06 Aralık 2012
Beyaz hindiba yatağında...
Geçen yazıda size kısaca beyaz hindibadan bahsetmiş, salataya eklediğimi anlatmıştım. Ama bir kaç arkadaşım onu tabak olarak da kullandıklarını söyleyince, peki öyleyse, buyrun size "eh işte birazcık yaratıcı" bir tarif dedim. Yok tabii onlara söylemedim, size söylüyorum. Bir zorluğu yok aslına bakarsanız, dünyanın en kolay atıştırmalıklarından biri bu ama... Ne yaptım? Bir gün önce dikenli kabakları soyup dilimledikten sonra yağlı kağıt üzerinde fırınlamıştım. Nasıl lezzetli, nasıl tatlı olduğunu anlatamam bu dilimlerin. Ne tuz, ne yağ ne başka bir şey. Ben öylece yiyor ve bir türlü doyamıyorum bu dilimlere. Beyaz hindibanın düzgün dış yapraklarını yıkayıp bir tabağa dizdim. Üzerlerine ikişer dilim fırınlanmış dikenli kabak koydum (soyunca dikeni falan kalmıyor tabii). Bir elmayı kabuğuyla dilimleyip kararmasın diye limonlu suya attım, elma dilimlerini ve segmentlerine ayırdığım portakal dilimlerini dikenli kabakların üzerine yerleştirdim. Geçen hafta Nazlı ile parkın kenarında yürürken aa o da ne, yerde ufak pikan cevizleri görüp başımızı kaldırdığımızda nefis bir pikan ağacıyla karşılaşmıştık. Bunca zamandır geçerim yanından, orada bir pikan ağacı olduğunu farketmemişim. Bir avuç pikan cevizi toplamış, eve gelip onları kırmıştım. Hadi süs olsun diye onları da üzerlerine serpiştirince oldu işte. Sonra tabii teker teker yedim. Yalanarak, yutkunarak, sevinçten gülümseyerek...
01 Aralık 2012
Beyaz Hindiba
Beyaz hindiba da nedir dediğinizi duyar gibiyim. Diyor musunuz? Diyorsanız anlatayım:
Beyaz hindiba, tesadüfen Belçika'da keşfedilen bir tür hindiba. Hani şu bildiğimiz ot var ya, hindiba, onun gibi ama değil de. Eskiden hindiba kökleri kahve alternatifi olarak üretilip satılırmış. Kavrulan hindiba kökleri kahveyle karıştırılarak içilirmiş. Sonra bir gün, Belçikalı bir üretici karanlık ve ılık bir depoda unuttuğu hindiba köklerine bakmaya gittiğinde bir de ne görmüş, kökler filizlenmiş. Tadına bakmış. Hmmm... Hiç de fena değilmiş. Sonra bakmışlar ki bu güzel bir salata malzemesi, üretimine başlamışlar. Bugün Belçika, Fransa ile birlikte dünyanın en önemli beyaz hindiba üreticilerinden biri. Bir süredir Türkiye'de de üretiliyor(muş) beyaz hindiba. Sevgili arkadaşım Lalehan yakın bir zamanda bu bilgiyi verince pek sevindim ve hemen tatmak istedim. Nomad Tarım beyaz hindiba üreticisi firma. Sıkı durun, kuşkonmaz da yetiştiriyorlar. Ne kadar sevindiğimi anlatamam. Beyaz hindibaların üç tanesini fırınlayarak tüketmeyi seçtim. Yıkadıktan sonra ortadan ikiye kestim, soya sosu, bal ve zeytinyağından oluşan sosu her birinin üzerine sürüp 200 derecede 15-20 dakika kadar fırınladım. Soya sosunun tuzuyla bal hindibanın hafif acı tadıyla birleşince ortaya pek hoş bir lezzet çıktı. Bugünlerde salatalarıma doğruyorum. (Ortalarda gördüğünüz ince beyaz şeritler beyaz hindiba şeritleri.) Salatanın tadını artırıyor. Yukarıda Nomad Tarım'ın linkini verdim. Girerseniz beyaz hindiba hakkında gerekli tüm bilgileri (nasıl kullanılır, nerelerden bulunur, neye benzer) bulacaksınız. Hadi bir de siz tadın. Daha önce tattıysanız veya beyaz hindibalı tarifleriniz varsa düşüncelerinizi paylaşır mısınız? Afiyet olsun! (Salatadaki mısır çok enteresan, "dondurulmuş ve kurutulmuş mısır". Princeton'da girdiğim çok enteresan bir baharat dükkanından, Savory'den aldım. GDO değildir değil mi bu mısırlar dedim, bilmiyorum dedi mağazadaki görevli. Kararsız kaldıysam da merakıma yenildim, ufak bir paket aldım.)
21 Kasım 2012
Her gün evde kahve keyfi
Geçen bahar bir hastalığa tutulmuştum. Antalya'nın en iyi capuccino'sunu yapan yeri bulmak gibi garip bir hedef edinmiş, fellik fellik capuccino yapan yerleri gezmeye başlamıştım. Eskiden kahveyi sadece yurt dışı seyahatlerinde içen ben (çaycıydım çünkü), birdenbire kahve delisi haline gelmiştim. Ara tara çoğunun öyle pek matah olmadığını görmüştüm. Düşünün yani, o garip renkli kokteyl şuruplarından koyana bile rastladım. Kahvenin asaletine aykırı düşüyordu. Yüzümü buruşturdum. Bulaşık suyu kıvamında kahveler de gördüm tabii. İçemedim. Öyleydi böyleydi derken ben bir kahve fanatiğine dönüştüm. Eskiden de kahve severdim ya bir dönem içtiğim kahveler midemi bulandırınca soğumuştum kendilerinden. Oysa hakkıyla yapılmış (tabii buna kahvenin kalitesi de dahil) bir kahvenin hakikaten kırk yıllık hatırı var. Sonunda -yani Antalya'da iyi capuccino yapan yer bulamadığımdan, bulduğum da pahalı geldiğinden- bu işe el atmaya karar verdim. Normalde iddialı bir insan değilimdir ama kahve konusunda iddialıyım: Antalya'da en iyi capuccino'yu ben yapıyorum. Neden mi, çünkü günde tek bir tane yapıyorum. Yani zoraki değil, bilakis, keyif ve heyecanla yapıyorum. İkincisi, çok kaliteli, kıvamında kavrulmuş kahve kullanıyor, kahveyi de günlük olarak kendim öğütüyorum. Uzmanlar kahvenin taze öğütülmesi gerektiğini söylüyor ki haklılar. Baharat gibi kahve de öğütüldükten sonra hızla yitiriyor aromasını. Ocak üzerinde buharla kahve yapan mekanik aleti kullanıyorum. (Şu fotoğrafta gördüğünüzün biraz daha eskisi. Kahve pişirme aletim Işıl'dan kalma, kullanmama izin verdiğin teşekkür ederim Işıl'cığım!) Pilli süt köpürtücüm var. Sütü önce kaynatıyor, sonra fincanda köpürtüyor, kahveyi de üzerine döküyorum. Bazen bana sürpriz yapıyor kahvenin son damlaları ve ortaya bir kalp çıkıyor. Tamamen tesadüf. Ya da belki değil. Belki bana, "teşekkür ederim, seni seviyorum" diyor kahvem. Asıl ben onu seviyorum. Her gün öğle yemeğinden sonra bir fincan içtiğim kahveyle aramız pek sıkı fıkı da işin kötüsü kendimi çaya ihanet etmiş gibi hissediyorum.
13 Kasım 2012
Eve dönmek ne güzel
Eve dönmek ve... Aaa o da ne çan sesi geliyor. Resmen kilise çanı çalıyor. Neredeyim ben allahaşkına? Pardon, televizyondan geliyormuş. İZ TV dinliyorum da bir yandan! Eve dönmek pek güzel evet. Fakat dönüp de dolabı bomboş bulmak pek o kadar sevindirici değil. İlk sabahki kahvaltımızda sadece annemin Burhaniye'den, benim New York'tan getirdiğim iki peynir, zeytin, tereyağı ve annemin ayva marmelatı var. Pek o kadar da az değilmiş gibi görünüyor bakıldığında ya bizim kahvaltı soframız hep rengarenk olur. Mevsimine göre, domates, salatalık, biber, avokado, siyah ve yeşil zeytin (yeşiller benim yapımım tabii), başta maydanoz olmak üzere yeşillikler, bazen omlet... Ben kahvaltıda tatlı yiyemem. Dolayısıyla marmelat ilgi alanıma girmiyor. Tereyağını da pek tercih etmem. Ekmeğin üzerine sürecek bir şey olmayınca söylene söylene yağ sürdüm. Aslında insanın bu kadarına bile sahip olması şükran duyulacak bir şey. İnsanoğlu işte, bulduğuyla yetinir mi. Meğer sadece kahvaltılık sorunu yokmuş evde. Ne sebze var ne salata malzemesi. E ben ne yiyeceğim? Kaç gündür karbonhidrat ağırlıklı beslenmişim. Midem küsmüş birazcık. Onu şenlendirmek, neşelendirmek lazım. Öyle yorgunum ki, çıkıp alış veriş edecek halim yok. İmdadıma buzdolabında bekleyen baklagiller ve "kuruluklar" yetişti neyse ki. İlkbaharda Gaziantep'ten getirdiğim kabuklu mercimeği çıkardım. Baktım biraz kurutulmuş patlıcan ve sevgili Kevser hanımın (Burhaniye'den komşum, güzel yürekli okurum) armağanı kuru domatesler var. Neyse ki sepette 3 tane kuru soğan varmış. Zeytinyağsız ise çok şükür hiç kalmayız. Hemen bir soğanı doğradım, az zeytinyağı, tuz, sevgili Bilge'nin armağanı "Osmanlı baharatı" (Mısır Çarşısı'nda bulunan Ucuzcular'dan daha önce bahsetmiştim), ufak doğradığım kuru patlıcan ve domatesler de eklenince ortaya pek nefis bir yokluk yemeği çıktı (yokluk muuu? Dalga mı geçiyorsun?) Yanımda yabani pirinç ve esmer basmati pirinci getirmiştim. Onlarla da yağsız bir pilav yaptım (haşladım yani, az tuz ve az zeytinyağı ilavesiyle), eh daha ne olsun? Dün böyle geçti. Bugün ise güzelim pazarıma merhaba dedim. Ve sonbahar bereketine. Pazarlar bir başka yazının konusu olsun. Şimdilik hoşgördüm demekle yetineyim en iyisi.
08 Kasım 2012
Comfort food
Önce yardımınızı istiyorum. "Comfort food"u Türkçe'ye nasıl çevirebilirim? Rahatlatan yiyecek, huzur veren yiyecek? Bilemedim. Şimdi yanımda bir tane lokumcuk Leyla uyurken huzurla, ben ne yesem, ya da yemesem, ne yazsam, ya da yazmasam huzur bulurum elbet. Heyhat, Leylacıkla son 3 günümüz. Mayacıkla da. Sonra evli evine, köylü köyüne. Halanın memleket pazarlarını tavaf etme, zeytin kırma, yoğurt mayalama, peynir yapma, ekmek yoğurma, yine daha küçük porsiyonlarla beslenmeye çalışma, yeni yaratacağı yemekleri yeni mini Japon tabaklarında fotoğraflama, bisikletine binip kenti turlama, arada kahve kaçamakları yapma vakti geldi. Leylacık da büyümeye devam edecek elbet. Bir yeğenlik hasret ikiye katlanarak... Of, hasretlik ne kötü şey! Neyse ne diyordum. Comfort food'dan nereye geldik. Fotoğraf çok güzel değil farkındayım ama hava kararmaktaydı çekerken. Üstelik kar yağıyordu! Bütün akşam yağmaya devam etti. Yılın ilk karı. Bu sene belki görüp göreceğim tek kar? Bense yıllar önce bir meditasyon eğitiminde alıştığım bu nefis şeyi yapmıştım. Anlatayım. On gün süren bir sessiz meditasyon kampına katılmıştım. Şartları zorlayıcı şeyler arasında bir de öğle yemeğinden sonra yemek yenmemesi vardı. Ben ve yemeksizlik. Panik! Oldum tabii. Akşamüzerleri çay veriyorlardı. 5 gibi. Neyse ki yeni öğrenciler çayın yanında bir meyve yiyebiliyor. İsteyene bir patlak pirinç üzerine fıstık ezmesi sürüp veriyorlar. Çayın yanında bal var, meyve olarak muz da. Ben de kendime o kıymetli tek pirinç patlaklı çıtırla nefis bir sandviç (hatta pasta) hazırlıyor, çayımın yanında yiyordum. Dün birden canım çekti, yeniden yaptım. Hadi dedim iyisi mi ben bunu fotoğraflayıp bloga koyayım. Esma hanımcığım zaten blogunuzu ihmal ediyorsunuz demiş, onu mu kıracağım. Değil mi Esma hanım?
23 Ekim 2012
Evde hiç bir şey yok derken
Kimileriniz duydunuz çoktan. Minik bir Leylamız var artık. Maya'cığımın kardeşi. Yeni, tazecik yeğenim. Işıl ve Cem'in ikinci kızları. 11 günlük kızımız. Daha yeni yeni alışıyor evine, ailesine. Herşeyden öte bu dünyaya. Ona kalsa geleceği yoktu ya artık zamanı geldi diye kapısını çaldık, bu tarafa davet ettik. Kırmadı geldi. Anneciğinin kucağında uyuyor kuzucuk. Karnı tok, altı temiz, sıcacık bir kucakta. Daha ne istesin. Ben de elimden geldiğince onlara yardım etmeye çalışıyorum. Akşamları sağlıklı yiyeceklerden oluşan bir sofra kurmaya çalışıyoruz. Koca bir çanak salatamız mutlaka oluyor. Bazen çeşidimiz çok olsa da kimi zaman evde yemek yapacak pek malzememiz olmuyor. Öyle zamanlarda eyvah ne yapacağız derken aklıma kıyıda köşede kalmış malzemeler geliyor. Dün de öyle oldu. Bir anda kavanozda bekleyen kinoayı anımsadım. Sebzelikte maydanoz vardı. Hmmm... kinoadan kısır olmaz mı? Olur elbet. İyi de sadece kinoa ve maydanoz mu kullanacağım? Susam kavurdum biraz. İki havuçla dolapta bekleyen yarım jicama'yı rendeledim. Jicama Latin Amerika ülkelerinde kullanılan sulu, elmamsı tadda bir kök sebze. Salatalara ayrı bir tat katıyor. Çok seviyorum tadını. Kinoayı haşladım. Kasede tuz, zeytinyağı, limon suyu ve bir diş rendelenmiş sarımsağı karıştırdım. Kinoayı ekledim, sosu çeksin diye biraz beklettim. Havuçla jicamayı rendeleyip ekledim. Maydanoza biraz da yapraklarıyla körpe kereviz sapı ilave ettim. Hepsi karışınca susamlar da karıştı diğer malzemeye. Hepimiz pek sevdik. Sık sık kinoa yiyelim dedi Işıl. Cem dedi neden? Çok besleyici de ondan dedi Işıl. Tamam dedim, ben size değişik şekillerde hazırlarım. Burada olduğum sürece tabii...
10 Ekim 2012
Tatlı bir buluşma
Ne çok oldu yazmayalı. Ne çok şey oldu yazmayalı. Aslında pek bir şey olmadı yazmayalı. Yani ben hala aynı benim. Kilo almadım, kilo vermedim, biraz yaşlandım evet ama sağlık durumumda bir değişiklik olmadı. Yürüdüm, yedim, içtim, yeni yerler gördüm, yeni dostlar edindim, yeni anılar ekledim gitgide büyüyen anılar kutusuna, fotoğraflar çektim ve işte yine buradayım. Bu zaman zarfında yazacak hiç mi zamanım olmadı? Oldu elbet ya ne yazacağımı bir türlü bilemedim. Kelimelerim bitti demiştim. Geri geldiler aslında. Yine buluştuk çok şükür ama o kelimelerin hangilerini biraraya getirip Mutfakta Zen ipine dizeceğimi bilemedim. Fotoğraflardan da bana seslenen olmadı. Hey sen, beni sitene koy demedi hiç biri. İşte bu akşam oturmuş son zamanlarda çektiğim fotoğraflara bakarken bu tatlı bütün diğer arkadaşları adına öne çıktı ve cılız bir sesle, "benimle merhaba diyebilirsin dostlarına" dedi. Bir arkadaşım var, çok güzel bir kadın. İçi de güzel dışı da. Zaten yüreğinin güzelliği yüzüne yansıdığı için ne kadar iyi ve tatlı bir insan olduğunu görür görmez şıp diye anlıyorsunuz. Adı Hülya. Muhteşem fotoğraflar çekiyor. Fotoğraflarının olduğu bir kitabı almış dahi olabilirsiniz. İşte bir gün Hülya ile buluştuğumuzda bu nefis Nutellalı krep pastasını paylaştık. Ben çay içtim o kahve. Çünkü kahvemi zaten içmiştim. İkinci bir kahve çekmiyordu canım. Ne güzel sohbet ettik. Doyamadık sohbete ya onun gitmesi gerekiyordu. Yeniden buluşalım dedik, kucaklaştık ayrıldık. Bir ayrılış anısı bir buluşmaya vesile oldu. Pamuk şeker renginde bir fotoğrafla merhaba diyorum size. Yeni bir güne başlarken pamuk şeker gibi hülyalı bir gün de dileyebilirim böylece dedim. Bir taşla iki kuş... Merhaba!
10 Eylül 2012
Böyle geçti bir yaz
İlk günler bahçede adam boyu olmuş otları yolarak; aralarından çıkan her bir domatese, salatalık ve bibere sevinerek; aaa kabak çıktı, aaa bamyanın çiçeği ne güzel, Zübeyde iyi ki hatmi dikmiş, ne güzel pembe pembe açıyor; iyi de bu ne kabağı; sen vermiştin ya tohumunu; aaa hakikaten, ben Tayland'dan getirmiştim o tohumları, Tayland kabağı bunlar, ne güzel bir tatlı yapıyorlar bu kabakla, ben gitmeden olsa da yapsam; Zübeyde nerdesin ayol, yoğurdum bitti yoğurt mayalayacağım; saat 8 miii, tüh geç kalacağım pazara; oh börekle kahvaltı etmek ne güzel; ya lütfen siz vermeyin parasını, borçlu hissedeceğim şimdi kendimi (çaycının karşısındaki terziyle muhabbetimiz); nasıl yani kaç senelik müşterine getirmiyorsunuz da İstanbul'daki bir hanıma mı yolluyorsunuz bütün domatesleri ben kaç haftadır bekliyorum, aşkolsun bak başkasından alacağım (Fatma ve Burhan'la muhabbet); offff taze ceviz çıkmış (ve akşamüzerleri bahçeye inen merdivenin başında oturup ceviz kırma, ayıklama ve yeme sefası); pazarın bütün bereketi üzerinde, tam da ben giderken, olacak şey mi; denize girsem mi girmesem mi ama çok işim var, bütün kış arayacağım bu anları biliyorum ama; çok işim var, çok işim var, çok işim var; yazı yazmaktan yoruldum, bittim hakikaten bittim, beynim oyuldu, içimde kelime kalmadı, ama az kaldı, dayan biraz daha dayan; bir hafta kaldı, beş gün, üç gün derken gidiş vakti geldi çattı; giderken işi teslim edip el sallayacağım; Burhaniye'ye de vedam bu, pazarcılarımla da helalleştim bugün ve yaz bitti. Şimdi gitmek vakti.
22 Ağustos 2012
Salça vakti
Aslında daha yoktu niyetim. Biraz daha beklerim diyordum. En azından bayram sonrasını. Her hafta yaptığım gibi, sabah erkenden kalkmış, pazara gitmiştim. Tabii pazar öncesi ritüelimi gerçekleştirdikten sonra. Alışveriş yaparken İtalyan tipi uzun domateslerin kilo fiyatının 75 kuruşa çıktığını görünce ooo dedim, zam gelmiş. Bitiyor abla, kalmadı tarlada demez mi? Bende paçalar tutuştu tabii. Eyvah salça? Pazar çantam doluydu ya mecbur domatesle biber de alınacak. Aldım geldim. Hemen giriştim işe. Bizde öyle büyük tencere pek yoktur. Olan en büyük iki tencereyi koydum ocağa. Hemencecik biberlerle domatesleri yıkadım, biberlerin çekirdeklerini ve saplarını çıkardım, domateslerin sapla birleşen yerini çıkarıp attım. Hepsini irice doğradım, tuzuyla birlikte ocağa. Fokur da fokur kaynadılar. Baktım hepsi yumuşamış. Aldım ateşten. El blenderiyle bırt bırt bırt... İlk işlem tamam. Kaplara pay edip güneşe. Üzerini örttüm tabii. Börtüsü var böceği var. İlk günler rüzgar yok. Baktım köpürüyor. Kızmış bana besbelli, neden rüzgarsız günde salça kaynatırsın der gibi. Ne bileyim ben rüzgarın ne zaman eseceğini? Neyse dualarım yanıt buldu, geldi poyrazımız geri. Vuv....vuvvvv.... O esti salça suyunu çekti, o esti salça suyunu çekti. Tabii arada karıştırdım. Üzeri kabuk bağlıyor çünkü. Sonra bir gün baktım kıpkırmızı salçam iyice koyulaşmış. Benim işim bitti, anneme teslim ettim kavanozlara koysun diye. Artık bundan sonrası onun işi.
16 Ağustos 2012
Küçücük alanda
Yazın daha iyi besleniyorum, bu kesin. Bir minik bahçe bana ne çok mutluluk yaşatıyor. Bir salatalığı dalından koptuktan üç dakika sonra yemek, sıkış tepiş dalların arasından kızarmış, hatta çatlamış pembe domatesler bulmak, kabı elime alıp salata için bolca semizotu (çünkü ben yazın toprak olan her yerde Omega-3 görüyorum!), az biraz maydanoz (ahhh ahhh, bu yaz maydanozlar bana küs), yeni büyümekte olan rokalardan (hem de seyreltmiş oluyorum), ipecik, kadifecik marullardan toplayıp salatamı yapmak... Sonra bedenimi çalıştırmak, ot yolayım, bahçe sulayayım bahanesiyle. Mesela bugün, bahçeyi otlardan arındırıp (salatalıkların altındakileri yolarken nerede salatalık var onu da gördüm, işte o üç dakika içinde yediğim salatalığı da böyle buldum) suladıktan sonra oh be dedim, bugün yemeğimi hak ettim. Alnımın teri aktı toprağa, elimin tersiyle sildim. Pek bir gururlandım. Bugün işe yarar bir şey yaptım. Bahçe hala deli kızın çeyizi gibi ya olsun ne gam. Ben iki salatalık, iki domates, üç beş biber kopardım, koca bir tas salatalık malzeme çıkardım, hatta kaynattığım salçayı da bahçenin ortasına, en güneş alan yere yerleştirdim. Bugün yastığa başımı koyarken daha bir içten şükredeceğim sanki. Gerçi ne kadar minnet duysam az ya.
21 Temmuz 2012
Yaz gelmiş
Ben galiba yazın geldiğini ancak Burhaniye'ye geldiğimde anlıyorum. Deniz burnumun dibinde olduğunda; dalından domates biber topladığımda; bahçeden ot yolup "oh, güzel oldu dediğimde"; kahvaltılarımız iyice renklendiğinde (hoş Antalya'dayken de renklendirmiştim ya); sabahları süt alabilmek için Zübeyde'nin yolunu gözlediğimde; pazartesi sabahları erkenden uyanıp pür telaş pazara gitmek için hazırlandığımda; haftalık börek seansım için pazar öncesi börekçime gidip 1.5 tl'lik börek istediğimde; böreğimi alıp 50 kuruşa çay veren çaycıya gittiğimde; kahvaltımı edip pazara yürüdüğümde; önce Burhan'la Fatma'yı ziyaret edip onlarla hoşbeş edip, ne getirdilerse aldıktan sonra diğer tezgahlara seyirttiğimde; eli kolu dolu bir şekilde pazardan dönüp onlara sevgiyle baktığımda; içme suyumu kasabadaki çeşmelerden doldurduğumda; öğle yemeğinden sonra kısa bir şekerleme yaptığımda; rüzgarın sesi Ağustos böceklerininkine karıştığında; yürümem lazım, yüzmem lazım, güneşe çıkmam lazım diye içim içimi yediği halde bilgisayar başında çalıştığımda anlıyorum.
19 Haziran 2012
Yazın neşesi: Domates

12 Haziran 2012
Ekmek terapisi

04 Haziran 2012
Kuşkonmaz aşkına

23 Mayıs 2012
En basitinden bir akşam yemeği
Bazı insanlar aynı anda bir sürü işi, aynı beceriyle, aynı titizlikle yapar ve hepsinde de başarılı olur. Hayranım öyle insanlara da ben onlardan biri değilim. Bir işe konsantre olunca diğerlerine üvey evlat muamelesi yapabiliyorum. Hoş blog yazısı yazmak işten sayılmaz ama işte ben öteki işlerime yoğunlaşınca onu unutuveriyorum. Unutmuyorum aslında. Hep aklımda ama gelin görün ki yolculuklar arasında onu hep öteleyip duruyorum. Bu sefer dedim tamam, döner dönmez hemen yazacağım. Hatta sabahın kör karanlığında (karanlık değildi de hakikaten erkendi. İnsan sabah 8'de pazara gider mi? Gittim) pazara doğru yürürken acaba ne yazsam diye düşündüm durdum. Bir geldim ki dolap tamtakır. Ben yokken annem pazara gitmiyor. Nasılsa kızım gelecek, o pazara gidip alışveriş yapar diye düşünüyor herhalde, her seferinde dolabı boş buluyorum. Sevmiyorum herhalde boş dolap, gelir gelmez dolduruyorum. Bugün de öyle oldu. Planda yoktu ya aldım da aldım. Yazlıklar çıkmaya başlamış artık. Yaşasınnn. Özlemiştim onları. Serada yetiştiği için yasaklar listesine giren yaz sebzeleri yavaş yavaş mutfaktaki yerini alacak. Seviyorum onları ne yapayım. Ama yaz gelince seviyorum. Neyse, ne diyordum, bir sürü şey aldım. Bir pazarcı teyzem vardır, aman bir çene bir çene. Her hafta yakalar, bir şeyler almadan bırakmaz. Bu sefer köy yumurtalarımı ondan aldım. Enginarcım her zamanki yerinde. Emekli komiser var bizim, o soyuyor. (Tezgah Mustafa'nın.) Limon tuzlu suya daldırmıyor benim enginarları. Tembihli çünkü. Bir limon veriyorum, sadece limon sürüyor soyduğunda. "Bak," dedi, "böyle enginar yemedin bu sene. Çok beğeneceksin." "Sağol, varol, ellerine sağlık," dedim. Enginarları son zamanlarda yaptığım gibi sadece taze soğanla pişirdim. Bir kaseye ondan koydum. Taze kelle soğanlardan dilimledim iki tane, çok çok az sade yağ ve biraz suyla onları pişirdim, bir yumurtayı çırpıp üzerine ekledim. Çıtırların üzerine pay edince pek güzel göründü gözüme. Hadi dedim üzerine bir dal maydanoz koyayım, süsleyip püsleyip fotoğraflayayım. İşte böyle yandaki arkadaşın hikayesi. Başlık her şeyi anlatıyor zaten: En basitinden bir akşam yemeği. Basit ama çok leziz. Soğan tazeyken daha mı lezzetli oluyor ne? Uzunca, kısık ateşte piştiğinden tatlanmıştı da. Doyamadım. Yarın akşam yine yaparım belki.
06 Mayıs 2012
Anadolu'nun en güzel kasabalarından biri: Göynük
Son çekim gezimizi tamamlayıp eve döndüm. Biz daha dönmeden ilk bölümümüz yayınlandı bile: Göynük. Bolu'ya bağlı, Mudurnu ve Taraklı'ya komşu güzeller güzeli bir kasaba. Göynük'ü de Göynüklüleri de çok sevdim. Sağolsun Salim abiyle eşi (Göynük bölümümüzü izlediyseniz veya bu akşam izlerseniz onu göreceksiniz) yine gelin dediler. "Bak," dedi Salim abi, "alt kat boş, gel kal." Dedim öyle düğün falan olursa haber verin o zaman geleyim. Pek güzel olurmuş Göynük düğünleri ya kısmet olmadı birini görmek. Hacı Ali Paşa Konağı'nda kaldık. Ben Göynük'te tüm yemeklerimi programda izleyeceğiniz (ya da izlediğiniz) Lalezar'da yedim. Ali Okan Altıntaş öyle özenli ve dikkatli bir işletmeci ki. Biraz salata, az baklagil, biraz da sebze veya salata... Öğle ve akşam yemeklerim böyleydi. Çekim için özel olarak hazırlattığı resimdeki bu muhteşem tatlıya, su böreği ve keşli cevizli erişteye dayanmak nasıl zor geldi anlatamam. İnsanın böyle gezilerde diyette olması çok zor. Hele de bol tereyağlı keşli cevizli eriştenin yapımını izleyince aman aman dedim yesem bir türlü yemesem bir türlü. Tabii biraz yedim. Tatmamak olmaz. Tatlı da nasıl leziz, nasıl çıtır çıtır, incecik hamurlu anlatamam. Sadece bir tane yedim (yoksa iki mi?) sonra karşılıklı bakıştık durduk. Neyse ki irademe sahip oldum ve hiç birini abartmadım. Sonuçta eve kilo vermiş olarak dönüverince bir mutlu oldum ki. İzlemek isterseniz Göynük bölümümüz bugün (6 Mayıs pazar) 19:15'te, Kanal 24'te. (Bugün izleyemezseniz de tv arşivi sitesinden izlemeniz mümkün.) Star gazetesinde de Finlandiya'nın Turku kentinde gezdiğim çok özel iki müzeyi anlattım bu hafta. Şu linkten okuyabilirsiniz. Arayı açıveriyorum bu ara, düzenli yazamıyorum biliyorum ama yollardayken hakikaten çok zor oluyor. Güzel bir hafta dileğiyle sevgiler hepinize.
23 Nisan 2012
Dört benzemez biraraya gelip de
Yani şimdi siz bana söyleyin, dört benzemez biraraya gelip de işveli bir lezzete dönüşebilir mi? Haksız mıyım söyleyin allahaşkına. Roka, taze iç bakla, çilek ve hellim. Dört benzemez değil mi? Pekala da hoş bir tada dönüşebiliyormuş. Gelelim bu benzemezlerin buluşma öyküsüne. Efendim bir gün... Diye başlamayacak bu hikaye. Özetle söyleyeyim, tamamen tesadüf eseridir. Yani dün sabah hellim kızartmasam ve fazla yemeyeyim diye kızarttığım üç dilimin birini baştan kenara ayırmasam zaten hellimin diğer üçüyle buluşma olasılığı yoktu. Önceki gün pazardan aldığım iç baklaların zarları çıkmış, öylece orada bekliyor olmasalar, onun da diğerleriyle buluşması olasılığı düşük olacaktı doğrusu. Çilek, peki onun ne işi var? Her zaman çilek aldığım pazarcım her zaman olduğu gibi seçtirmiş olsaydı, aman bunlar daha olgunlaşmamış diye farklı bir yerde değerlendirme gereği duymayacaktım. Rokalar da iki gündür dolapta bekliyordu ve ben kırmızı fasulye salatasını normal öğle salatama tercih etmemiş olsam onlar da zaten kullanılmış olacaklardı. Yani anlayacağınız, buluşmaları bir tesadüf eseridir. Böyle biline.
Not: Üç haftadır pazar günleri Star gazetesinde gezi yazılarımla yer alıyorum, buradan duyurmaya bir türlü fırsat bulamamıştım. Bu yazıları okumak isterseniz;
Paris:
http://www.stargazete.com/pazar/parisi-parisien-gibi-gezmeli-haber-441438.htm
Chiang Mai/Tayland:
http://www.stargazete.com/pazar/bastan-basa-cicek-ve-yemek-sehri/haber-541021
Güney Afrika:
http://www.stargazete.com/yazar/tijen-inaltong/pazar/ozel-bir-dogum-gunu-partisi-safari/yazi-548636
18 Nisan 2012
Japon diyeti

12 Nisan 2012
Baharı kucaklamak

29 Mart 2012
Tatlı ekmek

26 Mart 2012
Ben geldim

27 Şubat 2012
Bir küçük veda

15 Şubat 2012
Bir gün yani bugün

26 Ocak 2012
Hadi gelin bugün uzaklara gidelim

18 Ocak 2012
Evde yoğurt yapımı

Hep evde yoğurt yapmanın erdemlerinden bahsedeyim istiyorum ama her seferinde unutuyorum. Ya da önemsiz mi buluyorum ne? Oysa ev yoğurdu gibisi yok. Hele de hazır yoğurtların hepten bozulduğu, yoğurttan başka her şeye benzediği bir dönemde. Adam gibi gerçek süt bulabiliyorsanız benim gibi porsiyonluk kaplarda (fotoğraftakileri çok seviyorum, mor kapaklı yoğurt kaplarım benim) mayalayın yoğurdunuzu. Ben sütü kaynatır kaynatmaz kaplara pay ediyor, parmağımın ucunu sokup yanmadığımda (ama sütün ısısı hissedilmeli) ılık sütle seyrelttiğim yoğurdu pay ediyor, güzelce karıştırıp kapaklarını kapatıyor ve uyumaya bırakıyorum. Üzerine battaniye örtüyorum tabii. Süt sıcakken kaba konduğunda kolay kolay soğumuyor. Mayalanma süresi sonunda (7 saat bekletiyorum) kaplar hala ılık oluyor. Sonra kapaklarını açıp biraz oda sıcaklığında bekletiyor, kapatıp dolaba diziyorum. Her gün bir kase. Ohhhh var mı evde olmak gibisi! (Bu hafta Adana bölümümüz yayınlanıyor, hatırlatayım. Çarşamba 20:00'de, tekrarı pazar 19:15'te, Kanal 24'te.)
09 Ocak 2012
Kadıköy'den bir lezzet mabedi

03 Ocak 2012
Günün güzelliği
Çarşamba notu: Aşağıda gördüğünüz fotoğrafı dün çekmedim, not etmeyi unutmuşum. Bu muhteşem kabakları ve diğer olağanüstü güzellikteki sebzeleri bu akşam Sarıyer'de çektiğimiz bölümde izleyebilirsiniz. Artık Tak Sepeti Koluna için yayın bilgilerini sağ tarafa koyuyorum, oradan takip edebilirsiniz. Veya yine yanda linki olan Facebook sayfamızı beğenirseniz gelişmelerden düzenli olarak haberdar olabilirsiniz. Teşekkürler!
Sabah yatakta bugün günlerden ne diye düşündüm. Perşembe? Değil. Çarşamba? Değil. Salı? Eveeet. Bugün pazara gideceğim ben. Hemen öncesinde offff... duygusu varken üzerimde, pazara gidiyor olmak birden neşelendirdi, hafifletti. Üstelik bir de Tevfik ustaya gidecektim, börek yemeye. Önce bir güzel böreğimi yedim (kahvaltım oldu yani), sonra pazarın cümbüşüne daldım. Dönerken hesap yaptım, pazarda tamı tamına 50 tl harcamışım. Önce çok gibi geldi. Sonra aldıklarımı düşündüm. Yok canım, çok değil. İlk satın aldığım şey üç demet nergis idi. Hemen ilerisinde yaşlı mı yaşlı bir teyze katmerlisini satıyor ama bir demet kalmış. Onu da aldım. Her zamanki elmacımdan elma ve Ankara armudu, onun yanındaki satıcıdan yerelması ve mandalina, biraz ilerdeki otçumdan turpotu, marul, su teresi. Biraz daha ilerledim, alıştığım satıcıların yanına gideyim diye. Pazarda gözleme de yapan hanımdan 5 köy yumurtası ile 2.5 litre süt, bakliyatçı amcadan yarımşar kilo yeşil mercimek ve buğday ("dirgitlik mi kızım?" diye sordu, evet dedim. Yani tam buğday), son gidişimde keşfettiğim muzcudan bahçe muzu (1.2 kg kadar), annemle paylaşırız diye 1.5 kilo körpecik pırasa, karşısındaki satıcıdan iki demet pazı, annem kahvaltıda seviyor diye etli kırmızı biber, kışın tek yediğim sera ürünü kiraz domates, çorbalık diye bir dilim balkabağı. Başka? Bir başka satıcıdan maydanoz, taze soğan, roka ve tere. Bir de yarım kilo tuzsuz kabak çekirdeği. Galiba hepsi bu kadar. Pazardan gelip önce sütü kaynattım. Yoğurdumu mayalayıp kalanıyla sütlaç pişirdim (içine vanilya çekirdekleri ve şeker yerine bal koyarak), turpotlarını yıkayıp haşladım, biraz mercimek ayıklayıp önceden aldığım ıspanak köküyle pişirdim. Maraş'tan getirdiğim sumak ekşisinden ekledim ki hafif ekşi olsun. Salata malzemelerini yıkadım. Saat oldu 2, ben daha yeni oturdum. Biraz nefesleneyim, yemeğimi yiyeyim. Gözlerinizi de daha fazla yormayıp sizi gününüzle başbaşa bırakayım, bugün çok güzel bir armağan almanızı dileyerek. Mutlu günler!

Kaydol:
Kayıtlar (Atom)