29 Haziran 2010

Etkin bir sakinleştirici

Kağıtları kalemleri çıkarın. Size etkili bir sakinleştirici tarifi vereceğim. Dikkatle okuyun. Sakın hata yapmayın. Tarif verildiği şekilde uygulandığında etkilidir: Önce dalından ıhlamur toplanacak. Biliyorum çoğu yerde ıhlamur çiçekleri çoktan tomurcuğa durdu. Belki şanslı olanlarınız hala koklayabiliyorsunuzdur bu güzelim çiçekleri. Yok mu dalından ıhlamur toplayabileceğiniz bir ağacınız? Öyleyse pazardaki teyzelere başvurun. Pazarda tonton bir teyzeniz de yoksa ıhlamur satın alabileceğiniz, güvendiğiniz bir dükkana gidin ve şöyle güzel kurutulmuşlarından ıhlamur alın. Tazesinden. Hatta eminim çoğunuzun dolabında ıhlamur vardır, kış soğukları için, öksürüklü günler için sakladığınız. Demliğinize irice bir tutam ıhlamur atın. Üzerine de normal çayınızı. 2-3 tane karanfili de unutmayın ama. Güzelce demleyin. Huzurlu bir köşe seçin kendinize. Denize bakın, parktaki ağaçlara bakın, dağa, ormana, göle. Hiç biri yoksa evinizin en çiçekli köşesine yahut en huzur bulduğunuz yerine kurulun. Şöyle hafiften bir müzik gelsin kulağınıza. Politikacıların, reklamcıların, doktorların, diyetisyenlerin ve bilumum şahsı muhteremin sesi silinsin kulağınızdan. Yüreğinizden de. Sizi ürküten, korkutan, yıpratan, acıtan ne varsa bu hayatta, çayınızı bitirene kadar söyleyin sizi terkeylesinler. Yudum yudum için çayınızı. Dertleriniz yerini ıhlamurlu çayınızın verdiği huzur hissine, onulmaz ferahlığa bıraksın. Beş dakika olsun uzaklaşın bu debdebeden. Bu kandırmacadan, amansız savaştan, akıl almaz ticari saldırılardan. Sakın ha televizyonunuzu açmayın. İnternete de bakmayın bu sürede. Radyo dinliyorsanız reklamlar başladığında kapatın sesini. Bu sizin savaşsız, dürüst, dingin bir yaşam için dilek dileyeceğiniz zaman. Hem kendiniz hem de bu dünyadaki tüm canlılar için. Bir beş dakikanızı bu işe ayırabilir misiniz?

27 Haziran 2010

Kavılca unu satışları başladı

Metro-Gastro dergisinin Kasım-Aralık 2007 sayısı için hazırladığım yazıya şöyle başlamışım: “Tandır ekmeği kavılcayla daha antika olur ama ekmek yaparken kavılca ununu kırmızı buğdayla karıştırırız. Kavılca daha az konur ki yapışık olmasın. Kavılcayı haşıl yapmada, yarma çorbasında ve kaz pilavında kullanırız. Eskiden şehirden alma un olmadığı için pişi, mafiş gibi hamur işlerini, ekmeği, erişteyi kara değirmende öğütülen kavılca ve kırmızı buğday unuyla yapardık” diyor İsmet Kızıltepe (65). Öyle hızlı ve heyecanlı konuşuyor ki, heyecanına ortak olmamak mümkün değil. Aylardan Eylül. Güneşli bir günde Kars’ın Aydıngün Köyü’ndeyiz. Çıldır Gölü’nü tepeden gören seksen haneli bir köy burası. Köyün aynı zamanda bakkalı olan kahvehanesinde bir yandan ayranlarımızı yudumluyor, bir yandan İsmet amcayı dinliyoruz.
O gün saatlerce İsmet amca ve Aydıngünlüleri dinlemiştik. Bu fotoğrafı da o gün çekmiştim. Beti Minkin'in 2006 yılında başlattığı proje beşinci yılını doldurdu. Sonunda organik sertifikalı kavılca buğdayının unu paketlendi ve Sade markasıyla satışa sunuldu. Karslı köylülerin atalarından öğrendikleri yöntemlerle yetiştirdikleri buğdaylar bunlar. Anadolu'nun çok eski türlerinden. Binlerce yıldır yetiştiriliyor kavılca bu topraklarda ve ne yazık ki bizler bu güzelim türlerin yerine hangi ülkeden geldiğini bilmediğimiz ithal buğdayların unlarına mahkum bırakılıyoruz. Yahut Türkiye'de yetiştiriliyor ama tohumunun nerede geliştirildiğini, genleriyle oynanıp oynanmadığını dahi bilmiyoruz. Gelin yerli tohumlarımızdan, yerli ürünlerimizden vazgeçmeyelim. Haydi siz de deneyin kavılca ununu. Bakalım nasıl bulacaksınız, onunla neler yaratacaksınız. Bizimle de paylaşır mısınız o tarifleri?
(Proje hakkında ayrıntılı bilgi için bakınız: Kars Yöresi Sürdürülebilir Köy Projeleri)

23 Haziran 2010

Yağmur derinleştiriyor yeşili

İki gündür fırtınalı hava. Bir açıyor, bir kapıyor. Bir esiyor, bir gürlüyor. Sonra güneş çıkıyor. Sonra yine yağmur yağıyor. Yaz olmasına rağmen, evde olmak istiyor insan. Dışarıya çıkmak gelmiyor içinizden. Deniz? Yok canım, ne denizi. Bahçeden topladıklarımı eklemeli salataya. Marullar çıtır çıtır. Pazarın en güzel marulları. Taze soğan ve dereotu da pazardan. Ancak bahçemizin maydanozu, az biraz çıkmış İtalyan rokası, orda burda boy vermiş semizotları da eklenince çeşit artıyor. Pazara gittiğimde, Fatma'yla Burhan'a uğramışım. Bir kasa da armut varmış tezgahlarında. İki tanesi benim pazar çantasına atmış kendini. Bize gelmek istemişler besbelli. Daha tam olgunlaşmamışlar. Belli ki salataya doğranır kıvamdalar. Hemen karşımdaki ağaçtan dökülen tam olgunlaşmamış kayısılar, Fatmaların körpecik salatalıkları, -fotoğraftaki önceki yıllardan bir salataymıştı, görüntü yanıltmasın- üzerine ufaladığım cevizler, yonca filizi, erken hasat sızma zeytinyağı, Zeytin İskelesi'nden, deniz tuzu, limon nereden bilmem ki?

21 Haziran 2010

Benim güzel pazarcı teyzelerim

Öyle güzeller ki. Yüzlerinde yılların, yaşanmışlıkların, zorlukların, acıların izleri var. Yüzleri birer sanat eseri. Öyle kutsallar ki benim için. Ellerine bakmak yeterli ne demek istediğimi anlamanız için. Dur durak bilmeden tüm yaşamları boyunca ekmiş, biçmiş, sulamış, toplamış getirmişler yetiştirdikleri tüm ürünleri. Üç kuruş kazanmak için. Çocuklarını doyurmak, ama bir yandan da büyütmek, okutmak, adam etmek, evermek için. Geçimlerini sağlamak için tüm bedenleriyle çalışır onlar. Ter dökerler kızgın güneşin altında. Toprak bu, beklemez ki. Yan gelip yatayım, biraz televizyon seyredeyim, bugün de tarlaya varmayayım diyemezsin. Çapa vakti geldi mi çapalanacak toprak. Suyunu çekti mi sulanacak. Nasıl memeleri sütle dolan inekler, keçiler, koyunlar vakti geldiğinde sağılacak, sağılmak zorunda, toprak da öyle dakiklik ister. Tembelliğe tahammülü yoktur. Bu güzel kadınlarım, teyzelerim de bilirler toprağın bire bin verdiğini ve nazlarını kahırlarını çektiğini ama onlardan da aynı özeni beklediğini. Ah ne yorgundur onlar, ne yorgun. Bense hepsini dinlendirmek istiyorum. Ayaklarını uzatsınlar şöyle. Su vereyim, kahve sunayım, sırtlarını ovayım, dertlerini dinleyeyim istiyorum. Onlar tüm güzelliklere layık çünkü. Pazara getirdikleri ürünün parasını vermek de yetmez, şükran duymak da.

16 Haziran 2010

Bu dünya

Saat 11:05. Burhaniye meydandaki termometre 39 dereceyi gösteriyor. Burhaniye değil Buhraniye demeli belki. Bugün Haziran'ın 16'sı. Ağustos'ta kaç dereceleri göreceğiz kimbilir. Bu yıl ilk gelişim merkeze. Uğranacak yerler belli. Gediz Mandıra'dan lor ve örgü peyniri alınacak, Hüseyin beyle hoşbeş edilecek. Sonra ara sokaktaki mini simit fırınına gidilecek. Onların çıtır simitlerini özlemişim. Güleryüzlü genç kadınlar durur hep. Girişe pırıl pırıl bir sineklik takmışlar. Köylü Manavı var bir ara sokakta. Hepsi kendi bahçemizden diyor, bir tek şu domatesler hariç. Ama salatalıklar yeni cins tohumlardan tadı tuzu yok. Almadım. Domates de almadım. Annemin tarla diye aldıkları berbat çünkü. Yol üstünde, seyyar tezgahta tazecik kıvırcıklar var. Kaça diyorum. Beş tanesi 1 lira diyor. Peki diyorum. Başlıyor doldurmaya ona uzattığım poşeti. Dur ne yapıyorsun yeter diyorum. Diyor benim bahçeden zaten, yersiniz bol bol doğrayıp. Ama diyorum fazla, sonra ziyan oluyor, üzülüyorum. Çıkarıyorum fazladan verdiklerini. Daha sevgili pazarcılarım Fatma'yla Burhan'ı göremedim. Önümüzdeki pazartesiyi beklemek durumundayım. Belki bana köy unu da getirirler, ekmeğimi onunla mayalarım. Beksan'dan aldığı ekmek annemin, güya "tam un"dan, köy ekmeği. Neresi tam un, neresi köy ekmeği? İlaçlamışlar bütün siteyi, sanki su pompalar gibi, ne biçim bir zehir bilmiyorum ki. Ağaçta dutlar olmuş, elleyemiyorum korkumdan. Ne garip bir zamanda yaşıyoruz diye düşünüyorum 39 derecede yanarak yürürken. Sivrisineklerden kurtulmak için kendimizi zehirliyoruz. Onlar değil de biz fazlalıkmışız gibi geliyor bu dünyaya. Yaşamak istemiyorum buralarda. Bu zamanlar bana ters geliyor, yabancılaşıyorum bu düzene gitgide. Uzaklaşmak, bir manastıra kapanmak, ya da bir dağ başını mesken bellemek. Yapabilir miyim acaba öyle bir şey?

15 Haziran 2010

İzmirlilere Organik Pazar müjdesi

Seda Çiftçi'nin Fikir Sahibi Damaklar grubuna yolladığı bu müjdeli haberi paylaşmak istedim. İzmir'in ilk organik pazarı Temmuz'un ilk haftasından itibaren her cuma günü Karşıyaka'da, Bostanlı pazaryerinde açılacakmış. Ekolojik Tarım Organizasyonu (ETO), İzmir Büyükşehir Belediyesi, İZKA ve Tarım İl Müdürlüğü'nün ortak projesi imiş bu. Ne güzel değil mi? İzmir'in başka yerlerinde de daha sonra benzer pazarların kurulacağını söylemişler. Tüm İzmirlilere müjdeler olsun! Pazaryerinde sadece organik sertifikalı ürünler satılacakmış ve ürünlerin sertifikaları giriş sırasında belgeleriyle birlikte kontrol edilecekmiş, bilesiniz.

09 Haziran 2010

Zeytin İskelesi, Fikir Sahibi Damaklar, Lüfer Kampanyası

Zeytin İskelesi'nden yandaki gazete ilanınının Mayıs ayının son haftasında Hürriyet gazetesinde yayımlanmasıyla ilgili e-posta geldiğinde izniniz olursa ilanınızı sitemde yayınlamak isterim demiştim, sağolsunlar memnuniyetle dediler. Zeytin İskelesi'nin sızma zeytinyağlarıyla süslendi bu yıl salatalarım, onunla lezzetlendi yemeklerim. Elbette benim için çok ayrı yeri olan Laleli'nin erken hasat yağını da kullandım, hem de büyük keyifle, ağzımı şapırdatarak. Ekmek bandım her ikisine de, iştahımı açtılar zerafetleriyle. Fikir Sahibi Damaklar'ı zaten biliyor herkes, Defne Koryürek önderliğinde güzel işlere imza attılar. Lüfer kampanyası da bunlardan biri. Dilerim yandaki fotoğraftaki yazılar okunabilir büyüklüktedir. Tüm değerlerimizin korunabildiği bir ülkede yaşamak dileğiyle.

05 Haziran 2010

Zihinde yer eden kareler

Bazı fotoğraf kareleri vardır, zihninizin bir köşesinde yer edinir, ne kadar uğraşsanız oynatamazsınız yerinden. Ağırdırlar çünkü. Ağır lafı mecazi tabii, ağırlıkları size verdikleri histen gelir. İnce ince oyulmuştur detayları. Ahşaptır, zevklidir, eskidir, yenisini yapacak kimse yoktur çoğu zaman. Varsa da azdır. Kimse uğraşmak istemez öylesi detaylarla. Makine yapsa? Çıktığınız merdivenlerden sizden önce binlerce insan çıkmıştır. Kimbilir neyin arayışındaydılar. Kimbilir ne görmeyi umuyorlardı. Kim bilebilir ki? Benim için bu kare geçmiş zamanın sağlamlığını ifade ediyor. Geçmişin zerafetini. Zevkini. Daha pek çok anlam yüklemek mümkün elbet bu görüntüye. Helezonlar, merdivenler, inmek, çıkmak... Hepsi metaforik anlamlar taşıyabilir. Taşır da zaten. Masallarda da yok mudur merdivenler? Kiminde inersiniz birer birer basamakları, yüreğiniz gümbür gümbür atarken, kiminde çıkarsınız, ardında ne olduğunu bilmediğiniz bir kapıyı açmak üzere. (Masalların en özel anlatıcılarından Özcan Yüksek, kulakların çınlasın. Bilmem okudunuz mu Özcan'ın kitaplarını? Hakikatçi'yi, Cinistan'ı? Okuyun derim. Masalları ve uzakları seviyorsanız. Özcan'ın satırlarında kaybolun, yitin gidin, sonra geri gelin.)