güneş görüyorlar. Ben de onlara her gün biraz su veriyor, büyüyenleri koparıyorum ki yerine yenileri çıksın. Yaz başında geldiğimizden beri gür bir şekilde çıktılar. Sadece bizi değil, yan komşumuzu da maydanozsuz bırakmadı, 30x40 santimetrekarelik (belki biraz daha büyüktür) maydanoz tarlamız. Hal böyle olunca her sabah koparıp yıkadım bir avuç maydanozu ve kahvaltı soframıza koydum. Güneşi içmiş kıpkırmızı (veya pespembe) domateslerimiz, çıtır salatalıklar ve yine bahçemizin biberleriyle birlikte. O baharlı, baskın tadını seviyorum ama bazen fazla baskın oluyor ve ağzımda sadece onun tadını hissediyorum. Düşünüyorum, acaba maydanozu sevdiğim için mi yiyorum yoksa şifalı diye mi? Pek çok yiyeceği sağlıklı-sağlıksız diye ayırıyor, belli kalıplara sokuyor, ona göre karar veriyoruz yiyip yememeye. Eskiden öyle değildi elbet. Kahvaltı sofrasına maydanoz çıkarıyorsanız sevdiğiniz içindi, sağlıklı diye değil. Belki sağlıklı olduğunu da düşünüyorduk ama ne bileyim kolesterolü düşürüyormuş, yaşlanmaya karşı yenmesi gereken bilmemkaç besinden biriymiş, şeker hastalarının her gün bir avuç yemesi gerekliymiş diye değil. Şimdilerde hepimiz beslenme uzmanı kesildik ve tüm gazeteler bu uzmanlara avuçla para veriyor -tabii onlar "hepimiz"den daha iyi biliyorlar- ve televizyonlarda program yapan mankenler de gazete kupürlerini kesip oradan okuyarak ahkam kesiyorlar ya biraz işin ucu da tadı da kaçmış gibi geliyor bana. Yani ben maydanozu seviyorsam yemeliyim, öyle değil mi? O gün yemek istemiyorsam kendime işkence etmemeliyim, "her gün bir avuç maydanoz" kansere karşı korur diye çanlar çalmamalı beynimde. Zevk almalıyım yiyip içtiğimden. Hayatın en güzel keyiflerinden biri değil mi yemek? Onun bile tadını çıkaramaz olduk sanki. Bilmem yanılıyor muyum?

07 Eylül 2009

Pazarın bereketi

Bugünlerde pazar o kadar bereketli ki, yüreğim dolup dolup taşıyor gördükçe. Pazardan ayrılamıyorum. Her tezgahta durayım, her satıcıyla hoşbeş edeyim, daha da beteri, herşeyden alayım istiyorum. Fasulyeler öyle çeşitli ki, karnıkara mı istersin, boncuk mu, arşın mı, beyaz barbun yoksa sarı mı. Börülce olan tezgahlarda tombul kabaklar da var. "Börülce kabağı" diyorlar ona. İçlenmiş taze börülceyle birlikte haşlayıp salatasını yapıyorlarmış. Dikkat etmemişim daha önceleri. Yani sormamışım. Bu sefer o kabaklardan alınca (bir ara fotoğrafını çekip koymalıyım) yanına yarım kilo da içi için börülce almak farz oldu. Bu sefer de birlikte pişireyim bakalım. "Ama ufak ufak kesme, dağılır, ortadan ikiye kes sadece" dedi maviş gelin. Peki dedim öyle yaparım. Ama ben az su koyuyorum, suyunu dökmek istemem. Bütün vitamini suya gidiyor. "E biz de dökmüyoruz, suyunu ayır, bir kaşık da tarhana koy içine, pişir bak ne güzel olur," diyor komşusu. Tarhanam var diyorum, daha dün akşam pişirdim. Hem bu sene ilk defa kendi tarhanamı yaptım. Pek etkilemiyor benim tarhana yapışım onları. Hayatları boyunca yapmışlar. Her yıl. Sektirmeden. Burhan diyor ki makinen yok mu, şu ayçiçekleriyle çek bizi. Ah diyorum, sabah çok niyetlendim ya taşımayayım dedim. Haftaya artık. Haftaya bunlar olmaz ki diyor. E diyorum geçen sene çekmiştim ya. O ayrı bu ayrı diyor. Bunlar kocaman baksana. Pazarın bereketi kutsuyor sanki beni. İçim sevgiyle, enerjiyle, şükranla doluyor. Alışveriş yaptığım tüm satıcılar siftahını benimle yapıyorlar (pazartesi günleri kurulmuş gibi erkenden uyanıyor ve yola düşüyorum çünkü). Siftahı senden bereketi allahtan diyorlar, parayı sakallarına sürüp yere atarken. Ben de amin diyorum, bereketli olsun. Fındık fıstık aldığım adam "abla geçen hafta gelmedin, satış az oldu ne yap et gel," diyor. Peki diyorum. Bak işte ihtiyaç oldu geldim. Geçen hafta herşey vardı evde. Bir pazar sefası da böyle bitiyor. Eve gelip aldıklarımı yerleştiriyor, onlarla yapacağımız yemekleri, yiyeceğimiz mis kokulu kavunları, ballı incirleri, Kozak'ın muhteşem kara üzümü "efes"i (Kozak karası) düşünüp heyecanlanıyorum.

05 Eylül 2009

Doğal Kozmetik Atölyesi

Zeytinburnu Tıbbi Bitkiler Bahçesi'nde 9 Eylül'de Doğal Kozmetik Atölyesi varmış. Orada olmayı, katılmayı isterdim doğrusu. Ayrıntılı bilgiler aşağıdaki bağlantı adresinde (duyuru için teşekkürler Yeşim):
http://www.ztbb.org/kozmetik.aspx

04 Eylül 2009

İncir kurutma

Kış ve bahar ayları boyunca yaptığım yağsız şekersiz kekleri hatırlıyorsunuzdur. Tatlandırıcı olarak kuru üzüm ve kuru incir kullanıyordum. Geçen sene zarif kadın Müjde'ciğim göndermişti incirlerimi, Aydın'dan. Sonra bir başka güzel, tatlı, candan kadın, Mübeccel, İzmir'deki buluşmamızda Söke'den kuru incir getirmişti. Müjde'nin gönderdikleri kış boyunca keklerimi tatlandırdı. (Mübeccel'den gelenler ise afiyetle yendi, komşulara ikram edildi.) Bu sene, ilk defa, incir kurutmaya niyet ettim. Eh, üzümler kuruyunca, pek de güzel olunca, pazarda da tonton teyzem dalında yarı kurumuş incirler getirince (üstelik kilosu 2 tl) kurutmamak olmazdı. Önceki hafta iki kilo aldım. Teyzeme sordum nasıl kurutuyorsunuz diye, kekikli suya banıp güneşe koy dedi. Gerçi onlar kuruduktan sonra kekikle tatlandırılmış kaynar suya banıp çıkartıyor, yeniden bir kaç gün kurutup saklıyorlarmış ya ben "bandırma" işini baştan yaptım. Üzerlerine bastırıp tepsilere yaydım, güneşe bıraktım. İki gün sonra ters çevirdim, bir kaç gün daha kaldılar ve oldular. Şimdi aralarına defne yaprakları dizilip (koruma amaçlı) kaldırılmayı bekliyorlar. Geçen hafta iki kilo daha aldım, şimdi de onlar kurumada. Fatma'yla teyzem bu incirlere "boynu bükük" dediklerini söylediler. Dalında kuruyanlara öyle denirmiş. Ne hoş isim değil mi? Anlayacağınız bu kış yağsız şekersiz keklere devam. Başka şeyler de yaparım elbet, yapmam mı. Kurabiyeler, sütlü ama şekersiz tatlılar, ekmekçikler... (Ada ve Deniz'in annesi su ve kekik miktarını sormuş. Su incirleri rahatça alacak şekilde, yani nasıl makarnayı bol suda kaynatıyoruz, o hesap. Kekik için doğru ölçü nedir bilmiyorum, ben 4-5 dalı su kaynadığında daldırıp şöyle bir karıştırıyorum, kekik çayı yapar gibi, sonra çıkarıyorum.)

02 Eylül 2009

Mavilikler

Ah Bora, hep senin yüzünden! Gidiyorsun acaip coğrafyalara. Ben de okuyorum ve yollara düşmeye niyet ediyorum. Ama bir de öteki tarafımız var elbet, kalmak, durmak, dingin olmak isteyen. Çatışma sürüp gidiyor anlayacağın. Eh serde (b)alıklık var, mecbur katlanacağız. İki balık, biri doğuyu gösterir, öteki batıyı. Uyumlu gibi görünürler, en azından yanyana durmayı becerebilirler. Burçların sembolünde öyle görünüyor. Lafı uzatmaya gerek yok. İçsel yolculuklar devam ediyor elbet. Gidilen coğrafyalar düşüyor zihne birer birer. İnsanlar, gülüşler, sohbetler, kucaklaşmalar, ilk defa tadılan yiyecekler, yürünen yollar, yorgun argın düşülen yataklar ve "yarın yeni bir gün" heyecanı.
*
Boşuna çok gezen bilir dememişler. Yanıt gezgin doktorumuzdan geldi. Evet, Brezilya. Nereden bildi acaba? Belki de dünyanın en meşhur plajlarının bulunduğu kent burası. Rio de Janeiro. Adı "Ocak Nehri" anlamındaymış, Portekizcede. Bu bilgiyi daha önce okudum mu? Bilmem. Unutmuşum. Meşhur Rio Karnavalı'nın yuvası, dünyaca ünlü futbolcuların yetiştiği, her biri birbirinden güzel kadınların, adamların (gerçekten çok güzel Brezilyalılar, hele o gülüşleri) güneşlendiği, yüzdüğü, dansettiği, karnını doyurduğu, spor yaptığı, aşkı yaşadığı plajlarla çevrili Rio. Bu fotoğrafı kente vardığım gün çekmiştim. Guanabara Plajı olmalı. Taciana beni ofisinin olduğu yere götürmüştü. Bir kaç saatlik işi vardı, sonra arabayı bıraktığımız yerde buluşup eve dönecektik. O ilk günümde arabanın yerini bulabilmek için defterime tüm sokak ve cadde adlarını not etmiştim. Plaj neredeyse boştu. Aylardan Haziran. Bir kış ayı. Bir hindistan cevizi suyu (aqua de coco) satıcısının tek tük masasından birine oturmuştum. Nasıl sipariş verdiysem artık. Geçmiş gün, onu da unutmuşum. Altını düzletmiş, üstten üç bıçak darbesiyle üçgen bir delik açmış, pipetle vermişti. Kaç para vermiştim ki? Bir lira kadar olmalı. Ayaklarımı uzatmış, günlüğümü çıkarıp bir şeyler çiziktirmiştim. Sonra biraz yürümüş, kentin havasını solumuş, dönmeden evvel Taciana ve çocuklar için bir pastaneden muhteşem pastacıklar almıştım. Brezilyalılar bu işi biliyor gerçekten.

01 Eylül 2009

Bir rüya

Zihnimde bir gezi yaptım bu sabah. Fonda çalan Vivaldi miydi beni oraya götüren bilmiyorum. Belki yine kanatları takıp uçma arzusunda olduğumdan, kimbilir. Neden ve nasıl vardığımı bilmiyorum ama bir anda kendimi Tallinn'de, Kadriorg Parkı'nda buldum. Beni bu masal evi karşıladı. Böyle bir evim olsa diye geçirdim içimden. Bu evde tatlı, yaşlı bir çiftin yaşıyor olduğunu hayal ettim. Sevgilerini bahçedeki çiçeklere veren. Tam karşısında, Park Cafe vardı. Gri bir havada gitmiştim parka ve kahverengi sade masa ve sandalyelerle döşenmiş, hafif loş, çalan Barok müziğin gökyüzüyle birleşip havasını daha da puslandırdığı kafeye girip bir kahve içmemek olmazdı. Şık büfesindeki tatlı çöreklerden birini seçtim ve kahveyle birlikte sipariş edip daha fazla ışık aldığı için cam kenarındaki bir masaya yerleştim. Bilgisayarım yanımdaydı. Estonya'da girdiğiniz hemen her restoran veya kafede ücretsiz internet kullanabildiğiniz için ufak dizüstü bilgisayarımı sırt çantamda taşıyordum. Bir yandan kahvemi yudumladım, bir yandan kendimi müziğin akışına bırakıp dostlarıma mektuplar yolladım. Fazlaca keyiflendim ya artık dışarı çıkma ve parkı gezme zamanıydı. Sessizliği içime çekerek yürüdüm, yürüdüm. Yürüdüm, hayallere daldım. Hayallerden çıktım, çiçek kokularında eridim. Kuşların cıvıltılarıyla kendime geldiğimde bir kaç saatin geçmiş olduğunu farkettim. Nitekim bu sabah, rüzgarlı bir Ege sabahında beni Tallinn'e, Kadriorg Parkı'na götüren şeyin ne olduğunu bir türlü bulamadım.