30 Ağustos 2010

Bir tencerede iki yemek

Bir tencerede iki yemek deyince hani üstüste konan ve birbirinin buharını kullanarak yemek pişiren tencerelerden birinden bahsedeceğimi mi düşündünüz yoksa? Hayır bende o tür alengirli aletlerden yok. Normal bir çelik tencerede pişirdim. Biber dolması ve patlıcan yemeği. Aynı anda. Bilmem burada hiç bahsettim mi, biber dolması yaptığımda dibine kabak doğrarım genelde. Böylece hem boşlukları doldurmuş olurum, hem biberler dik durur, hem de dolmanın yanına biraz da kabak yemeği koyma şansı bulurum. Son sefer kabak yoktu evde, havuç kullanmıştım. O da fena değildi gerçi ya bu seferki dolma zamanında (bu tarifi hepiniz biliyorsunuzdur, çiğden dolma bu. Soğan ve domates rendeliyorum, üzerine bir bardak yıkanmış pirinç, bol maydanoz, az zeytinyağı, tuz ve karabiber. Hepsini karıştırıp biberlere dolduruyor, üzerlerine domates kapatıp tencereye) evde ikisi de yok. Peki ne var? Patlıcan var. Neden olmasın? Patlıcanları küp küp doğrayıp tuzlu suda bekletip sıktım, acı suyu gitti. Soğanları yarım halka halinde doğradım, bol sarımsak, biraz domates ve patlıcanlar. Biberlerin aralarındaki bütün boşlukları doldurdum, suyunu, tuzunu, yağını ekledim, üzerine de bir kapak kapatıp doğru ateşin üzerine. Herhalde hayatımda yediğim en lezzetli dolma ve en lezzetli patlıcan yemeğiydi bu. Yani tabii patlıcanların biri bahçeden, öteki Fatmaların bahçeden. Onun da etkisi vardır mutlaka!

26 Ağustos 2010

Ve salça zamanı

Geçen gün Beste'nin sitesinde muhteşem domates resimleri vardı gördünüz mü? Bahçesinde yetiştirdiği değişik türden domatesleri görünce hayran kaldım. Ah dedim seneye ben de yetiştirebilsem böyle domatesler. Sonra aklıma bu fotoğraf geldi. Taaa dört yıl önce, Maya'cığım henüz altı aylıkken onu görmeye gittiğimizde New York'taki pazarlardan birinde çektiğim bu fotoğrafı ne de çok sevmiştim. Aradan geçen yıllarda Maya'cığım büyüdü, serpildi, çok özel, çok güzel, çok uyumlu bir çocuk oldu. Hatta öyle tatlı oldu ki, ondan ayrılmak iyice zor gelmeye başladı. Şimdilik internet görüşmelerimizde birbirimize mektup yazıp sevgi ve özlem ifade etmekle yetiniyoruz. Kışa kadar bu böyle devam edecek. Şimdi salça zamanı. Pazartesi günü tarhana malzemeleriyle birlikte salça malzemelerimi de aldım. Geçen yıl keşfettiğim ve bugüne kadarki en kolay (ve en lezzetlilerden biri) olan yöntemi uyguladım. Annem işin yarım saatte bittiğini görünce şaşırdı, bu kadar basit miydi dedi. İşlem o kadar kolay ki: Eşit miktarda domates ve kırmızı etli biberi irice doğrayıp (domateslerin kabuklarını soymadan, sadece sap kısmını kesip biberin de saplarıyla çekirdeklerini çıkarıp) koca bir tencereye koyuyoruz, bol da kaya veya deniz tuzu atıp kaynatıyoruz. Yumuşasınlar yeter, suyunu çektirmeye gerek yok. Ezilir hale geldiklerinde de el blenderiyle püre haline getiriyor ve tepsilere alıp üzerine bir tülbent örtüyor, güneşle buluşturuyoruz. Günde 2-3 kere karıştırıp üzerinin kabuklanmasını önlemek lazım tabii. Suyunu çekip katılaştığında da kavanozlara pay ediyor, üzerlerine zeytinyağı gezdirip kapaklarını kapatıyor ve kış yemeklerini tatlandırmak için dolaba koyuyoruz.

24 Ağustos 2010

Yeniden tarhana

Önce bir özür: Geçen hafta bilgisayarım intihara teşebbüs ettiği için onu hastaneye yatırmak zorunda kaldım. Arasına 160 tl sıkışmış, bu zor zamanda onu ödedik mecburen. Parayı ödeyince kendine geldi bizimki ve kavuştuk birbirimize. Ah benim nazlı sevgilim, seni ne çok seviyormuşum meğer. Sen benim elim ayağım olmuşsun. Sensiz ne yapacağımı bilemedim. İşlerim yarım kaldı, verilen sözler tutulamadı. Hal böyle olunca ne yorumlarınızı yayınlayabildim ne de yanıt verebildim. Elimizde olmayan nedenlerden ötürü idi, bilgisayarım ve ben sizden özür dileriz.
*
Ve yeniden tarhana. Bu fotoğraf geçen senekinin son hali. Sevgili Münevver'ciğim sağolsun, annesi ve ablasını anarak onların tarhana tarifini uygulamıştım. Öyle güzel olmuştu ki, afiyetle yemiştik. Hatta azar azar tattırdığım arkadaşlarım da çok beğendiklerini, pişirmeden kaşık kaşık yenebileceğini söylemişlerdi. Bu yıl da artık zamanı geldi deyip dün pazardan malzemeleri aldım ve Münevver'i arayıp (bilgisayarım hastanede olunca bilgilere de ulaşamaz oldum tabii) ondan malzeme listesini istedim, yine koca tencereye domates, soğan, biber ve nohutları (haşlanmış) koydum. Yoğurdumu süzülmeye bıraktım. Unumu (üçte biri kavılca unu), mayamı, tuzumu hazır ettim. Leğenimi yıkadım, üzerine örteceğim çarşafı suya bastırıp deterjan kokusunun gitmesini bekledim. (Ben ne kadar rahatsız olursam annem de o kadar sever deterjan ve yumuşatıcı kokularını!) Malzemeler pişti iyice, suyunun çoğunu çekti. Ateşten alıp el blenderinden geçirip püre haline getirdim. Birazcık soğuttum ama sabrım yoktu herhalde iyice soğumasını bekleyemedim. Un nasılsa sıcaklığını alır dedim ya hata ettim, bile bile. Hepsini karıştırıp güzelce yoğurdum. Üzerini kapattım. Akşam kabarmıştı kabarmasına ya geçen yılki gibi delice bir kabarma değildi. Sabah kalktığımda da çoğu sönmüştü. Paniğe kapıldım. Münevver'i aradım, böyle böyle, hata ettim acaba bugün çok az unla maya mı eklesem diye. O da emin değildi doğru yolun ne olacağından ancak ona da mantıklı geldi bu fikir. On gramlık bir kuru maya paketini (instant maya) az unla karıştırıp serpeledim, yeniden yoğurdum. Bakalım kurtarabilecek miyim? Sevgili tarhana ustaları, sizin başınıza böyle bir şey geldi mi? Geldiyseniz ne yaptınız? Acaba gereksiz yere mi panik yaptım?
(Bu geçen yılki tarhana yazımın linki. Gün gün aşamalarını fotoğraflamış, burada paylaşmıştım:
http://mutfaktazen.blogspot.com/2009/08/tarhana-yapm-1-gun.html)

19 Ağustos 2010

Malzeme listesini görünce anlayacaksınız

Diyorum ya malzeme listesini görünce anlayacaksınız. Efendim hikayemiz şöyle başladı: Her zaman olduğu gibi yarım kilo lor aldım bizim Gediz Mandıra'dan. Yarısını kurabiyeye kullanacağım yarısıyla da otlu kahvaltılık lorumuzu hazırlayacağım. Ancak kahvaltılık olanının tuzunu fazla kaçırmışım. Taze soğanı da biraz fazla kaçınca kurabiyelik lordan tırtıklamak zorunda kaldım. Loru azalmış, unu azalmış bir kurabiye nasıl olacak? Ordan burdan malzeme eklenecek. Listesi tam bir ucube ama sonuçta ortaya çıkan lezzet pek bir hoş oldu. Lor 200 gram kadar olunca içine 2 kaşık da yoğurt ekledim. Bir tane yumurta, 50 gram beyaz un, 50 gram kavılca unu, 50 gram yulaf ezmesi, 50 gram da buğday nişastası bir çay kaşığı karbonatla buluştu. Bal miktarı aynı, 3 çorba kaşığı. Dört çorba kaşığı da kuru üzüm. Yoğurdum. Biraz cıvık oldu. Ayşen, "neden tart gibi tepsiye yaymıyorsun," dedi. Olur dedim. "Üzerine de bademlerin kabuklarını soyalım, koyalım" dedi. Seni mi kıracağım dedim. Tart kalıbına yaydım, elimi ıslatıp bir güzel bastırdım. Baklava şeklinde dilimledim, her dilimin üzerine bir yarım badem iliştirdim ve 170 derecede ısıttığım fırına itiverdim. Sonuç pek güzel oldu vallahi. Nicedir burada tatlı matlı tarifi vermemiştim, bütün aksiliklere rağmen bir fotoğrafını çekip bloga koyayım istedim. Pek güzel bir fotoğraf değil farkındayım ya...

16 Ağustos 2010

Ada demek ne çok şey demek

Ada demek üzüm demek. Çavuş demek, bağ demek, bağbozumu, şarap yapımı, tadımı, alışverişi demek. Rüzgar demek. Çünkü ada rüzgarsız olmaz. Rüzgar yoksa şaşkına döner adalı. Oraya buraya serpilmiş evler demek. Rüzgarın yönüne göre seçilen koylar demek. Ayazma demek, Ayazma Şenliği demek, bahar demek, yaz demek, kış demek... Dostluk demek asıl. Dostlarla Habbele'de, Nu 24'te, kahvaltı etmek demek. Sonra yıldız terasında oturmak, oturup kayan yıldızları seyretmek, seyretmeye durur durmaz dilek tutmak demek. Hani o dostlarla kahvaltı var ya, işte o kahvaltılarda bir türlü doymamak demek. Doysan da birileri yemeye devam ediyorsa yemeyi sürdürmek demek. Ardından kahvaltının, Türk kahvesiyle ev yapımı likör içmek demek. Biri likörlerin, vişneden. Geçen seneden kalma. Diğeri ise bu yıl yapılmış. Karaduttan. Ada demek dünyanın merkezinde, yani çınaraltında oturmak demek. Çay içmek, sohbet etmek, etrafı seyretmek demek. Cahit amcayı aramak, görürsen mutlu olmak, göremezsen iyiliği için dua ettiğini söylemek, bir dahaki sefere buluşmayı dilemek demek. Vitamin Büfe'de "ada tostu" yemek demek. İçinde kekik, zeytinyağı, domates, beyaz peynir... Of ki ne of. Koşa koşa arabalıya yetişmek demek. Güverteye çıkıp yüzünü rüzgara vermek, tostunu çay eşliğinde yemek, adada kalanlara el sallamak, sonra yine gelmeyi dilemek demek. Adada geçirilen her gün, daha önce geçirilen günleri anar insan. Her gün, başka günleri çıkarıp getirir anıların bulunduğu yerden. Her ayrılışta, hüzün dolar için. Adayla arana deniz girer, uzaklaşırsın. Yitip gider gözden ada, adadaki sevdiklerin, tadı damağında kalan kahvaltılar, dostların arkandan oynadığı harmandalı. Bir sürü fotoğraf karesi zihninde. Gülümseten.

09 Ağustos 2010

Aygünaşıkları

Bu sabah 8:20 gibi dolmuşa binmek için site dışında beklerken bizim sitenin girişinde oğluyla sebze satan teyze geçti önümden. "Ah," dedi, "çok sıcak. Geceleri uyunmuyor. Yine uyumadım dün gece, cevizin altına gidiyorum biraz uyuyayım diye." Dün gece biraz daha iyiydi dedim. Poyraza döndü çünkü. Nem azaldı. Elimde pazar çantam, domates sepetim, incir kabım, yumurta kabım, yıkanmış poşetlerim. Kirli çıkı dediklerindendim. Önce kahvaltı tabii, eskiden çınaraltı olan (ağız alışkanlığı hala öyle diyoruz), şimdilerde şemsiyeler altında oturulan çay bahçesine gittiğimde 3 nesil, 3 kadın gördüm. Anneanne, anne ve kızı. Çantadan bir kap çıkardılar, sonra mavi plastik tabaklar, kaşıklar, çatallar. Kaptan da haşlanmış yumurtalar, doğranmış dereotu ve maydanozlar, sandviçler... Bakakaldım. Nicedir böyle özenli hazırlık yapmamıştım, onu farkettim. Oysa ben de eskiden benzeri şekilde çantalar hazırlardım. Yolculuklara, pikniklere, çay bahçesinde yapılan kahvaltılara. Yaşama karşı özensizleştim gibi geldi onları görünce, içim burkuldu. Zaman hızlı akıyor diye mi, yaşlanıyorum diye mi? Neden? Bu sabah bunları düşündüm işte. Fatma'yla Burhan güzelim aygünaşıkları getirmişler bugün. Baktım bizim Ayşe'yle annesi alıyor koca koca başları. Günaydınlaştık, hoşbeş ettik. O da ne, susuz yetişen domateslerden getirmiş Fatma. İki kasacık. Hemen sepetime onlardan doldurdum. Sonra bir komşumuz geldi, ay ne şirin bunlar deyince dedim bunlar susuz yetişti, alın bakın bayılacaksınız. Öbürlerini yiyemeyeceksiniz bu lezzeti tadınca. Ancak alışkanlık haline gelmesin, gerisi yok çünkü. Sonra önceki haftalarda "kamber" biber (buralarda domates biberi diyorlar) getiren teyzeciğe uğradım, yayladan mısır getiren adamla sohbet ettim, güleryüzlü pazarcımdan "eşek zeytini" aldım, incirdi, bamyaydı, içlenmiş börülceydi, bostan patlıcanıydı derken çantam doldu, baktım saati de gelmiş, koşa koşa durağa gittim. (Fatma'cığım kulakların çınçın öttü mü, bak aygünaşığı dedim. Sen öğretmiştin bana bu güzel adı. İyi ki seni tanımışım güzel arkadaşım. İyi ki.)

03 Ağustos 2010

Rügzarlı bir yazı

"Çok sıcakladım biri bana rügzar yapsın," diyor Maya. Bir yandan da o güzel saçlarını savuruyor, eliyle serinlik yapmaya çalışıyor. Bitmiş durumdayız sıcaklardan. Ne soğuk sodalar kar ediyor, ne deniz, ne duş. Rügzar lazım bize, Maya'nın deyimiyle. Bayılıyoruz o ne dese. Dilimize pelesenk ediyoruz hemen. "Ne mazan" diyor mesela, ne zaman diyeceğine. "Cavanar" diyor canavara. "Komacan" oluyor kocaman onun dilinde. Bugünlerde bizim mutfak iyi çalışıyor. Her gün yeni bir şeyler yapıyorum, aslında birbirinin aynısı sebzelerle. Eldeki malzeme belli, patlıcan, kabak, biber, fasulye, barbunya, börülce ve tabii ki bol domates. Domatessiz olmaz. Her hafta 4-5 kilo yemeklik, 3-4 kilo da kahvaltılık domates tüketiyoruz. En az iki kilo da kuru soğan. Salatalıklar acı çıktı mı çok bozuluyoruz. Biberler zaten bahçeden. İpek gibi marullarımı koparıyorum, seve okşaya. Her akşam koca kaselerde salatalar yapıyoruz. İçlenmiş taze börülceler hafiften haşlanıp muhteşem lezzetleriyle arz-ı endam ediyorlar sofrada. Bu sefer değişiklik olsun diye içine dövülmüş cevizle rendelenmiş keçi peyniri ekliyorum. Kırmızı biberleri közleyip peynirli harçla sarıyorum, atıştırmalık oluyor, sofraya renk katıyor. Minik salatalık dilimlerinin üzerine yeşilliklerle karıştırdığım lordan koyup üzerine de miniminnacık birer domates parçası ekliyoruz Işıl'ın annesiyle. Veya önceki günden kalan simitleri incecik halkalar halinde kesiyor, üzerlerine kurutulmuş domatesle (tabii ki ben kurutmuştum) hazırladığım muhammaradan sürüyor, üzerlerini bir maydanozun en minik yapraklarıyla süslüyoruz. Patlıcan kumpir yapıyorum, sevgili ilk kitabım Mevsimlerle Gelen Lezzetler'deki tarife bakarak. Yıllar, yıllar önce Bodrum'da yemiştim bir benzerini ve kendi alternatifimi üretmiştim. Nicedir pişirmemişim, unutmuşum. Bahçedeki patlıcanlardan da ekliyoruz közlemeliklere. Işıl sarımsaklı yoğurtluyor bir sonraki gün. Taze patateslerle bol yeşillikli, peynirli patates salatası yapıyoruz bir akşam, balığın yanına. Pazarda bulduğumuz iri mi iri bamyaları kızartıp domatesle sosluyoruz. Kalanı da bir öğle yemeğinde spagettiyi boyayacak, o kıpkırmızı rengiyle. Sevgili Bedriye'yi anarak "kabbar" hazırlıyorum, kabakları soğanla kavurup süzme yoğurt ve cevizle buluşturarak. Bir sonraki kabaklı lezzetimiz ise çiğ kabak salatası. Bir de Karaburun'daki dostlarımı anarak "Negerek böreği" yapayım diyorum, yine körpecik kabaklar bulursam. Yaz bütün letafetiyle sunuyor tüm renklerini. Maya terliyor, annesi terliyor, babası terliyor, halası, babaannesi, anneannesi, dedesi... Hepimiz terliyoruz ve rügzarı bekliyoruz. Gelsin ama öyle hemen gitmesin. Gelsin serinletsin, yüreğimize su serpsin istiyoruz.