30 Ekim 2009

İç açıcı bir kartpostal

Bu kart geçenlerde elime ulaştı. İsveçli bir arkadaşımdan. Ne güzel değil mi? İnsana yaz mevsimini anımsatıyor. Deniz kenarında olmayı, muhteşem sofralar donatmayı, dostlarını ağırlamayı arzulatıyor. Ben bir yerlere gidemesem de bu ara, dünya bana gelmiş oluyor kartpostallarla. Ne hoş bir duygu! Öte yandan bu koltuğa yapışmışlık halimden, yollara düşememezlikten bunalmış durumdayım. Ne çelişki. Deşecek değilim şuncacıkta bu duyguları. Onun yerine bir kaç not paylaşayım istedim:

* Çocuğunuz var mı? Şöyle ilkokul çağında? Okumayı seviyor mu? Öyleyse tam ona göre bir kitap var elimde: Karganin Rengi. Yazarı daha önce de Limon Ağacının Şarkısı adlı kitabını tanıttığım Arslan Sayman. Çizen de çizgilerine hayran olduğum, bir kitabımı resimlemesini arzu ettiğim Deniz Üçbaşaran. Malum kitap fuarı başlıyor, belki bir çocuğu bu kitaplarla mutlu etmek istersiniz diye düşündüm. Ben bu yıl yine kaçırıyorum fuarı. Olur da yolunuz düşerse benim için de dokunun kitaplara.
*
Kış havasına girdik ya, ben yine incirli-elmalı, yağsız-şekersiz kekime dadandım. Elma miktarını biraz artırdım bu ara. Pazardan alıp da meyve bolluğunda yiyemediğim bol elmam vardı. İçine Finlandiya'dan hediye gelen müsliden de ekliyorum. (Süt pek içemediğim, yoğurtla da sevmediğim için müsli tüketimim çok düşük.)
*
Domuz gribi haberlerinden de gelen uyarı e-postalarından da usanmış haldeyim. Korku cumhuriyetleri yaratmakta insanoğlunun üzerine canlı yok. Hangi hayvan domuz gribi endişesiyle yaşıyor allahaşkına? İki sene önce de kuş gribi vardı. Seneye ne gribi çıkacak acaba? Hayatımızı endişeyle geçirelim istiyor birileri. Ama bir tanesi -nasıl olduysa okudum- çok basit bir uyarı içeriyordu: Ağız ve burnu günde en az bir kere tuzlu suyla temizlemek. Hintli bir doktordan bu öneri. Ben bugün başladım. Tüm gripler, mikrop ve virüsler için faydası olur belki. Hiç bir şey olmasa denize girmiş hissi veriyor sudaki tuz. İnsana -dolaylı da olsa- bir nebze huzur veriyor.
*
Televizyondaki bazı reklamlara fena halde sinir oluyorum. Hele bir de insanların sağlığını (tek başına değil tabii ya) bozan ürünlerden birini üreten bir firmanın (pek çok uzmanın o boyalı gazozlardan kaçınmamız gerektiğini söylediğini sadece ben duymuş olamam) doğa ve insansever kesilip vakıf kurmasına ve reklamlarla projeleri insanın gözüne sokmasına ne kadar kızdığımı anlatamam. Günah mı çıkarıyorlar diyesim geliyor ya değil tabii. Bu da reklam yapmanın bir yolu. İnsaların duygularıyla oynayarak daha çok kazanmak. İyi ki reklamcı olmamışım. Nasıl huzurla uyurdum bilemiyorum. Ha bir de neden kalbimin sağlıklı olması için margarin yiyecekmişim? Bir allahın kulu çıkıp bana anlatırsa çok sevaba girecek.
*
Vişneli turtalı sabunu duydunuz mu? Nedir bu "her yere bir gurmelik" sokuşturma merakı? Bakın bunu da anlayamıyorum. Gurme sözcüğü zaten tüylerim diken diken ediyordu şimdi saçlarım da dimdik!
*
Biliyorum huysuz bir yazı oldu bu ama bugünlerde paylaşmak istediğim çok huysuzluk birikmişti. İyisi mi bir kaç tane de güzel şeyden bahsedeyim:
Trt2'de pazartesi, çarşamba ve cuma günleri, 18:45-19:00 arası yayınlanan iyi yürekli bir program var: Bir Şey Yapmalı. Danışmanları üç sevdiğim insan: Oya Ayman, Uygar Özesmi ve Gizem Altın Nance. Daha "sürdürülebilir" bir yaşam için yapılabilecek ne varsa hepsi bu programda.
*
Ve bu da son:
Okumanızı çok, ama çok istediğim bir yazı. Prof. Dr. İlhan Başgöz'den. Gözleriniz yaşarmadan okuyabilirseniz helal olsun size:
http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalHaberDetay&ArticleID=961778&Date=30.10.2009&CategoryID=99

27 Ekim 2009

GDO’LAR BEBEKLERE YASAK, ANNE BABAYA SERBEST!

*** Yorumlarınızı yayınlayabilmem için lütfen adınızı belirtin! ***

Cartegena Biyogüvenlik Protokolü’ne taraf olan ve Meclisinde kabul eden Türkiye, son derece yaşamsal öneme sahip bir konuda gerekli yasal düzenlemeyi yaparak Ulusal Biyogüvenlik Yasası’nı çıkarmak yerine bir yönetmelikle GDO’ların ve ürünlerinin ülkemize girmesini meşru kılmıştır.

26 Ekim 2009 tarih, 27388 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren Gıda ve Yem Amaçlı Genetik Yapısı Değiştirilmiş Organizmalar ve Ürünlerinin İthalatı, İşlenmesi, İhracatı, Kontrol ve Denetimine Dair Yönetmeliğin insan yaşamı ve sağlığı, hayvan sağlığı ve refahı, tüketici çıkarları ve çevrenin en üst düzeyde korunması amacıyla hazırlandığı belirtilmesine karşın, getirilen düzenleme bunları sağlamaktan çok uzaktır.

GDO’ların insan sağlığı üzerine etkileri konusunda bugüne kadar yeterli araştırmalar yapılmamışken, hayvanlar üzerindeki olumsuz etkileri üniversite raporları ile ortaya konurken, biyoçeşitliliği yok edici etkileri pek çok araştırma ile ispatlanmışken yasa yerine bir yönetmelik çıkarılarak bu olumsuzlukları n giderilebilmesinin sağlanması mümkün değildir! Bu bağlamda tüketici sağlığını ve çevreyi korumak amacıyla gerekli tedbirleri almak görevi ve söz konusu gıda ve yemi piyasadan geri çekme zorunluluğunun “işletmeciye” bırakılması bu endişemizi haklı çıkarmaktadır!

GDO’lu ürünlerin bebekler için yasak, ancak anne ve babalar için serbest bırakılması toplum sağlığını ciddi tehlikeye atmaktadır. GDO’lar zararlı ve bu nedenle bebeklere yedirilmeyecek ise onu emziren ya da hamileliği esnasında karnında taşıyan annesine neden yedirilmektedir? Şayet GDO’ların hiçbir sağlık riski yok ise bebekler için neden yasaklanmıştır? GDO’ların hayvan denekler üzerinde yapılan denemelerde kan yapısını bozduğu, bağışıklık sistemini çökerttiği, sinir sistemini tahrip ettiği, organlarda küçülme meydana getirdiği ve sonraki nesillerde üreme yeteneğini bitirdiği bilimsel raporlarla kanıtlanmış durumdadır.

GDO’lu ürünlerde antibiyotik direnç geni kullanıldığı ve bunun da insan ve hayvan sağlığı açısından son derece zararlı olduğunu ülkemizde GDO’ya Hayır Platformu olarak yıllardır ifade ederken, biyoteknoloji lobileri ve onların temsilcileri bu ürünlerin hiçbir riski olmadığını söylemektedirler. Söz konusu yönetmelikte bu tür genleri içeren GDO ve ürünlerinin ülkemize sokulması ve piyasaya sunulmasının yasaklanmış olması platformumuzun bir başarısıdır, bu sonuç konuyla ilgili iddialarımızın ne denli doğru olduğunu göstermektedir.

Getirilen düzenlemeyle “GDO’suz ürünlerin etiketinde ürünün GDO’suz olduğuna dair ifadelerin bulunmayacağını n” belirtilmesi, düzenlemenin son derece taraflı ve yönetmeliğin kapsamı dışında olan bir uygulamadır. Hatırlanacağı gibi, Amerika’da bir biyoteknoloji şirketi, ürünlerine “GDO bulunmamaktadı r” yazan bir firmayı dava ederek kendi satışlarını düşürmekle suçlamış, bu uygulamanın yaygınlaşması için lobi faaliyetleri başlatılmıştır. Bu açıdan çıkarılan yönetmelik, ülkemizde bu uygulamanın doğrudan kabul edilmesi insan, hayvan ve çevre sağlığından çok biyoteknoloji şirketlerinin çıkarlarının kolladığını göstermektedir.

GDO’lu yemlerle beslenen hayvanların ve ürünlerinin de GDO’lu sayılması ve dolayısıyla etiketlenmesine ilişkin hiçbir maddenin yönetmelikte yer almaması da insan sağlığının hiçe sayıldığının en büyük göstergelerinden biridir!

Türkiye’nin hiçbir GDO’ya ve ürününe gereksinimi yoktur! GDO’lar açlığa çare değildir! Biyolojik çeşitlilik üzerine büyük bir tehdittir! GDO’lar tarım ilacı kullanımını artırarak hem toprağı hem de içme sularımızı zehirlemektedir! Ayrıca daha fazla kullanılan bu tarım ilaçlarını insan ve hayvan organizmaları na girmektedir! Çiftçileri dev biyoteknoloji şirketlerine bağımlı kılmaktadır!

GDO’ya Hayır Platformu insan, hayvan ve çevre sağlığını tehdit eden, kapitalist sömürü düzeninin gıda egemenliği üzerine kurgulanmış biçimi olan, sadece birkaç şirketin para kazanması için tüm bir insanlığın ve doğanın gözden çıkarıldığı GDO’lara karşı vereceği mücadelesini bundan sonra sokaklara, evlere, okullara, işyerlerine taşıyarak devam ettirecektir! Mücadelemiz başarıya ulaşıncaya, GDO’ları coğrafyamızdan atıncaya kadar devam edecektir!
http://www.gdoyahayir.org/

26 Ekim 2009

Hangi bahar?

Bahar gelmiş diyorlar, duydunuz mu?
Gemiden inerken gazeteciler görmüş.
Ne bileyim pek inanasım gelmedi.
Antalya bile karanlık bugün. Zaten
saatleri almışlar geriye geriye. Akşamüzeri
daha altı bile olmadan hava kararmış. Daha
bunun Kasım'ı var, Aralık'ı var. İçimizi
karartacak bunlar. Ah tabii şimdi oldu,
bahar dedikleri sonbahar. Hani şu yaprakların
döküldüğü, havanın insanı şaşırtıp durduğu,
pazarlara ayvaların, narların geldiği, sokaklarda
kestane kebapçıların türediği, şalların, hırka ve
şemsiyelerin çantalarda yer edindiği, özellikle de
akşam sofralarına çorbaların iyiden iyiye konuk olduğu,
serinletici içeceklere değil çaylara imrenilen
günlerdeyiz. İyi de kafam iyice karıştı.
Ben daha dün denize girmedim mi?
Kendimi güneşe vermedim mi?
Hayallerle yaşayacağız belli ki,
bahar kendini gösterene,
ağaçlara su yürüyene dek.

21 Ekim 2009

Çakıldaklı taze fasulye

Barbunyayla fasulyeyi birlikte pişirir misiniz? Çoook eskiden teyzem pişirirdi ikisini aynı tencerede. Neden bilmem, pek severdim. Taneli olmasından belki. Belki barbunyanın fasulyeye lezzet katmasından. Bizim evde pişmezdi. Bu yaz kaç kere birlikte pişirelim istediysem de annem bu fikre yanaşmadı. Sen misin istemeyen, ben de Antalya'da buluştururum ikisini dedim. Şimdi bağımlı hale geldim bu birlikteliğe. Yarım kilo fasulye, yarım kilo da barbunya alıyorum (kabuklu ağırlığı). Ayıklayıp domates, soğan, sarımsak ve zeytinyağı ilavesiyle pişiriyorum. Yağını her zaman az koyarım. Şimdilerde daha da az kullanır oldum (eh bir çorba kaşığı yağın kalorisi 120!) Antalya'da bu yemeğe "çakıldaklı taze fasulye" diyorlar. Kabuğuyla kurutulmuş fasulye ve kuru barbunyayla da pişiriliyor buralarda (o zaman adı "gabuklu guru" oluyor. Sevgili Gökçen Adar'ın araştırıp yazdığı Toroslar'dan Akdeniz'e Antalya Lezzetleri adlı kitapta var her iki tarif de. Bahaneyle kulaklarını çınlatayım dedim Gökçen beyin. Nicedir görmedim, özlemişim.
*
Dün Salı Pazarı'na uğramış, fasulye ve barbunyamı almış, hatta akşamına pişirmiş afiyetle yemiştim. Alışverişi bitirip de çıkmama yakın albeni diyen bir beyaz barbunya görünce birazını da dondururum diyerek iki kilo aldım. Bugün de Çarşamba Pazarı'ndaydım ve yine fasulye aldım. Bu hafta bir kere daha pişecek anlaşılan!

16 Ekim 2009

Ah patlıcan ah!

Bugünlerde közlenmiş patlıcanı başkalaştırmaya bayılıyorum. Yani elbette güzel salatalar yapılabilir onunla. Yapıyordum da. Çok değil, daha bir kaç hafta önce yoğurtlusunu tercih etmiş, afiyetle yemiştim. Ancak ben yeni lezzetler yaratmayı seviyorum. (Diğer meselelerde olduğu gibi, hep aynı şeyler beni sıkıyor bir süre sonra. Değişiklik istiyorum.) Sonra da düşünüyorum yahu bu kadar basit bir şeyi ilk ben keşfetmiş olamam. Mutlaka daha önce birileri yapmıştır. Yine de kaşifmiş gibi gururlanmadan edemiyorum. Mesela közlenmiş patlıcanı makarnaya sos eyliyorum. Bildiğiniz klasik domatesli sosa karıştırarak. Bir güzel oluyor ki! Bu sefer evde közlenmiş biberlerim de vardı ve ortaya yandaki lezize çıktı. Pek basit. Tamamen deneysel. Közlenmiş patlıcan iki adet (bostan patlıcanı), közlenmiş biber 5, sadece elimde o kadar olduğu için. İçinde bir iri diş sarımsak, biraz deniz tuzu, biraz Zeytin İskelesi'nin (ondan size bahsedeceğim) organik sızma zeytinyağı (çok güzel!) Hepsi bu. Minik mutfak robotunda hallendiler ve bu mısır-pirinç patlaklarının üzerine yayım yayım yayıldılar. Yanında Değirmen'in (Yerlim) Cabernet Sauvignon'u. Ellerinize sağlık Gürsel hanım, elinizin değdiği herşey gibi bu da muhteşem. Şerefinize!

13 Ekim 2009

Kartpostal

Kartpostal almayı ve göndermeyi sever misiniz? Öyleyse işte size hoşunuza gidecek bir blog:
http://thewholeworldatyourhands.blogspot.com/
İçinizde bir şeyler cız ettiyse bu kartları gördüğünüzde, neden siz de çok sevdiğiniz ve nicedir yazmadığınız birine güzel bir kartpostal göndermiyorsunuz?

12 Ekim 2009

Şimdi zeytin vaktidir

Zeytinin hükmü geçer bugün. Yarın, yarından sonra, haftaya, bir dahaki aya. Eller donana kadar zeytin toplanacak Ege'de, Akdeniz'de. Mudanya, Tavşanyüreği, Gemlik, Domat, Ayvalık, Memecik, Uslu, Erkence, Çakır, Halhalı, Karamani, Çilli, Eğriburun, Yağ Çelebi... İzmir'de başka, Antalya'da başka, Kilis'te, Adana'da, Antakya'da başka zeytinler. Kimi doğrudan fabrikaya gidecek, ezilip mis kokulu yağa dönüşecek. Kimi kadınların gün görmemiş, sevgi tatmamış ellerinde çizilecek, kırılacak, tenekelere doldurulup çevrilecek, tuzlanacak, acı suyu akıtılacak... Kırma zeytin sırasını kimselere vermez. Urlalı "çekişte" der ona, Antalyalı "kırma". Bir başka yörede "çatlatma" deyimiyle karşılaşırsınız misal. İlk o çıkar sofraya. Limon dilimleriyle, zümrüt yeşili rengiyle. Çabucak tatlanır ne de olsa. Çizilenler ise kolay kolay koyvermez acısını. Ağacından acıyla doğan zeytin tatlanmaya direnir. Ne gariptir ki yiyeceğimiz zeytini tatlandıralım diye canımız çıksa da yağı sıkıldı mı inadından vazgeçip salatalara serpiliverir. Salına salına. Tatlı mı tatlı dilli bir geline dönüşüverir, aksi, dili çatallı kaynanayken. Dizi dizi dizilir yağ tenekeleri, zeytin bidonları ve ah ondan sonra başlar asıl cümbüş. Sunar gizemini zeytin, paylaşır bereketini.

10 Ekim 2009

Sepya tonu bir hayal

Hayallerden bir hayal. Mevsim sonbahar. Kışa dönmüş olmalı. Ağaçlarda yaprak yok. Öğle saati. Hafta içi olmalı. Etrafta kimsecikler yok. Yer Central Park. New York'un göbeği. Bir kadın yürüyor. Sessizce. Bir ağaç seçiyor. Çantasından çıkardığı örtüyü seriyor. Arkasına da ufak bir yastık koyacak. Rahatına düşkün çünkü. Bir termosta taze demlenmiş çay var. Sıcak. Bir tane elmayı yıkayıp çantaya atmış. Acıkınca dişlerim diye. Çayın yanına ev yapımı bir kaç kurabiye olsa iyi olurdu diye geçirmiş içinden. Sonra bu düşünceyi silmiş zihninden. Yemese daha iyi çünkü. Kitabını çıkarıyor. Müzik olsa mıydı diye geçiriyor içinden. Yok yok, doğanın müziğini dinlemek daha güzel. Kesinlikle. Kitabını açıyor ve okumaya başlıyor. Hayal bu ya. Neden olmasın.

08 Ekim 2009

Moda'da yeni bir lezzet durağı

Önce sizi eski bir güne göndereyim. Vaktiniz var ise şu yazıyı okur musunuz:
http://www.radikal.com.tr/ek_haber.php?ek=cts&haberno=4202
Aradan geçen yıllarda Sevgili Ayda hanım ve kızı Selin kaliteden, güleryüzden asla taviz vermeden sürdürdüler atalarından gördükleri yemekleri sunmayı. Ermeni mutfağını Takuhi Tovmasyan'ın büyülü kaleminden okumuşsunuzdur belki: Sofranız Şen Olsun demişti Takuhi hanım. Okumadıysanız okuyun isterim. Bir yaşam, mutfak üzerinden bu kadar güzel aktarılabilir. Topiği anlatırken, "çocukluğumda, yılbaşına üç dört gün kala Yedikule sokakları soğan kokusundan geçilmezdi," diyor. Ermeni ailelerin yılbaşı sofraları topiksiz olmaz çünkü. Bugün herkes evde yapmıyor topiği, Hamov'a sipariş ediyorlar ve yeni yıla bir kaç gün kala Hamov'un mutfağı buram buram soğan kokuyor. Şimdi Hamov Moda'da, ufak bir şubeyle sürdürüyor lezzet dağıtmayı. Topik, Ermeni usulü lahana ve yaprak sarma, midye dolma Ayda hanımın mutfağında efsaneleşiyor. Bol soğanlı, tarçınlı bir sarma bu, alışageldiğinizden farklı olarak. Başladınız mı gidiyor, bir, iki, üç, beş... Yolunuz Moda'ya (veya Feriköy'e) düşerse uğrayın, tadın Tokatlıoğlu kadınlarının güzel ellerinden çıkan yiyecekleri.

Hamov Feriköy: Şahap sok. No:36 Feriköy Şişli
Tel: 0212 225 78 90
Hamov Moda Corner: Gürbüztürk sok. No: 36 Moda Kadıköy
Tel: 0216 346 77 78

05 Ekim 2009

Salatayı mı ayvayı mı?

Nicedir mutfağa girip yaptığım yiyeceklerden birini fotoğraflamamıştım. Muhtemeldir ki bunu da fotoğraflamazdım, aklıma ona dair anlatacak bir şey gelmeseydi. Olay şöyle vuku buldu: Dün o aşağıdaki fotoğrafta gördüğünüz mandalinalardan bir kaç tane daha koparmak için gittiğimde bir başka terkedilmiş bahçedeki koca ayva ağacından düşen ayvaları gördüm. Çimenlerin üzerinde sarı sarı yatıyorlardı. Bir tanesini alıp anneme getirdim tadına baksın, beğenirse arkadaşa söz verdiği ayva marmelatı için kullansın diye (söylemeden edemeyeceğim, bizim sitede bu sene ayva pek bol. Hoş bol olmadığı sene yok gibi ama ayvanın bolluğu kışın sert geçeceğine delaletse, bu kış yavuz geçecek arkadaşlar.) Annem tadına baktı, beğendi. Gerçi daha tam olmamış. Biraz daha beklemek lazım. Gerisini atma, ziyan olmasın, ben salataya koyarım dedim. Buzlukta artık kullanılması gereken haşlanmış siyah fasulyeler vardı. Dolaptaki tüm salata malzemesini çıkardım, marul, turp, salatalık, kırmızı ve yeşil etli biber. Yıkadım, doğradım. Bahçeden de bol maydanoz ve roka. Ayvaları da ufak ufak doğradım. İçine bir mandalina ve bir limonun suyu, 1.5 çorba kaşığı sızma zeytinyağı (bu sefer Yerlim'in organik sızması) ve deniz tuzu koydum. Bir güzel karıştırdım. A tabii annemin kırdığı cevizlerden de ufaladım bir kaç tane. Önce poz verdirdim, sonra iştahla kaşıkladım. A evet, başlıktaki gibi, "ayvayı yedim" ama salatayla birlikte.

03 Ekim 2009

Yılın ilk mandalinaları

Yürüyorum. Meyve ağaçlarının arasındayım. Ayva, erik, kayısı, zeytin, ceviz, iğde... Bir mandalina ağacına rastlıyorum. Hafifçe kızarmış bir mandalina göz kırpıyor içerlerden. Dayanılmaz bir dürtü: Hadi kopar diyor birileri, hemen şuracıkta soy ve at ağzına. Dayanamıyorum tabii. Yılın ilk mandalinasını yiyeceğim. Zihnim hızla anıların durduğu koliyi tarıyor. Mandalinalı olanları ayıklıyorum. En sevdiklerim Gisela'nın bahçesinden olanlar. O bahçede meyvesini çok sevdiğim bir mandalina ağacı vardır. Yani mandalina ağacı çoktur da hepsinin meyvesini o kadar sevmem. Diyelim ki kuşburnu topluyorum, Gisela ve ailesine kuşburnu marmelatı yapacağım. Arada yorulduğumda ağacın yanına gidiyor, 2-3 tane koparıyor yiyorum. Yine işbaşı. Veya Gisela'nın kuruttuğu otları ayıklıyorum. Biraz hareket etmem gerekiyor, uyuşan bacaklarım açılsın istiyorum. Hoop mandalina ağacının yanındayım. İki tane daha. Pikan cevizlerinin toplanması gerekiyor, sepeti kapıp gitmişim ağaçlardan birinin yanına. Karnım acıkmış ya daha yemek saati değil. E kolay, git mandalinanın başına ye bir kaç tane daha. İçimden mandalina ağacı çıkacak. Bugün ise sadece üç tane mandalina yedim. Şansa bakın, annemin bir arkadaşı da ağacından mandalina göndermiş. Yuppiiii! Hadi bakalım siz de anlatın mandalina anılarınızı ve yılın ilk mandalinalarını kutsayalım hep birlikte. Bol bol mandalina yiyelim bu kış. Bodrum'dan, Kemer'den, Havran'dan, Mersin'den... Bol vitamin alalım ve hiç hasta olmayalım.

02 Ekim 2009

Geçmişten bir gün

Bu not Hilal'e: Hilal'ciğim, bendeki e-posta adresinden sana ulaşamıyorum. Artık blogun da yok. E ben sana nasıl hal hatır soracağım? Bir zahmet yazar mısın güncel adresini? Sağolasın!
*
Geçen yıl bugünlerde bir aylık gezimi bitirmek üzereydim. Bu fotoğrafı çektiğim gün ise seyahatimin henüz başını işaret ediyor. İlk sabahım. 32 derecelik, güneşli Burhaniye'den sonra kendimi bir anda 14 derecelik, yağmurlu ve gri Stokholm'de bulmuştum. Bambaşka bir coğrafya, yeni bir iklim, yeni bir mevsim, yeni insanlar, yeni yerlere doğru atılacak adımlar, yolda olmanın çekiciliği, vurdumduymazlığı... Bu satırları yazarken sadece bir yıl öncesini değil, on, yirmi, hatta otuz yıl öncesini düşündüm. Okullar bugünlerde açılır. Lisedeyim, arkadaşlarıma kavuşma sevinciyle gidiyor olmalıyım okula, okullu olmaya, ders çalışmaya bayıldığımdan değil. Güzel dostluklarımız vardı. Daha 11 yaşındayken biraraya gelmiş, serpilip büyürken dostluklarımızı da büyütmüştük. Aile gibiydik aslında. Eskişehir Anadolu Lisesi. Sabah 8:30'dan akşamüzeri 3:30'a kadar, yani neredeyse bütün bir gün okulda, arkadaşlarınlasın. Haftasonları buluşmalar, basketbol gruplarımız, maç seyretmeye gidişlerimiz, hatta okuldan kaçıp fotoğraf çektirdiğimiz bir günün kırık anısı. Bugünlerde lise arkadaşlarım ve o günlerin anılarıyla doluyum. Hani demiştim ya acaba hangi arkadaşımı bulsam diye, şimdi bir değil, on değil belki elli tane lise arkadaşımla haberleşmekteyim. Nasıl bir trafik. İlkokuldan bir kaç arkadaşım bile var trafiğin içinde, ne heyecan! Konuştukça hatırlanıyor anılar. Sen benim kitaplarımı yere fırlatmıştın, ben senin derste uyuman için kalkan olmuştum, okuldan nasıl kaçmıştık, sen amma inektin... Geçmiş ne garip bir şey. Ne zaman oldu bitti, sonra nereye çekip gitti? (Fotoğraf Stokholm sokaklarındaki bir hediyelik eşya dükkanından.)