21 Kasım 2012

Her gün evde kahve keyfi

Geçen bahar bir hastalığa tutulmuştum. Antalya'nın en iyi capuccino'sunu yapan yeri bulmak gibi garip bir hedef edinmiş, fellik fellik capuccino yapan yerleri gezmeye başlamıştım. Eskiden kahveyi sadece yurt dışı seyahatlerinde içen ben (çaycıydım çünkü), birdenbire kahve delisi haline gelmiştim. Ara tara çoğunun öyle pek matah olmadığını görmüştüm. Düşünün yani, o garip renkli kokteyl şuruplarından koyana bile rastladım. Kahvenin asaletine aykırı düşüyordu. Yüzümü buruşturdum. Bulaşık suyu kıvamında kahveler de gördüm tabii. İçemedim. Öyleydi böyleydi derken ben bir kahve fanatiğine dönüştüm. Eskiden de kahve severdim ya bir dönem içtiğim kahveler midemi bulandırınca soğumuştum kendilerinden. Oysa hakkıyla yapılmış (tabii buna kahvenin kalitesi de dahil) bir kahvenin hakikaten kırk yıllık hatırı var. Sonunda -yani Antalya'da iyi capuccino yapan yer bulamadığımdan, bulduğum da pahalı geldiğinden- bu işe el atmaya karar verdim. Normalde iddialı bir insan değilimdir ama kahve konusunda iddialıyım: Antalya'da en iyi capuccino'yu ben yapıyorum. Neden mi, çünkü günde tek bir tane yapıyorum. Yani zoraki değil, bilakis, keyif ve heyecanla yapıyorum. İkincisi, çok kaliteli, kıvamında kavrulmuş kahve kullanıyor, kahveyi de günlük olarak kendim öğütüyorum. Uzmanlar kahvenin taze öğütülmesi gerektiğini söylüyor ki haklılar. Baharat gibi kahve de öğütüldükten sonra hızla yitiriyor aromasını. Ocak üzerinde buharla kahve yapan mekanik aleti kullanıyorum. (Şu fotoğrafta gördüğünüzün biraz daha eskisi. Kahve pişirme aletim Işıl'dan kalma, kullanmama izin verdiğin teşekkür ederim Işıl'cığım!) Pilli süt köpürtücüm var. Sütü önce kaynatıyor, sonra fincanda köpürtüyor, kahveyi de üzerine döküyorum. Bazen bana sürpriz yapıyor kahvenin son damlaları ve ortaya bir kalp çıkıyor. Tamamen tesadüf. Ya da belki değil. Belki bana, "teşekkür ederim, seni seviyorum" diyor kahvem. Asıl ben onu seviyorum. Her gün öğle yemeğinden sonra bir fincan içtiğim kahveyle aramız pek sıkı fıkı da işin kötüsü kendimi çaya ihanet etmiş gibi hissediyorum.

13 Kasım 2012

Eve dönmek ne güzel

Eve dönmek ve... Aaa o da ne çan sesi geliyor. Resmen kilise çanı çalıyor. Neredeyim ben allahaşkına? Pardon, televizyondan geliyormuş. İZ TV dinliyorum da bir yandan! Eve dönmek pek güzel evet. Fakat dönüp de dolabı bomboş bulmak pek o kadar sevindirici değil. İlk sabahki kahvaltımızda sadece annemin Burhaniye'den, benim New York'tan getirdiğim iki peynir, zeytin, tereyağı ve annemin ayva marmelatı var. Pek o kadar da az değilmiş gibi görünüyor bakıldığında ya bizim kahvaltı soframız hep rengarenk olur. Mevsimine göre, domates, salatalık, biber, avokado, siyah ve yeşil zeytin (yeşiller benim yapımım tabii), başta maydanoz olmak üzere yeşillikler, bazen omlet... Ben kahvaltıda tatlı yiyemem. Dolayısıyla marmelat ilgi alanıma girmiyor. Tereyağını da pek tercih etmem. Ekmeğin üzerine sürecek bir şey olmayınca söylene söylene yağ sürdüm. Aslında insanın bu kadarına bile sahip olması şükran duyulacak bir şey. İnsanoğlu işte, bulduğuyla yetinir mi. Meğer sadece kahvaltılık sorunu yokmuş evde. Ne sebze var ne salata malzemesi. E ben ne yiyeceğim? Kaç gündür karbonhidrat ağırlıklı beslenmişim. Midem küsmüş birazcık. Onu şenlendirmek, neşelendirmek lazım. Öyle yorgunum ki, çıkıp alış veriş edecek halim yok. İmdadıma buzdolabında bekleyen baklagiller ve "kuruluklar" yetişti neyse ki. İlkbaharda Gaziantep'ten getirdiğim kabuklu mercimeği çıkardım. Baktım biraz kurutulmuş patlıcan ve sevgili Kevser hanımın (Burhaniye'den komşum, güzel yürekli okurum) armağanı kuru domatesler var. Neyse ki sepette 3 tane kuru soğan varmış. Zeytinyağsız ise çok şükür hiç kalmayız. Hemen bir soğanı doğradım, az zeytinyağı, tuz, sevgili Bilge'nin armağanı "Osmanlı baharatı" (Mısır Çarşısı'nda bulunan Ucuzcular'dan daha önce bahsetmiştim), ufak doğradığım kuru patlıcan ve domatesler de eklenince ortaya pek nefis bir yokluk yemeği çıktı (yokluk muuu? Dalga mı geçiyorsun?) Yanımda yabani pirinç ve esmer basmati pirinci getirmiştim. Onlarla da yağsız bir pilav yaptım (haşladım yani, az tuz ve az zeytinyağı ilavesiyle), eh daha ne olsun? Dün böyle geçti. Bugün ise güzelim pazarıma merhaba dedim. Ve sonbahar bereketine. Pazarlar bir başka yazının konusu olsun. Şimdilik hoşgördüm demekle yetineyim en iyisi.

08 Kasım 2012

Comfort food

Önce yardımınızı istiyorum. "Comfort food"u Türkçe'ye nasıl çevirebilirim? Rahatlatan yiyecek, huzur veren yiyecek? Bilemedim. Şimdi yanımda bir tane lokumcuk Leyla uyurken huzurla, ben ne yesem, ya da yemesem, ne yazsam, ya da yazmasam huzur bulurum elbet. Heyhat, Leylacıkla son 3 günümüz. Mayacıkla da. Sonra evli evine, köylü köyüne. Halanın memleket pazarlarını tavaf etme, zeytin kırma, yoğurt mayalama, peynir yapma, ekmek yoğurma, yine daha küçük porsiyonlarla beslenmeye çalışma, yeni yaratacağı yemekleri yeni mini Japon tabaklarında fotoğraflama, bisikletine binip kenti turlama, arada kahve kaçamakları yapma vakti geldi. Leylacık da büyümeye devam edecek elbet. Bir yeğenlik hasret ikiye katlanarak... Of, hasretlik ne kötü şey! Neyse ne diyordum. Comfort food'dan nereye geldik. Fotoğraf çok güzel değil farkındayım ama hava kararmaktaydı çekerken. Üstelik kar yağıyordu! Bütün akşam yağmaya devam etti. Yılın ilk karı. Bu sene belki görüp göreceğim tek kar? Bense yıllar önce bir meditasyon eğitiminde alıştığım bu nefis şeyi yapmıştım. Anlatayım. On gün süren bir sessiz meditasyon kampına katılmıştım. Şartları zorlayıcı şeyler arasında bir de öğle yemeğinden sonra yemek yenmemesi vardı. Ben ve yemeksizlik. Panik! Oldum tabii. Akşamüzerleri çay veriyorlardı. 5 gibi. Neyse ki yeni öğrenciler çayın yanında bir meyve yiyebiliyor. İsteyene bir patlak pirinç üzerine fıstık ezmesi sürüp veriyorlar. Çayın yanında bal var, meyve olarak muz da. Ben de kendime o kıymetli tek pirinç patlaklı çıtırla nefis bir sandviç (hatta pasta) hazırlıyor, çayımın yanında yiyordum. Dün birden canım çekti, yeniden yaptım. Hadi dedim iyisi mi ben bunu fotoğraflayıp bloga koyayım. Esma hanımcığım zaten blogunuzu ihmal ediyorsunuz demiş, onu mu kıracağım. Değil mi Esma hanım?