28 Aralık 2009

Ferah bir yıl olsun istiyorum

İç sıkıntıları olmasın, gönüller bulanmasın, hasetlikler, çekememezlikler, kızgınlıklar, küskünlükler fersah fersah uzak olsun hepimizden. Ferah olsun günler. Mutluluklar, sağlıklar, sevinçler olsun. Bisikleti olsun mesela herkesin. Güneşli bahar günleri gelsin, bisikletlerimize atlayıp gezelim. Trafikte sıkışıp kalmayalım. Egzoz dumanları yutmayalım. Saçlarımız aynı gün kirlenmesin tozdan buluttan. O feci deterjanlarla sularımızı kirletmeyelim. Sağlıklı yiyecekler olsun yuvalarımızda, sebzeler, meyveler eskisi gibi tadından yenmez olsun. Sofralarımıza hep güzel şeyler konuk olsun. Sıcacık çorbalar içleri ısıtsın, salatalar şifa versin, meyveler vitaminle doldursun hücrelerimizi. Sağlıklı olalım hep. Bir gıdım bile öksürmeyelim. Sevdiklerimiz etrafımızda olsun. Minik kollarıyla çocuklarımız, yeğenlerimiz, torunlarımız sarsınlar, sarmalasınlar bizi. Sevgilerinden sebeplenelim. Onlar için daha da çok çalışalım. Onlara yaşanılır bir dünya bırakmak bizim görevimiz. Sokakta hiç çocuk olmasın. Bütün yuvalar sıcacık olsun, tencereler kaynasın her birinde. Küçücük bedenleriyle o ağır işlerde çalışmak zorunda kalmasınlar. Albenili paketler içindeki cipsler, çikolatalar olmasın da ceplerinde, çantalarında, leblebiler, fındıklar, dut kuruları, pestiller olsun. Damarları tıkanmasın o küçücük yaşlarında, sağlıklı bedenleri, dolayısıyla sağlıklı zihinleri olsun her birinin. Renkli boyalı içecekler yerine süt içsinler, taze sıkılmış meyve suları içsinler, ayran içsinler. Aman ne bileyim benim dileğim ferah ferah bir yıl olması. Çiçekler de eksik olmasın evlerimizden. Onlar yaşamın mutluluklarından. Rengarenk olalım. Ümitler besleyelim. Güzel bakalım hayata. (Fotoğrafın nerede çekildiğini söylemedin diye uyarı geldi, geçen yıl Stokholm'de çekmiştim. Karanlık bir Eylül günü.)

22 Aralık 2009

Her gün bir elma

Haydi çekinme. Uzan al şu elmayı, şöyle bir parlat elinle (sür üzerine ne olacak ki), bir ısırık al. Sulu ve tatlı bir elma bu. Lezzetli. İlk ısırığı aldığında kendini öyle iyi hissedeceksin ki. Sonra bir ısırık daha, bir tane daha... Bir bakmışsın ısıra ısıra bitirmişsin. İkincisi var mı diye aranacaksın. Unuttun değil mi? Bugün hiç meyve yemedin. Oradan oraya koşturman lazımdı çünkü. Aklına bile gelmedi meyve yemek. Çantana bir muz, bir mandalina, hadi olmadı bir kaç kuru kayısı atmış olaydın, vapurda giderken, postanede beklerken, öğle yemeğine daha çok varken açlığını adam gibi bastırabilirdin oysa. Olaydı, ah bir elma olaydı. Hem mutlu da ederdi seni. Yani ne bileyim o marketlerdeki, büfelerdeki içeriği karmaşık gofretlerden, bisküvilerden daha iyi değil mi? O ne idüğü belli olmayan şeylerde ne vitamin var ne mineral. Yağ var, emülgatör var, koruyucu var, boya var, ooo var babam var. Ama vitamin yok. Ha tabii kalori de var. Yağlı yağlı kalori. Elmada da var kalori ama yağ yok. Lif var ama. Barsakların iyi çalışsın diye. Şeker var ama doğal formunda. Rafine falan değil. Aman canım kırk yıllık elmayı sana ben mi anlatacağım. Bak sağına soluna yok mu bir elmacı?

18 Aralık 2009

Kartal %100 Ekolojik Pazarı 20 Aralık'ta açılıyor

Bir kez daha hatırlatmak istedim. Şenlikle başlıyor pazar. Dilerim hep şenlikli olur, alıcısıyla, satıcısıyla zenginliği, bereketiyle sürer:
http://www.bugday.org/article.php?ID=3617
Açılış günü programı için:
http://www.bugday.org/article.php?ID=3650

SORANLAR İÇİN: Evet, Kartal'daki organik pazar her hafta pazar günü alıcısıyla buluşacak. Türkiye'nin pek çok yerinden gelen satıcılar sizleri bekliyor olacak. Sebzeler, meyveler, otlar, yeşillikler, baklagiller, temizlik ve bakım ürünleri, organik pamuk ürünleri, çaylar, kahveler, çiçekler. Onu hiç ihmal etmeyin olur mu Anadolu yakalılar!

11 Aralık 2009

Görmek, dokunmak ve hissetmek üzerine

Lütfen siz de duyurur musunuz:
Kartal %100 Ekolojik Pazar'ı 20 Aralık 2009 günü açılıyor. Ayrıntılı bilgi için:
http://www.bugday.org/article.php?ID=3617
*
Bu hafta fotoğrafsız haberler sardı burayı değil mi? Şöyle iç açıcı bir fotoğraf olsa diyen olmuştur. (Olmuş mudur?) Bu fotoğrafı bayramda çekmiştim. Komşumuz Melahat hanım Finike'deki bahçelerinden meyve getirmişti bize. Bir greyfurt, bir kaç portakal, bir kaç mandalina ve limon. Greyfurtun pembesini severim. Görünce çok sevindim ve ilk onu yedim. Ucu keskin bir bıçak aldım elime, kabuğunu soyup ortadan ikiye böldükten sonra ilk dilimin zar kısmına soktum bıçağın ucunu, zarı açtım, soydum sabırla. Tüm çıplaklığıyla karşıma çıktı meyvenin etli kısmı. Dokusu öyle güzeldi ki, bakmalara doyamadım. Rengi de bir başka güzeldi. Işık da vardı evin içinde, bir dilimi o şekilde soydum ve tezgaha koydum. Başladım fotoğrafını çekmeye. Öyle koydum, yan çevirdim, bir parçayı diğerine dayadım... Ne keyif aldım anlatamam. Sonra her bir dilimi teker teker, aynı şekilde zarından ayırıp o muhteşem dokuyla sıkı fıkı oldum, ağzıma attığım her dilimde bir kez daha bağlandım ona. Bitmesin istedim bu keyif. Hiç bitmesin ve ben durmadan, daima pembe greyfurt yiyeyim. Ne yazık ki devamı yoktu. Aslında devamının nerede olduğunu biliyorum. Gisela'ya gidebilsem, o cennet bahçedeki ağaçlardan kendi ellerimle toplayabilirim bol bol pembe greyfurt ya bu ara gidemem. Şimdilik bayramda yediğim greyfurtun görüntüsüyle yetineyim. Oysa greyfurta dair ne hayallerim vardı...

09 Aralık 2009

Tohumdan Sofraya: Mevsiminde Meyve-Sebze Tüketimi eğitimi

Arkadaşım Ayfer muhteşem bir etkinlik düzenledi, Slow Food Yağmur Böreği birimi gönüllüleriyle birlikte. İlkokullarda ÇEKÜL'ün desteğiyle yaptıkları bu etkinlik çocuklarımıza sebze ve meyvelerimizin hangi mevsimlerde yenmesi gerektiğini öğretmeyi amaçlıyor. Bence artık yetişkinlere de hatırlatmak gerekiyor, çoğu kişi hangi sebzenin hangi mevsimde yetiştiğini unuttu gitti. Ellerinize sağlık sevgili Yağmur Böreği gönüllüleri:
http://www.haberhurriyeti.com/HaberDetay/12185-tohumdan-sofraya.aspx

TRT FM

Birazdan (10:30) TRT FM'de olacağım. Bayramdan önce neden haber vermedin diyen dostlar için söylüyorum. "Ne Yapmalı" köşesinde kış mevsiminde neler yemeli konusunda konuşacağız. Herhalde 10 dakika kadar sürer, bilginize. (Dinleyenlere teşekkürler. Şansıma çok sevdiğim bir spiker çıktı, Ebru hanım. Onunla konuşmak her zaman güzeldir. Süremizi aşmışız, o yüzden biraz hızla kapattık kusura bakmayın dediler sonradan. Bir daha olursa önceden haber vermeye çalışacağım. Kusura bakmayın ne olur, sabah pazara gidip geldim, ancak çayımı demleyip bir iki lokma yedim ki telefon çaldı.)
(Bir not daha. Hülya organik çaya ilişkin güzel bir yazı yazmış sitesinde. Onu da ziyaret edin lütfen. Hem tozlu çay daha iyiymiş, bunu hiç bilmiyordum, sayesinde yeni bir şey öğrendim. Sağolasın Hülya!)

08 Aralık 2009

Kahvaltı sen nasıl bir mutluluksun

Yazının sonunda organik çayla ilgili bir gözlemim var, okuyan arkadaşlar zaten görmüştür. Satın aldığım organik çayın (merak edenler için markası Özçay) daha az dem verdiğini söylemiştim. Gerçi bu beni rahatsız etmiyor çünkü zaten çok çok açık içerim çayı. Ayrıca bu çay yumuşacık içimli, bana kalırsa çok da güzel bir çay. Tek sorunu tozluca olması. Daha iri taneli olmasını tercih ederdim doğrusu. Bir çay firmasında çalıştığını söyleyen blog okurlarından Hülya da organik çayın demlendiğinde neden daha açık renkte olduğuna dair bildiklerini yazmış. Konu ilginizi çekti ise lütfen okuyun. Çok teşekkürler Hülya, en azından benim kafamdaki soru işaretlerini giderdi bu. Bir gün gelip sizin oralardaki çay bahçelerini ziyaret etmeyi çok isterim. Ben hiç çay çiçeği görmedim. Güzel kokar mı, neye benzer çok merak ediyorum. Ellemek, koklamak isterim.
*
Rahmetli anneannem, hastalığı başlayıp yatağa mahkum olduğu dönemde hep şöyle derdi, "Sabah olsa da kahvaltı etsek. Ama kızarmış ekmek istiyorum, kaymak var mı? Reçel, bal..." Sonra kaybettik onu. Son zamanlarda annem neredeyse her sabah, "eskiden kahvaltıyı hiç sevmezdim ama artık en sevdiğim öğün," diyor. (Allah uzun ömür versin tabii, ölüme, yaşın ilerlemesine bağlamıyorum bunu.) E tabii kahvaltıyı ben hazırlıyorum da onun için demiyorum. Yani şimdi mesela Aralık ayına gelmişiz, artık seralarda yetişen tatsız tuzsuz şeyler var pazarlarda ama ben ne yapıp edip tarla biberi ve domatesi buluyorum. Güzel peynirler bulunduruyorum evde, zeytini zaten ben kurdum, alıştığım, sevdiğim tat. Avokadomuz da var, hatta bir vazoda nergislerimiz. Ekmeğimi daha dün mayalamışım, organik, karışık unumla (Müzeyyen'ciğim karıştırdı, buğday, çavdar, arpa, soya, mısır unları var içinde), içine de Meltem'ciğimin kendi elleriyle ayıkladığı kişniş tohumundan, Rize'nin fındığından, yine Müzeyyen'den aldığım ayçekirdeğinden koymuşum. Dün Handan'la pazara gitmişiz, o da ne, Diyarbakırlı bir amca (iki gözü de kataraktlıymış, ne güzel gözlerin senin amca dediğimde ah kızım ikisinden de ameliyat oldum dedi) o pütürüklü, turşuluk salatalıklardan getirmiş, o miniminilerden değil ama. Bir tanesini oracıkta kırıp tatmasak inanmayacağız tarla ürünü olduğuna. Bir güzel ki. E rengarenk tabağıma salatalık da eklemişim, çayım bu ara zencefil, tane karabiber, tarçın kabuğu, kakule ve karanfilli (organik çay aldım geçenlerde, diğeri kadar renk vermiyor ya tadı öyle güzel ki. Bu renk meselesi de beni düşündürdü doğrusu, diğerlerinden bunun yarısı kadar koyduğunda iki katı koyulaşıyor demlendiğinde. Bu ne iştir acaba?) Yani uzun lafın kısası, kahvaltı sen ne güzel şeysin. Seni seviyorum!

06 Aralık 2009

Buğday Ekolojik Yaşam Rehberi


Yanda sevimli mi sevimli, ufacık tefecik ama içi dopdolu bir bültenin, dışı siyah beyaz ancak içi yer yer renkli bir rehberin kapak sayfasını görüyorsunuz. Kapak yazısı Gizem Altın Nance'den: "Ekmek Bulamıyorlarsa Simit Yesinler" diyor Gizem ve ekonomiyi canlandırmak için medyada sürdürülen alışveriş kampanyasını büyüteç altına alıyor.
Victor Ananias, "Yeniden..." başlıklı yazısında 12 yıl önce 8 sayfalık (Victor'la ilk sayıyı hazırlayışımız dün gibi aklımda, 1997 yılındaki sayım gününü hatırlıyor musunuz? İşte tam da o gün!) bir bülten olarak filizlenen, sonra büyüyerek dergiye dönüşen ve binlerce insana ulaşan yayının bundan sonra "Buğday Ekolojik Yaşam Rehberi" adıyla, 3 ayda bir, mevsim dönümlerinde yayımlanacağını ve şimdilik Buğday Derneği'ne üye olanlara dağıtılacağını anlatıyor. Yazısını şöyle bitiriyor Victor:
"Ama okur olmanın dışında sizden bir ricamız daha var. Sürdürülebilir bir yaşam için harekete geçin ve ekolojik yaşam ağına siz de katılın. Umarım bu bülten hepimize bereket dağıtan tohum keselerimiz olmaya devam eder uzun süre..."
Ben de dergide mevsimlik beslenme önerileriyle yar alacağım. İlk sayıda tarhana yapımına dair bir yazım ve izniyle sevgili Münevver'in (Şen) annesinden kalan tarhana tarifi yer alıyor. Bakalım ikinci sayıda neler olacak?

Buğday Derneği'ne destek olmak için:
http://www.bugday.org/

04 Aralık 2009

Japon tatlıları

Bugün başka bir şey yazacaktım ancak Japonya'da yaşayan bir çevirmen ve "etagami" sanatçısının Japon tatlıları blogunu görünce anılarım canlandı ve Japon tatlıları üzerine yazmak istedim. Japonya'da yaşayan diyorum ama Debbie orada doğup büyümüş. Hayatının çoğu kısmı Hokkaido adasında, Ainu adlı yerli grupların yaşadığı bir bölgede geçmiş. Debbie Ainularla ilgili çeşitli yazılar yazmış, çeviriler yapmış. Ben onu etagami eserleriyle tanıdım ancak şimdi de Japon tatlılarıyla zenginleştiriyor hayatımı. Blogda anlattığı şeyleri okudukça anılarım canlanıyor. Japonya'ya gideli 16 yıl olmuş. Nasıl da akıp geçmiş zaman. Orada tattığım yiyeceklere dair anılarım (bir kaçı çok canlı olsa da) silikleşmiş. Ancak bu fotoğrafı çektiğim Japon tatlıları dükkanına dair olanlar canlı. Çünkü çekeli sadece 2 yıl olmuş. New York'ta, Manhattan'da, ünlü Rockefeller Merkezi'nin yanında bu dükkan. O kadar şık düzenlenmiş ki, insan içeri girmeden edemiyor. Fotoğrafta gördüğünüz yeşil çaylı bir pasta. Bu biraz daha Batılı görünümlü bir tatlı ancak tümüyle Japonlara özgü, pirinç nişastası, kestane ve azuki fasulyesiyle yapılmış tatlılar da var. Bir diğer yer de (ki her seferinde uğramadan edemem) Çin mahallesinde, Japon mutfak malzemeleri satan bir dükkan. Oraya her girişimde mutlaka bir kaç tane alır, hemen yolda açıp yemeye başlarım. Yemeğe dair ne çok anımız var değil mi? Bazen bir fotoğraf yetiyor hepsini bulundukları yerden çıkarıp tozlarını silkelemeye. Sonra da yollara düşmek istiyorsunuz zaten.

02 Aralık 2009

Tuzunu ve biberini eklemek

Hemşireniz kapak kızı olmuş haberiniz var mı? Kendisi değil de sebzeleri. Pek de yakışmışlar TUZ BİBER dergisinin kabağına. Yasemin'ciğim bayramda yazıp yolladığım yanıtlara, tarif ve fotoğraflara teşekkür edip, "Hızır gibi yetiştin Tijen'ciğim, aslında Ocak sayısında kullanacaktık senin söyleşiyi ama Aralık sayısına çekmek durumunda kaldık," deyince bayramda oturup hazırladığıma ve hemen gönderdiğime pek sevinmiştim. Neyse, sözü uzatmaya gerek yok. Yasemin sordu ben yanıtladım. Tarifler Turunç Kokulu Düşler'den. (Şu anda İdefix sitesinde %35 indirimli, diğerleri de en az %20 indirimli. Hani tam yılbaşı üzeri, sevdiğiniz birilerine hediye etmek istersiniz belki dedim.) İyi okumalar ve afiyet olsun. (Başta Ferah olmak üzere Tuz Biber dergisine emeği geçen herkese teşekkürler!)
*
Bu fotoğraftaki salatayı (yemek niyetine de yenebilir tabii) kışla bahar arası bir zamanda yapmış olmalıyım. O dönemde elimde Aksaray'daki bir dükkandan aldığım tütsülü İran pirinci vardı ve onu değişik şekillerde değerlendirmek istiyordum. Tütsülü olduğu için çok yoğun bir aroması vardı. Sebzelerle buluşturmanın güzel olacağına kanaat getirmiştim. Öyle de olmuştu. Çıtırık Sultani bezelyeler, tazecik brokoliler, hatta belki çoğunuzun tatlı dışında hiç kullanmadığı balkabağı... Fotoğrafı çektiğim günü dün anımsıyorum. Zaman ne garip şey. Bir dahaki İstanbul ziyaretinde vakit yaratabilirsem yine uğramalıyım oraya. Belki yine bulurum tütsülü pirinç ve yepyeni lezzetlerle buluştururum!

01 Aralık 2009

İşte kolay bir bayram sonrası tarifi

Hani bayramda yemeği, içmeyi çok kaçıranlar, kendini suçlu ve ağır hissedenler için. Yani içinde bir kaç tane patates var evet ama yanında başka bir şey yemek gerekmiyor öyle olunca. Yani ekmeksiz yenebiliyor. Bir kase bitince biraz daha var mı diyorsunuz. Renkli ve pek leziz bir şey. Ama biraz zamanınızı alacak, baştan söyleyeyim. Çünkü önce sapları da kullanılabilecek pancar bulmanız gerek. Taze olacak yani. Köklerini kesip iyice yıkayacak, haşlayıp soyduktan sonra sirkeli, sarımsaklı sosuna yatırıp salatalar için saklayacaksınız. Sıra geldi sapları yıkamaya. Onları da yaprak-sap kesip öyle yıkayın. Yarım kilo kadar da pırasa yıkayın (pancar 1 kg'nin sapları). Soğana gerek yok. Pırasa zaten soğanla aynı aileden. Sarımsağa var ama. Bol bol. İki de patates, ufak ufak doğranacak. Önce zeytinyağında pırasa ve pancar sapları kavrulacak, 3-4 dakika. Ama bu arada içine tane kimyon ve bir çay kaşığı kadar da tane hardal katılacak. Ardından patatesler, biraz su (patates su ister çünkü), en son da pancar yaprakları doğranıp eklenecek. Beş dakika sonra yemeğiniz hazır. Güzel bir tabağa konacak, üzerine Tijen usulü susam serpelenecek. Balkona çıkılacak. O saatte balkona güneş gelmiş olur. Yüz güneşe verilip yavaş ve hissederek, yahu ne güzel yemekmiş neden daha önce yapmadım denerek yenilecek. Basit aslında değil mi?

25 Kasım 2009

Bir sanatçıyla tanışın

Tanıştırayım, yandaki kolaj çalışmasını yapan sanatçının adı Nuran Ataylan. Çok sevgili bir dostumun yengesi. Üretken bir sanatçı Nuran Ataylan. Pek çok alanda eser veriyor. Malum yılbaşı yaklaşıyor. Belki sevdiklerinize Nuran hanımın kolajlarından, eldiven, başlık, çanta, şal, yastık veya kolajlı ahşap eserlerinden satın almak ve üretimini desteklemek istersiniz düşüncesiyle tanıştırdım sizi. Ben aradan çekiliyorum. Kendisine eserleriyle ilgili soru sormak isterseniz oğlu tarafından hazırlanan sitesinde iletişim bilgileri, ögzeçmişi ve eserlerinden kimilerinin fotoğrafları var.
(Bu vesileyle sizlere iyi bayramlar dilemiş olayım. Dayanamıyor ve çok yemeyin, tatlıyı abartmayın ama sevgiyi gani gani tadın, paylaşın diyorum. Geçen sefer radyo programı konukluğunu neden duyurmadın, hiç değilse sesini duymuş olurduk diyen dostlara duyuru: Cumartesi sabahı 9:30-9:40 civarında TRT FM'de olacağım.)

23 Kasım 2009

Yeni haftaya turuncu başlangıç

Bir not: Dünyanın çeşitli yerlerine kartpostal yollayıp sürpriz kartlar almak ister misiniz? Biraz İngilizce istiyor, sistemi anlamak için. Özellikle çocuklar için harika bir etkinlik olduğunu düşünüyorum, hem İngilizcelerini geliştirmeleri hem de postayla olan ilişkilerini kaybetmemeleri, sadece internetin kölesi olmamaları için. İçinde bir çocuk olan, posta kutusunda faturalardan başka şeyler bulmak isteyenler için de çok güzel olduğunu düşünüyorum. İlgileniriz diyenler bana yorumla e-posta adreslerini gönderebilirler mi, onlara bir davetiye yollayacağım. (E-postalarınızı yayınlamam merak etmeyin.)
*
Günler nasıl kayıp akıyor ellerimden. Zamanın mantığını çözemedim. Çözsem içine girip ayarlarıyla oynayacağım. Yavaşlatacağım (gerçi bazen hızlı geçmesini istediğim de oluyor, mesela Maya'nın geleceği zamanlarda günler göz açıp kapayıncaya kadar aksın, kuzuma bir an önce kavuşayım istiyorum) ki yapmam gereken işlerin hepsini yapabileyim. (Ayşen görse şimdi bu yazıyı, "zamanı esnet" der. Dersin değil mi Ayşen'ciğim?) İşte benim blog yazıları da zamanın bu dört nala akışının kurbanı oluveriyor bazen. Neyse ama, bugün için capcanlı bir fotoğrafım var. Dün çektim. Tazecik daha. Kesme tahtasının pisliğine bakmayın, salatamın yeşilliklerini henüz kıymıştım üzerinde. Geçen hafta aldığım ama ekşi diye yenmeyen (ekşi meyvelerle aram yoktur pek) mandalinaların suyunu salataya koyuyorum. Yani kendilerine limon muamelesi yapıyorum. Eh ziyan olmasınlar değil mi? Ama pek turuncuydular kesme tahtasının üzerinde. Onları öyle parıl parıl bakarken görünce fotoğraflamadan edemedim ve öylece (temizlemeden, duruşlarını değiştirmeden) basıverdim deklanşöre. İyi etmişim değil mi? İyice bakın onlara ve şifa olmalarını dileyin. Bazen bakmak da yemek kadar etkili olabilir -diye düşünmekteyim.

16 Kasım 2009

Haftaya sağlıklı başlangıç

Öğlen ezanı okunuyor. Yankılanıyor ses. Sanki dağlara çarpıp geri geliyor. Sokaktan bir araba geçiyor, ardında homurtusunu bırakarak. Uzaklardan bir matkap sesi ulaşıyor odama. Beyni oyan bir ses değil neyse ki. Güneş giremese de içeri, varlığını hissettiriyor. Ilık bir sonbahar günü Antalya'da. Çıkıp bakışları denize daldırmalı, güneşe dokunmalı, dağları seyretmeli. Ama ondan da önce haftaya sağlıklı bir başlangıç yapmalı. Ne dersiniz? Körpecik bir lahana alınır. İhtiyaç kadarı kesilir, güzelce yıkanıp incecik doğranır, koca bir salata kasesine alınır. Üzerine 2-3 havuç rendelenir. Varsa kereviz sapları, aroma versin diye. Bol maydanoz, taze soğan, turp. Limonu bol sever lahanayla havuç. Zeytinyağı sızma olacak, alasından. Demiştim ya, bu ara ben Zeytin İskelesi'nin organik zeytinyağını kullanıyorum. Kaşık hesabı. Limon gibi yağı da bol sever bu salata ama mızıkçılık yok, yağ işi abartılmayacak. Deniz tuzunu elle serpelemeli. Ne hikmetse onu da bol sever. Oysa ben tuzu da az koyma taraftarıyım. Üzerine -varsa- biraz kavrulmuş susam. İyice karıştırmalı ki tüm lezzetler birbirine sarılsın, aşka düşsünler birlikte, öpüşüp koklaşsınlar. Onların aşkı size sağlık olsun, şifa olsun. Haftanız sağlıklı, güneşli, ılık, verimli, sürprizli, gülmeli, sevmeli geçsin.

13 Kasım 2009

ACİL BİR RİCA: Bildiğiniz çok iyi bir turşucu var mı?

**** Yardımcı olan herkese teşekkürler. Evde yapamayacak olup da güzel turşu yemek isteyenler sanırım yorumlarda verilen adreslere uğrayabilirler. Ben de bugünlerde salatalık turşumun tadına bakarım artık. ****

Yarın sabaha kadar yanıtını bulmam gereken bir soru. Şehri önemli değil, var mı bildiğiniz çok iyi bir turşucu? Varsa İli, telefonu ve en büyük özelliği nedir söyler misiniz? Yardımcı olan arkadaşlarımıza şimdiden teşekkürler. (Not: Vallahi hamile falan yok etrafımda. Benden ise çoktan geçti. Canım turşu çekiyor diye de değil -çünkü kendi turşumu kurdum- bu bir "ennn" listesi için. Acil turşu yardımı yapılır diyen biricik Işıl ve Hadiye'ye çooook çok teşekkürler!)

12 Kasım 2009

Ekmek yoğuran eller

Bu fotoğrafı geçen yıl (yok yok evvelki yıl) Cenova'da çekmiştim. Güzel bir hal binası vardı, içinde her tür yiyeceğin satıldığı. Binanın koridor gibi bir yerinde gördüm bu ahşap kabartma resmi. İnce bir sızı oturdu içime ona bakarken. Dünyanın bütün emekçi kadınlarını anımsadım. Bıkmadan, usanmadan, of demeden ekmek yoğuran, tarla süren, inek sağan, peynir mayalayan, çocuk doğuran, bakıp büyüten ve acıların en büyüğü hep kendisine reva görülen kadınları. İçe ata ata kalbi de, ruhu da derisi gibi buruşur kadının. Gözlerinin feri söner, yaşama sevincini yitirir ve belki de zamanından önce ölür gider. Geriye kala kala anılar kalır. Soba üzerinde kızartılmış ana ekmeği, anamın tarhana çorbası, ah anacığım bayramlarda ne güzel baklavalar açardı... Böyle cümlecikler, içine özlem katılmış. Ne diyecektim nereye geldim. Oysa benim amacım sadece son yaptığım ekmeğin içindeki kişnişin ne kadar yakıştığını söylemekti. Meltem arkadaşım bahçesinde yetiştirdiği kişniş tohumlarından getirmişti evvelki hafta. Ben de son ekmeğimi yoğururken içine kişniş ve fındık koymuştum. İncecik dilimleyip kızarttığımda verdiği koku kişnişin, yüreğimi ferahlatıyor. Fındık ise pek işveli, her daim. Ufacık bir ayrıntı hayattan. Sadece bir anlık karar ve yoğuran ellere verilen komut: kişniş ve fındık da ekle! Hepsi bu.

09 Kasım 2009

Kek ye ama sağlıklısını ye!

Maurice Messegue'nin kitaplarından birinde okumuştum sanırım. Hani bizde "güneş girmeyen eve doktor girer" derler, o da "her gün bir elma doktoru evinizden uzak tutar" diyordu. Tam böyle olmayabilir ama anladınız değil mi ne demek istediğimi? Kekten bahsederken ne alakası var diyeceksiniz. Konuya uygun bir atasözü ararken aklıma geldi, e kekte de elma var diye yazdım. (Elma püresi muhteşem bir kek malzemesi, son zamanlarda vazgeçemediğim bir şey bu. Tabii kek için ayıklarken birazını da ağzıma atmayı ihmal etmiyorum!) Bir bağlantı var yine de. Şimdi bu yazıya neden gerek duyduğumu söyleyeyim. Dün gezdiğim neredeyse tüm bloglarda birer kek tarifi çıktı karşıma. Hepsi pek albenili, gel beni ye dercesine bakıyor ama çoğunun tarifini okuduğumda ister istemez yüzüm buruştu. İster istemez diyorum çünkü kek tariflerinde margarin falan gördüm mü dayanamıyor, oradan kaçıp gitmek istiyorum. Hele de 250 gram gibi dudak uçuklatan miktarda olunca yağ ölçüsü (kurabiye ve poğaçalar için de geçerli bu), daha da bozuluyor moralim. Bir dolu da şeker tabii. Nasıl nesiller yetişiyor diyorum. Besin değerinin çoğunu yitirmiş, beyazlatılmış unlar, rafine edilmiş, dişe zarar, bedene zarar şekerler, içinde ne olduğunu bile bilmediğimiz (öyle ya margarinin içinde her tür bitkinin rafine edilmiş, daha da sağlıksız olsun diye doyurulmuş -katılaştırılmış- yağı olabilir) yağlar, rengini korusun diye kükürtle kurutulmuş üzümler, kayısılar... Keklerin, kurabiyelerin içinde bunları gördükçe çok bozuluyor, bir anne çocuğuna bunları neden yediriyor, yazık değil mi o çocuklara diyorum. Ya da bir kadın sevdiği insanlara, komşularına, misafirlerine nasıl sunar bunları? Veya sağlık için programına doktorlar davet eden, onlardan bilgiler alan bir televizyon sunucusu neden programında sağlıksız yemek tarifleri sunulmasına izin verir? Hem de hemen her yetişkinin kolesterol, şeker vb ilaçlar yuttuğu, her gün yüzlerce insanın hayatını kaybetmesine, olmadı hayat kalitesinin düşmesine neden olan hastalıklar hakkında bugün artık pek çok şey biliyorken, doktorlar basbas bağırıp daha iyi beslenmemiz gerektiğini öğütlüyorken. Ha tabii o keki yapmayıp hazır kekleri, bisküvileri yedirse daha mı iyi diyeceksiniz, elbette değil ama kullanılan malzemelerin çok daha sağlıklı olanları varken, onlarla da pekala leziz tatlılar, tuzlular yapılabilirken neden? Neden gerçekten? Siz söyleyin, neden? (Bu yazıyı neden yazdığım meselesine bir ek daha: Bugünlerde domuz gribi ve GDO'ların serbest bırakılmasına takıldık. Her ikisi de çok önemli, daha çoook konuşacak, tartışacağız ancak evimizin içindeki zararları unutmayalım istiyorum. Ki bu zararlılar domuz gribinden de, GDO'lardan da daha uzun zamandır evimizdeler ve onlar hakkında çok az kişi patırtı çıkarıyor -ne yazık ki! Gerçi bakanımız güveniniz demiş ama şüpheci olmakta her zaman fayda var diyerek sözü sonlandıralım. Neticede biz bakanlarının Çernobil faciasından sonra radyasyonlu çaylar için "güvenli" dediği bir ülkenin insanlarıyız. Güven dediğiniz şey kalpten değil cepten geçer bizim coğrafyada. Şüpheci olmakta her zaman fayda var.)

06 Kasım 2009

Mutfakta geçen günler

Bazı günler mutfakta geçiyor zaman. Bir bakmışsın akşam oluvermiş, sen hiç çıkmamışsın mabedinden. Gerçekten, mutfak bir mabeddir. Bir tapınak, bir kutsal mekan. Duyularınızın bilendiği, elinizin işlediği ama zihninizin dinginleştiği, ortaya birbirinden leziz, birbirinden sağlıklı yemeklerin, ağzı tatlandıran, guruldayan mideyi sakinleştiren, ruhunuzu şenlendiren güzellikte mucizelerin çıktığı bir yerdir umarım sizin mutfağınız da. Benimkinin öyle olduğunu düşünüyorum. Elimden geldiğince mevsimin her rengini, her dokusunu bulundurmaya çalışıyorum buzdolabında, kavanozlarda ve kilerdeki raflarda. Sonbaharın ortalarındayız artık ya bizim pazarda yazın son tarla salatalıklarını görmüşken kış hazırlıklarında eksik kalan tek şeyi de halledeyim, biricik kardeşimi anarak bir koca kavanoz turşu kurayım dedim. Cem'ciğim Eylül'de geldiğinde turşu istemişti ya evde turşu yoktu o zaman. Olaydı keşke. Ya da ilk geldiği gün söyleyeydi de yapıvereydim. Şimdi olan turşudan ona hayır yok. Aklımızın bir köşesi uzaklarda kalarak yiyeceğiz artık, çaresi yok. Salatalık, havuç, bir kaç soğan (soğan turşusunun harika olduğunu ben Feryal'den öğrenmiştim), bol sarımsak, bir avuç nohut, kaya tuzu, sirke ve su var benim turşu kavanozunda. Üzerine ise bolca kereviz yaprağı koydum, hem güzel koksun hem de turşuyu korusun diye. Saplarını da yıkadım kökü henüz oluşmamış iki kerevizin, karmakarışık bir sebze çorbası kaynatacağım bugün, içine evdeki bütün renklerden dolduracağım. Yarın annem geliyor, onu da doyurabileyim diye "çakıldaklı fasulye"den pişireceğim bir kere daha. Kekim bitmişti. Dün elma, incir ve üzümleri haşladım. Keki yapmak bugüne kaldı. Evet bugün mutfakta geçen günlerden biri. Yani zihin dingin, huzur keka.

02 Kasım 2009

Ohhh iyi ki!

Ohhh iyi ki diyenlerden misiniz siz de? İyi ki tarhana yaptım diye düşünüyor musunuz bu soğuk günlerde? Bu ne ki, daha ne soğuklar gelecek ya dolabımda tarhanam var, hiç bir şey olmasa ondan pişiriveririm diyor musunuz eşe dosta? Ben diyorum doğrusu. İyi ki tarhana yapmışım bu yaz diyorum. Emek vermişim iyi ki. Bugün hava Antalya'da bile soğuk. Tam zamanı deyip tencereye koydum tarhanamdan. Biraz su ekledim, erisin iyice. Akşam karnım acıktığında pişireceğim. Haşlanmış nohutum var, sarımsağım, yazın kuruttuğumuz bahçemizin nanesi, yine yazın yaptığım biber-domates karışık salçam, sütüm, yanında kızartıp yemek için ev ekmeğim. Çok şükür herşeyim var. Çayımın yanına elmalı, cevizli yağsız-şekersiz kekim, meyvelerim, salata malzemelerim. Bereketin tam ortasındayım. Bu kadar güzel yiyecekle çevriliyken insan, içini karartmamalı diye düşünüyorum. Ne bileyim durduk yerde yarattığım küçük mutluluklardan biri işte. Yine küçük sevinçlere ihtiyacımız var galiba. İçimizi ısıtacak bir kase tarhanaya, çıtır çıtır kızarmış ekmeklere, sıcak yuvalara...

30 Ekim 2009

İç açıcı bir kartpostal

Bu kart geçenlerde elime ulaştı. İsveçli bir arkadaşımdan. Ne güzel değil mi? İnsana yaz mevsimini anımsatıyor. Deniz kenarında olmayı, muhteşem sofralar donatmayı, dostlarını ağırlamayı arzulatıyor. Ben bir yerlere gidemesem de bu ara, dünya bana gelmiş oluyor kartpostallarla. Ne hoş bir duygu! Öte yandan bu koltuğa yapışmışlık halimden, yollara düşememezlikten bunalmış durumdayım. Ne çelişki. Deşecek değilim şuncacıkta bu duyguları. Onun yerine bir kaç not paylaşayım istedim:

* Çocuğunuz var mı? Şöyle ilkokul çağında? Okumayı seviyor mu? Öyleyse tam ona göre bir kitap var elimde: Karganin Rengi. Yazarı daha önce de Limon Ağacının Şarkısı adlı kitabını tanıttığım Arslan Sayman. Çizen de çizgilerine hayran olduğum, bir kitabımı resimlemesini arzu ettiğim Deniz Üçbaşaran. Malum kitap fuarı başlıyor, belki bir çocuğu bu kitaplarla mutlu etmek istersiniz diye düşündüm. Ben bu yıl yine kaçırıyorum fuarı. Olur da yolunuz düşerse benim için de dokunun kitaplara.
*
Kış havasına girdik ya, ben yine incirli-elmalı, yağsız-şekersiz kekime dadandım. Elma miktarını biraz artırdım bu ara. Pazardan alıp da meyve bolluğunda yiyemediğim bol elmam vardı. İçine Finlandiya'dan hediye gelen müsliden de ekliyorum. (Süt pek içemediğim, yoğurtla da sevmediğim için müsli tüketimim çok düşük.)
*
Domuz gribi haberlerinden de gelen uyarı e-postalarından da usanmış haldeyim. Korku cumhuriyetleri yaratmakta insanoğlunun üzerine canlı yok. Hangi hayvan domuz gribi endişesiyle yaşıyor allahaşkına? İki sene önce de kuş gribi vardı. Seneye ne gribi çıkacak acaba? Hayatımızı endişeyle geçirelim istiyor birileri. Ama bir tanesi -nasıl olduysa okudum- çok basit bir uyarı içeriyordu: Ağız ve burnu günde en az bir kere tuzlu suyla temizlemek. Hintli bir doktordan bu öneri. Ben bugün başladım. Tüm gripler, mikrop ve virüsler için faydası olur belki. Hiç bir şey olmasa denize girmiş hissi veriyor sudaki tuz. İnsana -dolaylı da olsa- bir nebze huzur veriyor.
*
Televizyondaki bazı reklamlara fena halde sinir oluyorum. Hele bir de insanların sağlığını (tek başına değil tabii ya) bozan ürünlerden birini üreten bir firmanın (pek çok uzmanın o boyalı gazozlardan kaçınmamız gerektiğini söylediğini sadece ben duymuş olamam) doğa ve insansever kesilip vakıf kurmasına ve reklamlarla projeleri insanın gözüne sokmasına ne kadar kızdığımı anlatamam. Günah mı çıkarıyorlar diyesim geliyor ya değil tabii. Bu da reklam yapmanın bir yolu. İnsaların duygularıyla oynayarak daha çok kazanmak. İyi ki reklamcı olmamışım. Nasıl huzurla uyurdum bilemiyorum. Ha bir de neden kalbimin sağlıklı olması için margarin yiyecekmişim? Bir allahın kulu çıkıp bana anlatırsa çok sevaba girecek.
*
Vişneli turtalı sabunu duydunuz mu? Nedir bu "her yere bir gurmelik" sokuşturma merakı? Bakın bunu da anlayamıyorum. Gurme sözcüğü zaten tüylerim diken diken ediyordu şimdi saçlarım da dimdik!
*
Biliyorum huysuz bir yazı oldu bu ama bugünlerde paylaşmak istediğim çok huysuzluk birikmişti. İyisi mi bir kaç tane de güzel şeyden bahsedeyim:
Trt2'de pazartesi, çarşamba ve cuma günleri, 18:45-19:00 arası yayınlanan iyi yürekli bir program var: Bir Şey Yapmalı. Danışmanları üç sevdiğim insan: Oya Ayman, Uygar Özesmi ve Gizem Altın Nance. Daha "sürdürülebilir" bir yaşam için yapılabilecek ne varsa hepsi bu programda.
*
Ve bu da son:
Okumanızı çok, ama çok istediğim bir yazı. Prof. Dr. İlhan Başgöz'den. Gözleriniz yaşarmadan okuyabilirseniz helal olsun size:
http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalHaberDetay&ArticleID=961778&Date=30.10.2009&CategoryID=99

27 Ekim 2009

GDO’LAR BEBEKLERE YASAK, ANNE BABAYA SERBEST!

*** Yorumlarınızı yayınlayabilmem için lütfen adınızı belirtin! ***

Cartegena Biyogüvenlik Protokolü’ne taraf olan ve Meclisinde kabul eden Türkiye, son derece yaşamsal öneme sahip bir konuda gerekli yasal düzenlemeyi yaparak Ulusal Biyogüvenlik Yasası’nı çıkarmak yerine bir yönetmelikle GDO’ların ve ürünlerinin ülkemize girmesini meşru kılmıştır.

26 Ekim 2009 tarih, 27388 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren Gıda ve Yem Amaçlı Genetik Yapısı Değiştirilmiş Organizmalar ve Ürünlerinin İthalatı, İşlenmesi, İhracatı, Kontrol ve Denetimine Dair Yönetmeliğin insan yaşamı ve sağlığı, hayvan sağlığı ve refahı, tüketici çıkarları ve çevrenin en üst düzeyde korunması amacıyla hazırlandığı belirtilmesine karşın, getirilen düzenleme bunları sağlamaktan çok uzaktır.

GDO’ların insan sağlığı üzerine etkileri konusunda bugüne kadar yeterli araştırmalar yapılmamışken, hayvanlar üzerindeki olumsuz etkileri üniversite raporları ile ortaya konurken, biyoçeşitliliği yok edici etkileri pek çok araştırma ile ispatlanmışken yasa yerine bir yönetmelik çıkarılarak bu olumsuzlukları n giderilebilmesinin sağlanması mümkün değildir! Bu bağlamda tüketici sağlığını ve çevreyi korumak amacıyla gerekli tedbirleri almak görevi ve söz konusu gıda ve yemi piyasadan geri çekme zorunluluğunun “işletmeciye” bırakılması bu endişemizi haklı çıkarmaktadır!

GDO’lu ürünlerin bebekler için yasak, ancak anne ve babalar için serbest bırakılması toplum sağlığını ciddi tehlikeye atmaktadır. GDO’lar zararlı ve bu nedenle bebeklere yedirilmeyecek ise onu emziren ya da hamileliği esnasında karnında taşıyan annesine neden yedirilmektedir? Şayet GDO’ların hiçbir sağlık riski yok ise bebekler için neden yasaklanmıştır? GDO’ların hayvan denekler üzerinde yapılan denemelerde kan yapısını bozduğu, bağışıklık sistemini çökerttiği, sinir sistemini tahrip ettiği, organlarda küçülme meydana getirdiği ve sonraki nesillerde üreme yeteneğini bitirdiği bilimsel raporlarla kanıtlanmış durumdadır.

GDO’lu ürünlerde antibiyotik direnç geni kullanıldığı ve bunun da insan ve hayvan sağlığı açısından son derece zararlı olduğunu ülkemizde GDO’ya Hayır Platformu olarak yıllardır ifade ederken, biyoteknoloji lobileri ve onların temsilcileri bu ürünlerin hiçbir riski olmadığını söylemektedirler. Söz konusu yönetmelikte bu tür genleri içeren GDO ve ürünlerinin ülkemize sokulması ve piyasaya sunulmasının yasaklanmış olması platformumuzun bir başarısıdır, bu sonuç konuyla ilgili iddialarımızın ne denli doğru olduğunu göstermektedir.

Getirilen düzenlemeyle “GDO’suz ürünlerin etiketinde ürünün GDO’suz olduğuna dair ifadelerin bulunmayacağını n” belirtilmesi, düzenlemenin son derece taraflı ve yönetmeliğin kapsamı dışında olan bir uygulamadır. Hatırlanacağı gibi, Amerika’da bir biyoteknoloji şirketi, ürünlerine “GDO bulunmamaktadı r” yazan bir firmayı dava ederek kendi satışlarını düşürmekle suçlamış, bu uygulamanın yaygınlaşması için lobi faaliyetleri başlatılmıştır. Bu açıdan çıkarılan yönetmelik, ülkemizde bu uygulamanın doğrudan kabul edilmesi insan, hayvan ve çevre sağlığından çok biyoteknoloji şirketlerinin çıkarlarının kolladığını göstermektedir.

GDO’lu yemlerle beslenen hayvanların ve ürünlerinin de GDO’lu sayılması ve dolayısıyla etiketlenmesine ilişkin hiçbir maddenin yönetmelikte yer almaması da insan sağlığının hiçe sayıldığının en büyük göstergelerinden biridir!

Türkiye’nin hiçbir GDO’ya ve ürününe gereksinimi yoktur! GDO’lar açlığa çare değildir! Biyolojik çeşitlilik üzerine büyük bir tehdittir! GDO’lar tarım ilacı kullanımını artırarak hem toprağı hem de içme sularımızı zehirlemektedir! Ayrıca daha fazla kullanılan bu tarım ilaçlarını insan ve hayvan organizmaları na girmektedir! Çiftçileri dev biyoteknoloji şirketlerine bağımlı kılmaktadır!

GDO’ya Hayır Platformu insan, hayvan ve çevre sağlığını tehdit eden, kapitalist sömürü düzeninin gıda egemenliği üzerine kurgulanmış biçimi olan, sadece birkaç şirketin para kazanması için tüm bir insanlığın ve doğanın gözden çıkarıldığı GDO’lara karşı vereceği mücadelesini bundan sonra sokaklara, evlere, okullara, işyerlerine taşıyarak devam ettirecektir! Mücadelemiz başarıya ulaşıncaya, GDO’ları coğrafyamızdan atıncaya kadar devam edecektir!
http://www.gdoyahayir.org/

26 Ekim 2009

Hangi bahar?

Bahar gelmiş diyorlar, duydunuz mu?
Gemiden inerken gazeteciler görmüş.
Ne bileyim pek inanasım gelmedi.
Antalya bile karanlık bugün. Zaten
saatleri almışlar geriye geriye. Akşamüzeri
daha altı bile olmadan hava kararmış. Daha
bunun Kasım'ı var, Aralık'ı var. İçimizi
karartacak bunlar. Ah tabii şimdi oldu,
bahar dedikleri sonbahar. Hani şu yaprakların
döküldüğü, havanın insanı şaşırtıp durduğu,
pazarlara ayvaların, narların geldiği, sokaklarda
kestane kebapçıların türediği, şalların, hırka ve
şemsiyelerin çantalarda yer edindiği, özellikle de
akşam sofralarına çorbaların iyiden iyiye konuk olduğu,
serinletici içeceklere değil çaylara imrenilen
günlerdeyiz. İyi de kafam iyice karıştı.
Ben daha dün denize girmedim mi?
Kendimi güneşe vermedim mi?
Hayallerle yaşayacağız belli ki,
bahar kendini gösterene,
ağaçlara su yürüyene dek.

21 Ekim 2009

Çakıldaklı taze fasulye

Barbunyayla fasulyeyi birlikte pişirir misiniz? Çoook eskiden teyzem pişirirdi ikisini aynı tencerede. Neden bilmem, pek severdim. Taneli olmasından belki. Belki barbunyanın fasulyeye lezzet katmasından. Bizim evde pişmezdi. Bu yaz kaç kere birlikte pişirelim istediysem de annem bu fikre yanaşmadı. Sen misin istemeyen, ben de Antalya'da buluştururum ikisini dedim. Şimdi bağımlı hale geldim bu birlikteliğe. Yarım kilo fasulye, yarım kilo da barbunya alıyorum (kabuklu ağırlığı). Ayıklayıp domates, soğan, sarımsak ve zeytinyağı ilavesiyle pişiriyorum. Yağını her zaman az koyarım. Şimdilerde daha da az kullanır oldum (eh bir çorba kaşığı yağın kalorisi 120!) Antalya'da bu yemeğe "çakıldaklı taze fasulye" diyorlar. Kabuğuyla kurutulmuş fasulye ve kuru barbunyayla da pişiriliyor buralarda (o zaman adı "gabuklu guru" oluyor. Sevgili Gökçen Adar'ın araştırıp yazdığı Toroslar'dan Akdeniz'e Antalya Lezzetleri adlı kitapta var her iki tarif de. Bahaneyle kulaklarını çınlatayım dedim Gökçen beyin. Nicedir görmedim, özlemişim.
*
Dün Salı Pazarı'na uğramış, fasulye ve barbunyamı almış, hatta akşamına pişirmiş afiyetle yemiştim. Alışverişi bitirip de çıkmama yakın albeni diyen bir beyaz barbunya görünce birazını da dondururum diyerek iki kilo aldım. Bugün de Çarşamba Pazarı'ndaydım ve yine fasulye aldım. Bu hafta bir kere daha pişecek anlaşılan!

16 Ekim 2009

Ah patlıcan ah!

Bugünlerde közlenmiş patlıcanı başkalaştırmaya bayılıyorum. Yani elbette güzel salatalar yapılabilir onunla. Yapıyordum da. Çok değil, daha bir kaç hafta önce yoğurtlusunu tercih etmiş, afiyetle yemiştim. Ancak ben yeni lezzetler yaratmayı seviyorum. (Diğer meselelerde olduğu gibi, hep aynı şeyler beni sıkıyor bir süre sonra. Değişiklik istiyorum.) Sonra da düşünüyorum yahu bu kadar basit bir şeyi ilk ben keşfetmiş olamam. Mutlaka daha önce birileri yapmıştır. Yine de kaşifmiş gibi gururlanmadan edemiyorum. Mesela közlenmiş patlıcanı makarnaya sos eyliyorum. Bildiğiniz klasik domatesli sosa karıştırarak. Bir güzel oluyor ki! Bu sefer evde közlenmiş biberlerim de vardı ve ortaya yandaki lezize çıktı. Pek basit. Tamamen deneysel. Közlenmiş patlıcan iki adet (bostan patlıcanı), közlenmiş biber 5, sadece elimde o kadar olduğu için. İçinde bir iri diş sarımsak, biraz deniz tuzu, biraz Zeytin İskelesi'nin (ondan size bahsedeceğim) organik sızma zeytinyağı (çok güzel!) Hepsi bu. Minik mutfak robotunda hallendiler ve bu mısır-pirinç patlaklarının üzerine yayım yayım yayıldılar. Yanında Değirmen'in (Yerlim) Cabernet Sauvignon'u. Ellerinize sağlık Gürsel hanım, elinizin değdiği herşey gibi bu da muhteşem. Şerefinize!

13 Ekim 2009

Kartpostal

Kartpostal almayı ve göndermeyi sever misiniz? Öyleyse işte size hoşunuza gidecek bir blog:
http://thewholeworldatyourhands.blogspot.com/
İçinizde bir şeyler cız ettiyse bu kartları gördüğünüzde, neden siz de çok sevdiğiniz ve nicedir yazmadığınız birine güzel bir kartpostal göndermiyorsunuz?

12 Ekim 2009

Şimdi zeytin vaktidir

Zeytinin hükmü geçer bugün. Yarın, yarından sonra, haftaya, bir dahaki aya. Eller donana kadar zeytin toplanacak Ege'de, Akdeniz'de. Mudanya, Tavşanyüreği, Gemlik, Domat, Ayvalık, Memecik, Uslu, Erkence, Çakır, Halhalı, Karamani, Çilli, Eğriburun, Yağ Çelebi... İzmir'de başka, Antalya'da başka, Kilis'te, Adana'da, Antakya'da başka zeytinler. Kimi doğrudan fabrikaya gidecek, ezilip mis kokulu yağa dönüşecek. Kimi kadınların gün görmemiş, sevgi tatmamış ellerinde çizilecek, kırılacak, tenekelere doldurulup çevrilecek, tuzlanacak, acı suyu akıtılacak... Kırma zeytin sırasını kimselere vermez. Urlalı "çekişte" der ona, Antalyalı "kırma". Bir başka yörede "çatlatma" deyimiyle karşılaşırsınız misal. İlk o çıkar sofraya. Limon dilimleriyle, zümrüt yeşili rengiyle. Çabucak tatlanır ne de olsa. Çizilenler ise kolay kolay koyvermez acısını. Ağacından acıyla doğan zeytin tatlanmaya direnir. Ne gariptir ki yiyeceğimiz zeytini tatlandıralım diye canımız çıksa da yağı sıkıldı mı inadından vazgeçip salatalara serpiliverir. Salına salına. Tatlı mı tatlı dilli bir geline dönüşüverir, aksi, dili çatallı kaynanayken. Dizi dizi dizilir yağ tenekeleri, zeytin bidonları ve ah ondan sonra başlar asıl cümbüş. Sunar gizemini zeytin, paylaşır bereketini.

10 Ekim 2009

Sepya tonu bir hayal

Hayallerden bir hayal. Mevsim sonbahar. Kışa dönmüş olmalı. Ağaçlarda yaprak yok. Öğle saati. Hafta içi olmalı. Etrafta kimsecikler yok. Yer Central Park. New York'un göbeği. Bir kadın yürüyor. Sessizce. Bir ağaç seçiyor. Çantasından çıkardığı örtüyü seriyor. Arkasına da ufak bir yastık koyacak. Rahatına düşkün çünkü. Bir termosta taze demlenmiş çay var. Sıcak. Bir tane elmayı yıkayıp çantaya atmış. Acıkınca dişlerim diye. Çayın yanına ev yapımı bir kaç kurabiye olsa iyi olurdu diye geçirmiş içinden. Sonra bu düşünceyi silmiş zihninden. Yemese daha iyi çünkü. Kitabını çıkarıyor. Müzik olsa mıydı diye geçiriyor içinden. Yok yok, doğanın müziğini dinlemek daha güzel. Kesinlikle. Kitabını açıyor ve okumaya başlıyor. Hayal bu ya. Neden olmasın.

08 Ekim 2009

Moda'da yeni bir lezzet durağı

Önce sizi eski bir güne göndereyim. Vaktiniz var ise şu yazıyı okur musunuz:
http://www.radikal.com.tr/ek_haber.php?ek=cts&haberno=4202
Aradan geçen yıllarda Sevgili Ayda hanım ve kızı Selin kaliteden, güleryüzden asla taviz vermeden sürdürdüler atalarından gördükleri yemekleri sunmayı. Ermeni mutfağını Takuhi Tovmasyan'ın büyülü kaleminden okumuşsunuzdur belki: Sofranız Şen Olsun demişti Takuhi hanım. Okumadıysanız okuyun isterim. Bir yaşam, mutfak üzerinden bu kadar güzel aktarılabilir. Topiği anlatırken, "çocukluğumda, yılbaşına üç dört gün kala Yedikule sokakları soğan kokusundan geçilmezdi," diyor. Ermeni ailelerin yılbaşı sofraları topiksiz olmaz çünkü. Bugün herkes evde yapmıyor topiği, Hamov'a sipariş ediyorlar ve yeni yıla bir kaç gün kala Hamov'un mutfağı buram buram soğan kokuyor. Şimdi Hamov Moda'da, ufak bir şubeyle sürdürüyor lezzet dağıtmayı. Topik, Ermeni usulü lahana ve yaprak sarma, midye dolma Ayda hanımın mutfağında efsaneleşiyor. Bol soğanlı, tarçınlı bir sarma bu, alışageldiğinizden farklı olarak. Başladınız mı gidiyor, bir, iki, üç, beş... Yolunuz Moda'ya (veya Feriköy'e) düşerse uğrayın, tadın Tokatlıoğlu kadınlarının güzel ellerinden çıkan yiyecekleri.

Hamov Feriköy: Şahap sok. No:36 Feriköy Şişli
Tel: 0212 225 78 90
Hamov Moda Corner: Gürbüztürk sok. No: 36 Moda Kadıköy
Tel: 0216 346 77 78

05 Ekim 2009

Salatayı mı ayvayı mı?

Nicedir mutfağa girip yaptığım yiyeceklerden birini fotoğraflamamıştım. Muhtemeldir ki bunu da fotoğraflamazdım, aklıma ona dair anlatacak bir şey gelmeseydi. Olay şöyle vuku buldu: Dün o aşağıdaki fotoğrafta gördüğünüz mandalinalardan bir kaç tane daha koparmak için gittiğimde bir başka terkedilmiş bahçedeki koca ayva ağacından düşen ayvaları gördüm. Çimenlerin üzerinde sarı sarı yatıyorlardı. Bir tanesini alıp anneme getirdim tadına baksın, beğenirse arkadaşa söz verdiği ayva marmelatı için kullansın diye (söylemeden edemeyeceğim, bizim sitede bu sene ayva pek bol. Hoş bol olmadığı sene yok gibi ama ayvanın bolluğu kışın sert geçeceğine delaletse, bu kış yavuz geçecek arkadaşlar.) Annem tadına baktı, beğendi. Gerçi daha tam olmamış. Biraz daha beklemek lazım. Gerisini atma, ziyan olmasın, ben salataya koyarım dedim. Buzlukta artık kullanılması gereken haşlanmış siyah fasulyeler vardı. Dolaptaki tüm salata malzemesini çıkardım, marul, turp, salatalık, kırmızı ve yeşil etli biber. Yıkadım, doğradım. Bahçeden de bol maydanoz ve roka. Ayvaları da ufak ufak doğradım. İçine bir mandalina ve bir limonun suyu, 1.5 çorba kaşığı sızma zeytinyağı (bu sefer Yerlim'in organik sızması) ve deniz tuzu koydum. Bir güzel karıştırdım. A tabii annemin kırdığı cevizlerden de ufaladım bir kaç tane. Önce poz verdirdim, sonra iştahla kaşıkladım. A evet, başlıktaki gibi, "ayvayı yedim" ama salatayla birlikte.

03 Ekim 2009

Yılın ilk mandalinaları

Yürüyorum. Meyve ağaçlarının arasındayım. Ayva, erik, kayısı, zeytin, ceviz, iğde... Bir mandalina ağacına rastlıyorum. Hafifçe kızarmış bir mandalina göz kırpıyor içerlerden. Dayanılmaz bir dürtü: Hadi kopar diyor birileri, hemen şuracıkta soy ve at ağzına. Dayanamıyorum tabii. Yılın ilk mandalinasını yiyeceğim. Zihnim hızla anıların durduğu koliyi tarıyor. Mandalinalı olanları ayıklıyorum. En sevdiklerim Gisela'nın bahçesinden olanlar. O bahçede meyvesini çok sevdiğim bir mandalina ağacı vardır. Yani mandalina ağacı çoktur da hepsinin meyvesini o kadar sevmem. Diyelim ki kuşburnu topluyorum, Gisela ve ailesine kuşburnu marmelatı yapacağım. Arada yorulduğumda ağacın yanına gidiyor, 2-3 tane koparıyor yiyorum. Yine işbaşı. Veya Gisela'nın kuruttuğu otları ayıklıyorum. Biraz hareket etmem gerekiyor, uyuşan bacaklarım açılsın istiyorum. Hoop mandalina ağacının yanındayım. İki tane daha. Pikan cevizlerinin toplanması gerekiyor, sepeti kapıp gitmişim ağaçlardan birinin yanına. Karnım acıkmış ya daha yemek saati değil. E kolay, git mandalinanın başına ye bir kaç tane daha. İçimden mandalina ağacı çıkacak. Bugün ise sadece üç tane mandalina yedim. Şansa bakın, annemin bir arkadaşı da ağacından mandalina göndermiş. Yuppiiii! Hadi bakalım siz de anlatın mandalina anılarınızı ve yılın ilk mandalinalarını kutsayalım hep birlikte. Bol bol mandalina yiyelim bu kış. Bodrum'dan, Kemer'den, Havran'dan, Mersin'den... Bol vitamin alalım ve hiç hasta olmayalım.

02 Ekim 2009

Geçmişten bir gün

Bu not Hilal'e: Hilal'ciğim, bendeki e-posta adresinden sana ulaşamıyorum. Artık blogun da yok. E ben sana nasıl hal hatır soracağım? Bir zahmet yazar mısın güncel adresini? Sağolasın!
*
Geçen yıl bugünlerde bir aylık gezimi bitirmek üzereydim. Bu fotoğrafı çektiğim gün ise seyahatimin henüz başını işaret ediyor. İlk sabahım. 32 derecelik, güneşli Burhaniye'den sonra kendimi bir anda 14 derecelik, yağmurlu ve gri Stokholm'de bulmuştum. Bambaşka bir coğrafya, yeni bir iklim, yeni bir mevsim, yeni insanlar, yeni yerlere doğru atılacak adımlar, yolda olmanın çekiciliği, vurdumduymazlığı... Bu satırları yazarken sadece bir yıl öncesini değil, on, yirmi, hatta otuz yıl öncesini düşündüm. Okullar bugünlerde açılır. Lisedeyim, arkadaşlarıma kavuşma sevinciyle gidiyor olmalıyım okula, okullu olmaya, ders çalışmaya bayıldığımdan değil. Güzel dostluklarımız vardı. Daha 11 yaşındayken biraraya gelmiş, serpilip büyürken dostluklarımızı da büyütmüştük. Aile gibiydik aslında. Eskişehir Anadolu Lisesi. Sabah 8:30'dan akşamüzeri 3:30'a kadar, yani neredeyse bütün bir gün okulda, arkadaşlarınlasın. Haftasonları buluşmalar, basketbol gruplarımız, maç seyretmeye gidişlerimiz, hatta okuldan kaçıp fotoğraf çektirdiğimiz bir günün kırık anısı. Bugünlerde lise arkadaşlarım ve o günlerin anılarıyla doluyum. Hani demiştim ya acaba hangi arkadaşımı bulsam diye, şimdi bir değil, on değil belki elli tane lise arkadaşımla haberleşmekteyim. Nasıl bir trafik. İlkokuldan bir kaç arkadaşım bile var trafiğin içinde, ne heyecan! Konuştukça hatırlanıyor anılar. Sen benim kitaplarımı yere fırlatmıştın, ben senin derste uyuman için kalkan olmuştum, okuldan nasıl kaçmıştık, sen amma inektin... Geçmiş ne garip bir şey. Ne zaman oldu bitti, sonra nereye çekip gitti? (Fotoğraf Stokholm sokaklarındaki bir hediyelik eşya dükkanından.)

30 Eylül 2009

Sabahın büyüsü

Sabah sessizliğini, ışıltısını sevenlerden misiniz? Kuşların yeni yeni cıvıldamaya başladığı, konu komşunun henüz yatağından çıkmadığı, denizin çarşaf misali dümdüz olduğu, doğanın yeni yeni uyanmaya başladığı saatleri. Güneş henüz fazla yükselmemiştir. Keskin bakışlıdır bu saatlerde. Öyle bir boyar ki gözünün değdiğini, şaşalarsınız. Ben bu üzümleri her gün görüyorum ama hiç bu kadar güzel parlamamıştı dersiniz. Güneşte kurumakta olan biberler bir başka parıldamaktadır, arkadaki ağacın yeşiline inat kızarır, kızarır, kızarırlar. Gözlerini kapatırsın. Sessizliğin içine girersin, kapısını tıklatıp. Gözlerin hala kapalıdır. Yavaş yavaş sessizliğin seslerini duymaya başlarsın. Ne çok şey söyler insana o sesler, ne çok. Tüm zamanların, tüm gerçeklerin buluştuğu yerdesindir. Tüm dileklerin -yüreğinden gelerek, tüm kalbinle isteyerek dileyeceksin ama- gerçekleşir o yerde. Bir de sadece kendin için dilemeyeceksin der büyükler. Bencilce olmayacak dileğin. Sessizliğin sarayından çıktığında arınmış, durulmuşsundur. Yüreğini sevgiye açarsın ve asmadaki üzümden bir kaç tane koparırsın, olmuşlar mı diye. Yaşadıklarını unutuverir, günün telaşesine kaptırırsın kendini. Ağzında üzümün burukluğu, göğüs kafesinin orta yerinde incecik bir sevinç, tüm hücrelerinde dileğinin gerçekleşeceğine duyduğun inançla...

28 Eylül 2009

Bir varmış bir yokmuş

Bir varmış bir yokmuş. Tijen o zamanlar lisedeymiş. Okulun basketbol takımında oynuyormuş. Liselerarası turnuvalardan birinde İzmir'den gelen okullardan birinden bir arkadaş edinmiş. Uzunca bir süre mektuplaşmışlar ya sonra araya giren zamanlar iletişimi seyreltmiş, bu tür dostluklarda hep olduğu gibi zamana yenik düşmüş dostlukları. Aradan o kadar çok yıl geçmiş ki ne siz sorun ne ben söyleyeyim. Günlerden bir gün bir tatlı genç kadın sayesinde postanın güzelliğini yeniden keşfetmiş ve o güzel gülüşlü genç kadınla bir yazışmaları sırasında o arkadaşı aklına düşmüş. İnternet bu, artık gizlimiz saklımız yok malum. Buluvermiş ve hemen bir koşu yazmış tuşlara tıklayarak. O da ne, arkadaşı da yanıt vermez mi? Aradan geçen yıllarda benzer yollardan geçtiklerini keşfetmişler ve Tijen bu işe çok gülmüş. Yani kocaman gülümsemiş. Bu sefer de eski arkadaşlarla yeniden dost olmanın güzelliğine takmış kafasını. Şimdi hangi arkadaşımı bulsam diye geçiriyormuş aklından bir de kime mektuplar yazsam, kartpostallar göndersem diye. Ama postanede güzel pul yokmuş. Oysa bir zamanlar yaşadığı o uzak ülkedeki pullara vurgunmuş. (Bu yazı ve fotoğraf yılların ötesinden çıkagelen dosta -ve onu bulmamı sağlayan dünyaya aşık genç kadına- ithaf edilmiştir. Fotoğraf diyorduk, New York'ta metro istasyonlarının her birinde farklı türden sanat eserleri vardır. Hangi duraktaydı hatırlamıyorum, onlardan birinde de duvardaki fayanslara resmedilmiş insan silüetleri vardı. Bu yazıya en çok bu resmi uygun gördüm.)

26 Eylül 2009

Bir Provence lezzeti

Belki o günü anlatmışımdır. Puslu bir bahar günü. Nice'teyim. Veronique ile Cours Saleya'yı geziyoruz. Cours Saleya, Nice'in ünlü -turistik- pazarı. Yerliler de alışveriş yapıyor ya çoğunluk Amerikalı veya diğer ülkelerden gelen turistler. Tahmin edersiniz ki tezgahlar da turistler için düzenlenmiş durumda. Tadı bir şeye benzemeyen zeytinler (millet bayıla bayıla alıyor, Fransız zeytini ya!) meyve şekerlemeleri, taze ve kuru meyveler, tadı tuzu olmayan, İspanya'dan gelme çilekler, çörekler, her Nicelinin evinde görmekten zevk aldığı rengarenk bahar çiçekleri, sabunlar, lavanta keseleri... Akşam yemeği için peynir alacağız. Yerel peynirlerden. Şarabımız hazır bekliyor. İşimiz bitince de pazarın ortayerinde, Chez Theresa'nın yerinde "socca" yiyeceğiz. Cenova taraflarında "farinata" adıyla bilinen (her iki bölge de bu yiyeceği sahipleniyor tabii ki) soccanın malzemesi nohut unu, su ve zeytinyağı. Cıvıkça bir hamur yapılıp (krep hamuru kıvamında) bizimkiler kadar derin olmayan saclarda, fırında, odun ateşinde pişiriliyor. Çapı neredeyse bir metreyi bulan kocaman krepler. Üzerine karabiber serpiliyor, yanında rose şarapla ucuz bir öğle yemeği oluyor. Nice'de de, Cenova'da da karşınıza sıkça çıkan socca, en güzel dostlarla gidiyor. Açık havada, ferah ferah, kahkaha eşliğinde...

25 Eylül 2009

Uzak tatlara devam

Nesin Vakfı'nın Çatalca bina ve bahçesinin İstanbul ve Marmara'da yaşanan selden büyük zarar gördüğünü ve bu selden sonra dostlarından yardım istediğini çoğunuz duymuşsunuzdur. Bu hafta pazar günü (27 Eylül 2009) 12-19 saatleri arasında, Karaköy'deki tarihi Sümerbank binasında gelirinin tümü vakfa verilmek üzere bir yardım günü düzenlenmiş. Pek çok tasarımcının ürününün satılacağı etkinlikle ilgili bilgi için şurayı tıklayabilirsiniz.
*
Bugün de tatlılarla devam etmek istedim. Nasılsa uzak bana, nasılsa yiyemem diyerekten. Tabii sizin de iştahınızı açıyor olabilirim. Öyle ise affedin beni. Bir tatlı incir yiyin, bir dilim mis kokulu kavun veya bir kaç fındıkla bir ufak avuç kuru üzüm. Hoş tazesi varken kurusuna ne gerek var değil mi? Sarısı, yeşili, kırmızısı, karası, alacasıyla üzümler hevenk hevenk. Şu İtalyan işi sfingi'yi bir güzel salkım üzüme kim tercih eder ki? Öyle de gönül bu, gördü mü istiyor. Sfingi, diğer adıyla zeppole, bir İtalyan tatlısı ancak İtalyan icadı değil. En azından hamuru değil. Hani şu ekler, profiterol gibi tatlılarda kullanılan şu hamurundan başka bir şey değil kullanılan. Roma'da buna "Bignè di S. Giuseppe" deniyormuş. İtalyan mutfağında sıkça karşımıza çıkmakla birlikte Malta'da da bulunuyormuş. Aslına bakarsanız bu ad iki farklı şekilde yapılan tatlıya veriliyor. "La Festa di San Giuseppe", yani Mart ayında kutlanan Aziz Joseph gününde Roma, Napoli ve Sicilya sokaklarında satılan "zeppoli" "donat" benzeri bir tatlı. Yani yağda kızarmış, mayalı bir hamur. İçinde krema, marmelat veya "cannoli" yapımında kullanılan, "ricotta" peynirli harç olabiliyormuş. Neyse ki benim karşıma çıkan fotoğraftakindendi, yani şu hamuruyla yapılmış, bir bulut yığını kadar hafif ve delişmen olanı. Bir soğuk New York gününde, uzun bir yürüyüşten sonra, bir dostla, bir İtalyan pastanesinde, kahve eşliğinde paylaşılmıştı. Şimdi nereden çıkageldi hafif bunalımlı bir Eylül günü diyecek olursanız, "hiiiç, arşive bakıyordum bugün ne yazayım diye, baktım bu fotoğraf pek işveli, hadi onu anlatayım dedim," diyeceğim. Belki de "bugün canım sıkılıyordu, kendime eğlencelik bir şey ararken buldum," da diyebilirim. Hatta konuyu bambaşka, tamamen ilgisiz bir meseleye de bağlayabilirdim ama işi bu kadar ileriye götürmeye gerek olmadığını -neyse ki geç olmadan- anladım.

24 Eylül 2009

Kayıp masallar

Masal dinlemeyi sever misiniz? Sever miydiniz demeli belki. Artık koca koca insanlar olduğumuza göre ne masal dinlemeye vaktimiz var ne de bize tatlı sesleriyle masal anlatacak nineler, dedeler. Hepsi göçtü gitti. Masalları da yanlarında taşıyarak. Ben duyurmakta geciktim (dergiyi ancak dün satın alabildim çünkü) ancak siz Atlas dergisi okurlarındansanız belki çoktan o kırmızı ciltli kitapçığı açıp okumaya başladınız bile. Değilseniz de bir kaç gün içinde gazete bayinize uğrayıp Atlas dergisinin Eylül sayısını satın alın (ay sonuna şunun şurasında kaç gün kaldı?) H. Çağlar İnce'nin koordinatörlüğündeki araştırma grubu, bir ayda 10 bin kilometreden fazla yol yapıp 100 kadar haneyi ziyaret ettiler ve Yörüklerin kayıp masallarını derlediler. Proje hakkında ayrıntılı bilgiyi buradan alabilirsiniz. Bu adreste de projenin fotoğraflarına ulaşacaksınız. Sizin kayıp masallarınız hangileri diye sorarak Çağlar ve ekibine bu kıymetli proje için teşekkür ediyorum. (Bu fotoğrafı 3-4 yıl önce İstanbul'da, EMITT Turizm Fuarı'nda çekmiştim. Bu bebekleri belki siz de görmüşsünüzdür. O gün onlardan bir tane almadığım için hala kızgınım kendime!)

22 Eylül 2009

En güzel gezi anıları

Sizi bilmem ama, "pastane" ziyaretleri benim en güzel gezi anılarım arasında üst sıralardadır. Yıllar öncesinden kalma anılar vardır zihnimde. Mesela Paris'ten mi Brüksel'den mi olduğunu anımsayamadığım bir enstantane. Güneşli bir gün. Bir pastane vitrinindeki çilekli ekler pasta göz kırpmış. Dayanamayıp girmişim. Bir başka sefer Cenova'dayım, geleneksel bir fırında, mantar şeklinde bezeler görmüş, denemek istemişim. New York'ta, "yoğrulmadan" yapılan ekmekleriyle ünlenen fırını bulmuşum, arayıp tarayıp, ekmektense ilk defa gördüğüm sütlaçlı tartoletlerden sardırmışım. Vilnius'dayım. Hava buz. Sokakta yürümek dahi istemiyor insan. Yine bir pastane çekmiş beni, ta içine kadar. Oradan aldığım kekle pasta arası lezzeti tatmadan dışarıdaki masalardan birine koymuş, fotoğrafını çekmişim. Benzer şekilde, Pazin'de (Hırvatistan) milföy benzeri bir pastayı denize nazır bir bankta oturarak yemiştim. Bu aralar tatlı yemeyi yasakladığımdan mıdır nedir, hep o "tatlı" anılar geliyor aklıma. Fotoğraftaki de Amsterdam'dan. "Meringue"li tartlardan. Ara sıra özlediğim, sevdiğim bir lezzet. Yemeden önce fotoğraf çekilecek ya, nerede nerede derken bir köprü üzerinde karşıma çıkan bisikletin üzerine koydum, deklanşöre bastım, kimseler görmeden (ve bir kazaya uğramadan) tartımı aldım, makineyi çantama koyup başladım ısırmaya.

17 Eylül 2009

Dünyanın en iyi 50 yiyeceği/Patlıcan

Böyle listelerden haz etmem. Kime göre en iyi 50? Neden en iyi? Beklenti yaratmaktan başka işe yaramadığını düşünürüm, bakmadan edememekle birlikte. İngiliz The Guardian gazetesindeki listede "dünyanın en iyi 50 yiyeceği ve bu yiyeceklerin tadılabileceği adresler" var. Onca muhteşem yiyecek varken neden "en iyi domates suyu", "en iyi milkshake" (meyveli, çırpılmış süt mü demeli?) yer alır ki listede? (O zaman yiyecek ve içecek desinler zaten değil mi?) İşi gücü bırakıp, bütçeyi denkleştirip dünya seyahatine çıkamayacağımıza göre listeye sadece "ağzımız sulanarak" bakabiliriz. O da hepsine değil. Mesela en iyi patlıcan Atina'daki Ta Kioupia adlı restoranda yenirmiş. Haltetmişler demek geliyor içimden. Hele bir gelsinler Türkiye'ye, patlıcanlı yemeklerin alasını yemezlerse ne olayım. (Bugün ne kadar iddialıyım böyle!) Rahmetli Aydın Usta'yı (Yılmaz) anmadan edemiyorum patlıcan söz konusu olunca. Bir patlıcan yemekleri kitabı hazırlamak istiyordu. İddiası Türkiye'de yüzlerce çeşit patlıcanlı yemek olduğu idi ki Anadolu'nun her yerinde patlıcanla yapılmış birbirinden farklı yemekler, mezeler (hatta reçeli bile yapılıyor, malum) vardır. Bense bu ara közlenip ayıklandıktan sonra sarımsaklı yoğurtla "yoğurulmuş" patlıcan salatasına aş eriyorum (kulakların çınlasın Işıl'cığım!) sadece. Bir de patlıcan kumpire. Hangisini yapsam acaba?

16 Eylül 2009

Eylül'de ne yemeli?

Radikal'den Elif Türkölmez'in yazısı: Eylül'de ne yemeli. Sizce ne yemeli? Mevsime istinaden, arşivden bir fotoğraf seçtim. Bundan 3.5 yıl önce çekilmiş. (Bu mevsimde çekilmiş değilse de Radikal'deki yazıyı okursanız durumu anlayacaksınız.) Bir Şubat günü Çanakkale'ye, Ümitlere gitmiştim. Ümit de beni (Cem'ciğim de vardı yanımızda, şimdi büyüdü adam oldu da İstanbullara okumaya gitti kuzum) Çanakkale'de en sevdikleri balıkçıya götürmüştü. Minicik, aralarda kalmış bir yer. Temiz, taze, ucuz. Önden balık çorbası, sonra kalamar ve sardalya. Bir an o güne dönesim geldi. Oysa bugün, burada olmaktan mutlu, halimden hoşnudum. Biraz sersem haldeyim, onu da havaya yordum. Yazıda göreceksiniz, Gönül Paksoy hünnaplardan, alıçlardan bahsetmiş. Buralarda da yetişiyor ya henüz pazarda görünmedi hünnaplar. Alıç vardı tatlı bir kadının tezgahında. Bir kaçında kuşburnu, birinde üvez. Çocukluğumda, okulun önüne gelen alıççıyı hatırladım pazardakileri görünce. İplere dizdiği alıçları bir sopaya asar getirirdi. Sarılı, turunculu, yer yer kırmızı yanaklı alıçlar... Alır kolye gibi boynumuza takardık. Bu anıları Meyve Ağacından Hikayeler'de yazmıştım. Eylül gerçekten çok bereketli bir ay. Sofralarımızdan eksik olmamasını dilediğimiz bolluk ayı.

14 Eylül 2009

Kış hazırlıkları listesi

Önceki yazıda sağlıklı, ucuz ve lezzetli yemekleri listeleyelim demiştim. Sağolun, sitelerinizde yer verdiğiniz güzel tariflerinizi paylaştınız. Dilerim okuyan arkadaşlarımıza faydası olur bu tariflerin. Bu üç kısastan birinin eksik olduğunu düşündüğüm tariflere not düşmüştüm. Şimdi de diyorum ki yaptığımız kış hazırlıklarını listeleyelim, vakit geç olmadan işe girişecek olan dostlarımız varsa bu listeden yararlansınlar. Yani listede yer almasını istediğiniz tarifler varsa linkini yazın, ben de burada yer vereyim, ne dersiniz? Ben listeyi kendi yaptıklarım ve bir kaç arkadaşımızın sitelerinde gördüklerimle başlatıyorum:

Tarhana (dizi halinde, gün gün yazmıştım hatırlarsanız):
http://mutfaktazen.blogspot.com/2009/08/tarhana-yapm-1-gun.html
Domates kurutma:
http://mutfaktazen.blogspot.com/2009/08/domatesin-krmzs.html
Tuba'dan patlıcan, biber, domates ve kekik kurutma yazısı:
http://tubaninpenceresinden.blogspot.com/2007/06/evde-patlican-domates-biber-ve-kekik.html
Üzüm kurutma:
http://mutfaktazen.blogspot.com/2009/08/uzum-kurutma-surec.html
Üzüm kurutmanın bir sürü yolu var. Bu da Betül'ün yöntemi:
http://yemekkutusu.blogspot.com/2009/08/ilk-kez-yaptklarmdan-devam.html
İncir kurutma:
http://mutfaktazen.blogspot.com/2009/09/incir-kurutma.html
Mine'den elma, muz ve nektarin kurutma:
http://www.teatime-blog.com/turkce/2007/09/09/meyve-kurusu/
Yine Mine'den ev yapımı sebze bulyon (bu tarife bayıldım):
http://www.teatime-blog.com/turkce/2009/02/18/sebze-tozu-ev-yapimi-bulyon/
Fethiye'den biber salçası:
http://www.yogurtland.com/turkce/2006/09/27/biber-salcasi/
Betül'den hem salça, hem de suyuna yapılan tarhana:
http://yemekkutusu.blogspot.com/2009/08/ilk-kez-yaptklarmdan.html
Narince'den erişte:
http://narince-narince.blogspot.com/2009/09/ksa-dogru.html
NuNu'dan envai çeşit reçeller (burada böğürtlen reçelinin adresi var, devamı için Bir Dut Masalı'nın arşivini tarayabilirsiniz):
http://birdutmasali.blogspot.com/2009/07/bogurtlen-receli.html
Anne ve bebisi sitesinde de domates reçeli tarifi varmış:
http://annevebebisi.blogspot.com/2009/09/domates-receli.html
Rumma'dan incir reçeli:
http://www.rumma.org/yemekler/tatlilar/incir-receli.html
Müjde'den Aydın yöresine has "gömme turşu":
http://mujdenindenemeleri.blogspot.com/2009/08/patlcan-biber-tursusu-gomme-tursu.html
Leziz'den "çiçek turşusu":
http://leziz.blogcu.com/ye-28-geleneksel-kis-hazirliklari-cicek-tursusu_4597203.html
Ve tabii 2007 yılında Mahsun Prenses'in evsahipliğini yaptığı "Kış Hazırlıkları" etkinliğine gönderilen tarifleri tarayabilirsiniz:
http://mahzunprenses.blogspot.com/search/label/%23YE%23%20Etkinlikleri

11 Eylül 2009

Ucuz, Sağlıklı, Lezzetli (Sizden gelen önerilerle)

Bugün bir gruptan gelen linke tıklayıp şu siteyle tanıştım:
http://cheaphealthygood.blogspot.com/
Sitenin sağ üst köşesinde bu ay New York pazarlarında hangi sebze ve meyvelerin olduğu yazılı: Elma, "blueberry" (likapa veya maviyemiş Türkiye'de ne yazık ki yaban mersini diye çevriliyor ki aynı ad 3 ayrı meyveye verilmiş durumda. Zavallı gerçek yaban mersini -murt- bu işten pek mutlu olmasa gerek), brokoli, havuç, karnabahar, kereviz, mısır, salatalık, patlıcan, üzüm, yeşil yapraklı bitkiler, pırasa, kavun, nektarin, bamya, armut, biber, erik, patates, balkabağı, turp, ahududu, taze fasulye, kabak, domates...

Listenin büyük çoğunluğu bizim pazardaki durumla örtüşüyorsa da ne bileyim, bizim pazarlar çok daha renkliymiş gibi geliyor. Evet, ıspanaklar, kerevizler, brokoliler de boy göstermeye başladı da yazlıklar sonsuz bereket sunmakta. Ben taze cevizle bademi, kızılcığı, börülceyi, şeftaliyi, inciri ekliyorum ilk etapta. Neyse, konuyu dağıtmayayım. Söyleyeceğim şey, sitenin başlığını görünce aklıma sormak geldi. Sizin ucuz, sağlıklı, lezzetli tarifleriniz neler? Bloglarınızdan bir tarif linki verebilirsiniz mesela. Ne dersiniz? Ben pişirmeden yaptığım kabak salatasını bu listeye koydum bile. Kabak ucuz mu ucuz. Çiğ yendiği için pişirme maliyeti yok. Limonla sarımsağı da ucuzlar listesine kattık mı geriye kalıyor zeytinyağı. En sızma, en halis olanından aldığım zeytinyağının kilosu 8 tl idi. Eh kullandığım iki -maksimum- kaşık yağın maliyeti ne olacak?
*
Gelen tariflere bu yazıda yer vereceğim. Nasıl olsa hepimize yarayacak tarifler bunlar. Sizin de tarif ve yorumlarınızı beklerim. Hepimizin sağlık kavramı farklı işleyebiliyor. Birimizin sağlıklı bulduğu bir yemek bir diğerimiz için sağlıklı olmayabilir. Bu yüzden görmediğimiz noktaları birbirimize göstermek anlamında da kıymetli olacağını düşünüyorum bu listenin:

İlk bağlantı adresi sevgili Gönül'den geldi. Gönül diyor ki:
"Ben de okuyunca hangisinin linkini versem diye düşündüm ve semizotununkini vermeye karar verdim... Yapılışı çok kolay, yemesi çok zevkli, oldukça vitaminli bir sebzemiz semizotu."
http://eyvahyemekyandiocakbatti.blogspot.com/2008/04/semizotu-salatasi.html

Papatya Prenses kırmızı biberli mantar tarifini uygun görmüş bu kategoriye:
http://papatya.kizkulesi.net/2008/11/kirmizi-biberli-mantar.html

Bu pancarlı nefis atıştırmalıklar (Beste "başlangıçlar" demiş) çok hoş görünüyor. Teşekkürler Beste:
http://bestebonnard.blogspot.com/2008/07/pancarl-aperetifler.html

Pelin'in tarifi bulgur salatası (tabuleh). Tam bu sıfata uyuyor bence:
http://pelincelezzetler.blogspot.com/2009/04/tabbouleh-bulgur-salatas.html

Narince'den "bıdı". Yöresel bir yemek. Gerçi hepimiz farklı adlarla biliyoruz bunu. Yöreye göre yapılış tarzı değişebiliyor, şekli de. Ancak bulgurlu bir güzel yemek bu da:
http://narince-narince.blogspot.com/2009/05/bd.html

Pembe Çikolata'dan mevsime uygun bir salata tarifi:
http://pembecikolata.blogspot.com/2009/05/kozlenmis-krmz-biber-salatas.html

Pelin "tariflere bakarken kerevizi özlediğimi anladım" diyor. Bu sayfada yer alacak tarifi ararken kerevizi anmış. Biz de kereviz sohbeti yaptık. Betül ise kış güzeli kerevizin sezonunu açmış bile. Bir de rengarenk salata yanına:
http://yemekkutusu.blogspot.com/2007/11/salata.html

Gaye sitesindeki "otlu cevizli erişte"yi uygun görmüş. Lezzetli ve ucuz denebilir evet ama makarnanın kalorisi oldukça yüksek. Özellikle diyette iseniz veya kilonuza dikkat ediyorsanız az miktarda yemekte fayda var. Ben son zamanlarda tartıp 50 gram makarna koyar oldum tencereye (yanında bol sebzeyle):
http://mutfaktapenguen.blogspot.com/2008/10/otlu-evizli-erite.html

Rumma domates çorbası önermiş. Mis gibi köy domatesleriyle pişirildiyse elbette lezzetlidir. Ucuz olduğuna şüphe yok. Sağlık konusunda biraz çekimser kaldım ama kararsızım da:
http://www.rumma.org/yemekler/corbalar/domates-corbasi.html

Eh bu iki tarifi koyduktan sonra Kitchen Sweet Kitchen'ın "Un, patates, biraz da tereyağı. Hafif değil ama kesinlikle doyurucu. Maliyeti kişi başı 1 lirayı geçmez. Önceden piknik hazırlığı yapmadan köye gitmişsek 'hingel' yiyeceğiz demektir," diyerek gönderdiği (bence de çok lezzetli) hingel/hınkal tarifini koymamak olmaz:
http://kitchensweetkitchen.blogspot.com/2008/11/hingel-ya-da-hinkalsivas.html

Nur mantarlı tarifler vermiş. Benim buna itirazım iki açıdan. Birincisi hala mikrodalga fırınlara güveniyor değilim. Bugüne kadar evime hiç sokmadım, sokmak niyetinde de değilim. Doğal pişirme sürecini etkileyen bir sistem olduğu için güvensizliğim. Bir de eski yazılarımdan birinde yıllarca mantar üretici bir firmada çalışan bir arkadaşımız mantar üretiminde çok ciddi miktarda tarım ilacı ve antibiyotik kullandığını, çünkü mantarların hastalık kapmaya çok yatkın olduğunu söylemişti. Bunu duyduğumdan beri kültür mantar satın almıyorum:
http://nurunguncesi.blogspot.com/2009/04/mikrodalgada-mantar-yemegi.html

Neşe bir yöresel tarifini yollamış: Patlıcan söğürmesi. "Bugünlerde bizim pazarlarda patlıcanın 3 kilosu 1 lira," diyor, "bu paraya pide bile alınmaz!"
http://elifsultan1.blogspot.com/search/label/D%C4%B0YET%20YEMEKLER%C4%B0

Şükran "yoğrularak" yapılan bir kısır tarifine yer vermiş sitesinde:
http://lezzettabagi.blogspot.com/2009/01/cig-kofte-gibi-yogrulan-ksr.html

Aysel ise Brüksel lahanalı bir salata önermiş:
http://sicakpaylasimlar.blogspot.com/2009/03/bruksel-lahanasi-salatasi.html

10 Eylül 2009

Helva ne içindir?

Helva ne için kavrulur sahi? Ağzımız tatlansın diye mi? Ölenle ölünmez, acılar yüreğe gömülür, hayat devam eder diye mi? Ramazana göre bir tarif vereyim istiyordum aslında ya dün İstanbul ve Trakya'da yaşananlar, ölümler, kayıplar, savaş alanına dönen yollar, birbirine giren tırlar, sonrasında fırsat bu fırsattır diye yıkıntılardan bir şeyler kapmaya çalışanlar... Ama yüreğimi en çok yakan minibüste kapalı kalan kadınlar. Dışarı çıkamamak, eli kolu bağlı kalmak ve öylece ölüme gitmek. Ne acı. Diyecek söz var mı? Hangi sözcük silebilir ki acıyı? İnsan ister istemez helvaya sığınıyor. Onun o tane tane ağza gelen tatlılığı, içindeki hafiften erimiş çikolata, kavrulmuş bademin dişe gelişi. Teselli edecek gibi değil ama yine de şansımı deneyeceğim:

65 gram tereyağı, dilimlenmiş dörtte üç bardak badem ve 1.5 su bardağı irmiği sürekli karıştırarak kavurun demişim, Turunç Kokulu Düşler'de (yine turunç kokularının zamanı gelecek yakında. Ümit hep var çünkü. Yaşanan güzelliklere özlem de yerinde duruyor. O helvayı kavurduğum gün, bu fotoğrafı çekişim, Antalya günlüğüne yazışım, kitabın yayımlanıp elime gelmesi, sizlerle buluşması...) Ayrı bir yerde de iki su bardağı sütü kaynatın, ateşten aldıktan sonra içine yarım su bardağı bal ve bir portakal kabuğunun rendesini katın demişim. Belki bitter çikolatayı önceden ufak ufak doğramak lazım, hazır olsun (80 gr). İrmiğin rengi döndüğünde sütü ekleyip karıştıracak ve bilirsiniz işte, herkes yapar helva, kapağı kapatılıp kısık ateşte suyu çektirilecek. Ateşten alınıp beş dakika dinlendirildikten sonra çikolataları eklenecek, karıştırılıp servis edilecek. İster sıcakken, ister serinleyince. Acıyı bal eyleyecek mi? Zor ama...

09 Eylül 2009

Her sabah bir avuç maydanoz

Bu sene maydanozlarımız çok güzel oldu. Yerlerini pek sevdiler. Neredeyse gün boyu güneş görüyorlar. Ben de onlara her gün biraz su veriyor, büyüyenleri koparıyorum ki yerine yenileri çıksın. Yaz başında geldiğimizden beri gür bir şekilde çıktılar. Sadece bizi değil, yan komşumuzu da maydanozsuz bırakmadı, 30x40 santimetrekarelik (belki biraz daha büyüktür) maydanoz tarlamız. Hal böyle olunca her sabah koparıp yıkadım bir avuç maydanozu ve kahvaltı soframıza koydum. Güneşi içmiş kıpkırmızı (veya pespembe) domateslerimiz, çıtır salatalıklar ve yine bahçemizin biberleriyle birlikte. O baharlı, baskın tadını seviyorum ama bazen fazla baskın oluyor ve ağzımda sadece onun tadını hissediyorum. Düşünüyorum, acaba maydanozu sevdiğim için mi yiyorum yoksa şifalı diye mi? Pek çok yiyeceği sağlıklı-sağlıksız diye ayırıyor, belli kalıplara sokuyor, ona göre karar veriyoruz yiyip yememeye. Eskiden öyle değildi elbet. Kahvaltı sofrasına maydanoz çıkarıyorsanız sevdiğiniz içindi, sağlıklı diye değil. Belki sağlıklı olduğunu da düşünüyorduk ama ne bileyim kolesterolü düşürüyormuş, yaşlanmaya karşı yenmesi gereken bilmemkaç besinden biriymiş, şeker hastalarının her gün bir avuç yemesi gerekliymiş diye değil. Şimdilerde hepimiz beslenme uzmanı kesildik ve tüm gazeteler bu uzmanlara avuçla para veriyor -tabii onlar "hepimiz"den daha iyi biliyorlar- ve televizyonlarda program yapan mankenler de gazete kupürlerini kesip oradan okuyarak ahkam kesiyorlar ya biraz işin ucu da tadı da kaçmış gibi geliyor bana. Yani ben maydanozu seviyorsam yemeliyim, öyle değil mi? O gün yemek istemiyorsam kendime işkence etmemeliyim, "her gün bir avuç maydanoz" kansere karşı korur diye çanlar çalmamalı beynimde. Zevk almalıyım yiyip içtiğimden. Hayatın en güzel keyiflerinden biri değil mi yemek? Onun bile tadını çıkaramaz olduk sanki. Bilmem yanılıyor muyum?