29 Aralık 2007

Yaşam gerçekten çok kısa

"Çin’de tek dileği memur olup güzel bir hayat sürmek olan bir genç varmış. Girdiği sınavı kazanamayınca üzüntüyle yolda rastladığı ilk hana girmiş. Belki artık sevdiği kızla evlenemeyecek, dileklerini gerçekleştire-
meyecekmiş. Yorgun olduğunu gören hancı köşeye uzanabileceğini söylemiş. Uykuya dalmadan önce yaşlı bir kadının pirinç kaynattığını görmüş. Rüyasında sınavı kazandığını, sevdiği kızla evlendiğini, çocukları olduğunu görmüş. İşinde yükselmiş, zengin olmuş. Vakti gelip emekli olunca gençliğinden beri arzu ettiği gibi şiir yazmaya, resim yapmaya başlamış. Son nefesini vermek üzereyken uyanmış. Bakmış ki kadın hâlâ tencerenin başında. Yaşamın pirincin pişmesi için gereken süre kadar kısa olduğunu düşünmüş."
Bu öyküyü Hakan Onum arkadaşım anlatmıştı. Buradan ona ve sevgili Tutku'ya yürek dolusu sevgi gönderiyorum. Ayrı düştük ama gönüllerimiz bir, biliyorum. Diyeceğim o ki, yaşam uzun gibi görünse de aslında çok kısa. Yani diyeceğim o ki, ne varsa yapmak istediğiniz, bu yıl onun zamanı olsun. Korkmayın, yılmayın, vazgeçmeyin. Düşler gerçekleştirmek için değil de ne için? (Bu yazı da biricik Ayşen'e armağandır.)

27 Aralık 2007

İşte asıl bayram

Benim için asıl bayram, pazarda nergisler bollaştığında, ucuzladığında başlıyor. (Altı demet bol tomurcuklu nergis 3 ytl) Nergis mevsimi bitene kadar da devam ediyor. Bittiğinde çok üzülmüyorum. Hem doymuş oluyorum, hem de frezyaların, sümbüllerin zamanı başlamış oluyor. Nitekim odam çiçeksiz, kokusuz kalmıyor. Sabah pencereyi açar açmaz bir parfümle doluyor ki ortalık, değmeyin keyfime. Seyrani'nin 'Dağlarda Nergis Sanırdım' şiirinin ilk dörtlüğü:
Dağlarda nergis sanırdım
Ala gözlü mestim seni
Sözünden özün tanırdım
Fehmederdim dostum seni
(www.antoloji.com'dan)
"Nergis, mantıksal olarak kibrin ve bencilliğin çiçeğidir. Adını, suda yansıyan kendi görüntüsüne vurulup da onu öpmeye kalkıştığında boğularak ölen çoban Narkissos’un öyküsünü anlatan Yunan efsanesinden alır. " (Isabel Allende, Afrodit)
Nergise dair o kadar çok anım var ki. Ama bir tane de hayalim var. Bir gün nergis zamanı Karaburun'da dolaşmak. İşte bunu çok istiyorum. Nergise bulanmak, nergis kokmak, nergisin kendisi olmak ama kibirli ve bencil olarak değil, güzelliği paylaşarak.

25 Aralık 2007

Elma çöpe atılır mı?

Sana döner yüzünü gülen elma
Kızarıp kabuğunu çatlatan nar
Tadını sarıya dönüştürüp gösteren ayva
Sıcaklığını suyunun serinliğinde gizleyen
Buram buram özlem kokan üzüm
Alımlı bir sevgiye yarılır gibi
Dallara dolanan asma, bir de sarmaşık...
*
Bu şiiri Meyve Ağacından Hikayeler'in bölüm başlarından birine koymuş, sonra çıkarmışım. İ. Z. Eyüboğlu'nun Anadolu Mitolojisi adlı kitabından (sf 153), antik bir şiir. Kubaba'ya atfedilmiş. Peki ya elma çöpe atılır mı? Bunca güzel, bunca diri, bunca şifa dolu bir meyve, rengarenk, kokulu, daha ne diyeyim işte, elma o. Atılır mı çöpe? Bir soğuk günde, bir uzak memlekette, bir ağaç dibinde mahzun duran elmaları görüp de hüzünlenmez miydi gönül. "Çocuğumuza suyunu sıkıp verdiğimiz elmayı pekmez yapımında da kullanmadık mı? Onunla şuruplar şerbetler, sirkeler yapmadık mı? Annemizin en güzel ay çöreği elmalı olan değil miydi? Ya o ağızda dağılan tartlar? Biz eskiden onlara ‘pay’ derdik, Elmalı Pay. Günlerde sunulan elmalı payların üzerinde kar taneleri gibi beyaz bir tabaka oluşturan pudra şekerinden bir yatak oluşmaz mıydı? Tabağımızdaki dilim bittiğinde annemizin kulağına usulcacık fısıldamaz mıydık: “anne bir dilim daha isteyebilir miyim?” (Meyve Ağacından Hikayeler'den)

22 Aralık 2007

Dumanı tütmek

Dumanı tütmek. Ne güzel bir tamlama. Dumanı tüten bir kase çorbanın buğusuna kapılmak, bir bardak sıcacık çayı yudumlamak, en yorgun, en üşümüş halde eve gelip daha ocaktan yeni inmiş kuru fasulyeye kaşık sallamak... Mevsimlerden kışsa, ille de dumanı tüten bir şeyler istiyor gönül. Verdiği sıcaklık hissi bile yetmiyor mu bazen içimizi ısıtmaya? İşte ben de bu fotoğrafı bu yüzden sevdim. Dumanı tüten bir yemeği ifade ediyor. Üstelik gerçek. Üstelik daha yeni pişti. Geleneksel 'evde ne varsa ondan yemek yarat' ama sağlıklı olsun, hele de tek kap olacaksa yemeğim, besleyici olsun, malzemeyi değerlendirmiş olayım hallerinden biri daha. Bizim buraların, Çandır'ın fasulyesini haşlamışım, evde pırasa, havuç ve pazı var değerlendirilmesi gereken. Daha ne işte. Hepsini doğra, kat katıştır olsun sana rengarenk bir yemek. Dumanı da tütüyorsa, daha ne ister insan? Yanına bir de bulgur pilavı olsa iyi olurdu ya şimdi onu yapamayacağım. Başka sefere artık.

18 Aralık 2007

Kurban bayramı

“Şimdi seneler geçtikten, bu geçen senelerin türlü harplerinde bunca insan biribirini boğazladıktan, ben, dünyayı, insanları anladıktan sonra; artık ne kendim, ne de sevdiklerim için kurban kestirmediğim, artık bu kurbansız kurban bayramlarında; çocukken kabul etmek istemediğim öteki dünyayı, cenneti, gayriihtiyarî hayal ediyor ve orada, torununu düşünmüş bir anneanne ile beraber, bir küçük koyunun da, bir ebedî yeşil çayırda, bitmez bir sevinç içinde var olduğuna inanmak istiyorum.”

Ziya Osman Saba'nın bu öyküsünü anımsarım her Kurban bayramında. Her bayram dostlar bayramımı kutlar, ben onlarınkini kutlarım -her şey yolundaymış, her şey iyiymiş, doğruymuş gibi- ama kendimi hep Ziya Osman Saba gibi hissederim. Yine bir bayram haftasında bu yazıyı yazmıştım. Konuyu değiştirmek adına... En azından kendim için değiştirmiştim ya. Eminim yazının başındaki Gülten Akın dörtlüğünü çok seveceksiniz. Bu büyük kadın yazar da sevilmez mi? (Bu sefer de konuyu çiçekmiş gibi yapan lahana fotoğrafıyla değiştiriyorum. Nasıl ama?)

17 Aralık 2007

Öykücü geldi hanıııım

Bunu görüp de eklememek olmazdı. Benim iki canım Despina'm var aralarında, Sema ve Ayşe. Kızlar size hayranım. Arkanızdayım diyeceğim, bu kadar mesafeden olmayacak. En iyisi yüreğim hep sizlerle diyeyim. Siz zaten biliyorsunuz ama.
*
Bu sabah erken uyandım. Acıtanlar, incitenler üşüştü zihnime. Gidin dedim, gidin. Beni rahat bırakın. Gitmediler. Siz gitmezseniz ben giderim dedim. Giyindim çıktım sabahın köründe. Hava da bir soğuk ki. Olsun, gideceğim yerin buğusu beni ısıtır dedim. Öyle de oldu. Beni gülen bir yüz karşıladı. Her zamanki sevgi dolu yüz. Böreğimi sipariş ettim. Her zamankinden. Beş dakika sonra çayımla böreğim. İkisi de sıcacık. Teşekkür ettim. Ellerine sağlık dedim. Karabiberin kokusu burnuma kadar geldi. Burnum koku almıyor bugünlerde ya olsun, genzimde kokladım onu. Peyniri süt kokuyordu. Maydanozlar renk katmıştı böreğe. İpincecik açmıştı. Elinde şöööyle bir çevirip. Hooop...
*
Bugün öykü günü. Dedim ya, öykücü geldi. Ama öyküleri diyen ben değilim, Zeynep. Siz onu Papatya Dünya adıyla biliyorsunuz. Öyküler anlatıyor ve bu öyküleri porsiyon porsiyon dağıtıyor Zeynep. Ben bugün mutluyum. Mutluyum, çünkü bir blog komşumun daha kitabını tanıtmak nasip oldu. Mutluyum çünkü bu satırları yazarak Zeynep'i mutlu ettim. Mutluyum çünkü eski günleri hatırladım bu narin mi narin kitabın sayfaları arasında. Siyah beyaz televizyon günlerini, bir gün sevgili bir dostla sokaklarında dolaştığım Paris'i, uzaklarda, çok uzaklarda hasta olduğunda yayla çorbası yaptığım ve nicedir görmediğim bir başka arkadaşımı, yazın yağan yağmurları, öğle yemeğinden sonra şöyle bir kestirmek için uzandığım sessiz ve sıcak saatleri... Sevgili Zeynep, ellerin dert görmesin. Bizimle yüreğindeki güzel öyküleri paylaştın ya, ben de çayımı katık ettim ya o öykülere, bugün benden mutlusu yok! Bugün siz de mutlu olun. Öyküler deyin dostlarınıza, yahut anlatırlarsa dinleyin onları. Yanına da bir bardak çay. Sıcacık.

15 Aralık 2007

Senin adın bundan sonra Hızır Simit olsun!

Şu simitle neler yapmaz ki insan. Zaten olduğu gibi yemeye bayılıyor, görünce hayaller kurmaya başlıyoruz. Aman da aman, şu simitlere bakın, çıtır çıtır. Biraz kaşar peyniri sardırayım, bir de simit. Boğaza karşı, yanında çayla... Akına Sait Faik gelmez mi adamın? Geldi zaten. Daha önce de gelmişti, burada. Simite şiirden, öyküden başka şeyler de yakışır elbet. Ispanak, mantar, peynir... Şaşırmayın canım, ne var şaşacak? Simit pizza tabanı olamaz mı? Biraz uğraştırıyor ya varsın uğraştırsın. Siz de geniş simitlerden alıverin. Harcınız hazırsa (yani soğanla ıspanağı kavurduysanız, mantarları yağsız kavurup eklediyseniz) üzerine pay edip fırına atıveriyorsunuz. Tabii rendelenmiş peynir de lazım. Evde şansıma parmesan vardı, ondan rendeleyip serpeleyiverdim. Beş dakika sonra fırından çıkmıştı. Yanında da çay. Sait Faik'i anmadan olur mu? Onu da andım elbet. Zihnimde onun yıllar yılı sevinçle, heyecanla dolaştığı Burgazada sokaklarına gittim. Adadaki çam ormanına, hani yanmıştı ya. Tepedeki kilisenin bahçesine sonra. Mimoza ağaçlarının olduğu yolları arşınladım. Kocayemiş topladım ağaçlardan. Ferda'yı andım, İsmet'i, Ayşe Teyze'yi, Sibel'i...

13 Aralık 2007

Cıvıl cıvıl şiirler

Fatma'cığım onun için yorum bırakan herkese teşekkür ediyor dostlar. Size bir teşekkür mektubu yazmış, yorumlarda okuyabilirsiniz. Çok güzel geçmiş imza günü. Nice günlere diyorum. Özellikle üyesi olduğunuz anne-çocuk grupları ve sitelerinde kitabın duyurulmasına yardım ederseniz çok mutlu oluruz.
*
Güneşin saçları uzun,
lüle lüle,
darmadağın.
Tarandıkça gökyüzünde
yandı sırtım, dokunmayın.
*
Canım, biricik arkadaşım Fatma'nın (Küçüktaş), yüreği onun kadar güzel olduğuna inandığım Deniz Üçbaşaran'ın -yanda örneğini gördüğünüz- çizimleriyle ete kemiğe bürünen Cıvıl Cıvıl Şiirler kitabının imza günü var bu cumartesi. Duyduk duymadık demeyin, yolunuzu düşürebilirseniz çocuklarınızı alıp gidin ve Fatma'cığımın yanağına bir öpücük kondurun, o pırıl pırıl yüreğinden çıkan şiirleri bizlerle buluşturduğu için. Fatma hayatımda gördüğüm en yardımsever, en hayırlı dostlardan biridir. Bu mutlu gününde yanında olamadığım için beni affet güzel arkadaşım. Daha nice güzel kitap bekliyoruz senden. Yüreğindeki ışığı her daim saçman dileğiyle. Bundan daha güzel bir yılbaşı armağanı olur mu? Çocuğu olsun olmasın, böyle bir armağan almak gülümsetecektir herkesi.
*
İMZA GÜNÜ:
Cıvıl Cıvıl Şiirler
15 Aralık 2007, Saat 15:00-18:00
Ortaköy 200 Kitabevi
Çırağan Caddesi No: 50/A Ortaköy
BEŞİKTAŞ / İSTANBUL
(Ortaköy'de, ana caddede, Feriye Sineması'na gelmeden, Paul Pastanesi'nin sırasında, Garanti Bankası'nın hemen yanında.)

12 Aralık 2007

Onsuz hayat çok bayat

Fotoğrafı 3 Eylül günü çekmiştim. Kars'ın Büyük Çatma köyünde. Fotoğraftaki kavurgayı Songül abla yapmıştı. Kırmızı buğdaydan. Birazını bana vermiş, götür, evde yersin demişti. Hala bitirmedim, bitiremedim. Değerli bir mücevhermiş gibi titizlikle saklıyorum: Kavanozda, buzdolabında. Ondan bir şeyler yapmak istiyorum. Değişik bir şeyler. Belki Kars ve köylerinde yapılan tariflerden denerim, yahut kendi tariflerimi yaratırım. Bunları neden yazıyorum? Metro-Gastro'nun Kasım-Aralık sayısındaki iki yazımdan bahsetmiştim. Biri Kars yöresinde binlerce yıldır ekilen ve 'kavılca' denen yabani bir buğday türünü geri getirme çalışmalarını anlatıyor. Songül ablanın adını görünce, aklıma o güneşli Eylül günü birlikte çay içişimiz ve avuç avuç kavurga yiyişimiz geldi. Her iki yazının yeri ayrı bende. Ötekinde de başka dostlar var çünkü ya asıl, bana 'onsuz hayat çok bayat' dedirten buğday, ekmek ve ekmeğe dair ritüeller var. Ekmeğin düğünlerdeki, hasat şenliklerindeki, doğumdaki yeri. Fatma'cığım diyor ki, Divriği'de sütü gelmeyen lohusalara çobanın gezdirip getirdiği ekmek yedirilirmiş. Daha nice gelenek...

10 Aralık 2007

Kırmızı deyince, soğan da gelir akla

Gelmez mi? Hani saç gibi örerler upuzun, asarlar tezgahların direklerine. Balıkçılarda vardır en çok, bir de tabii soğancılarda. Pazardaki soğancılarda yani. Ucundan birer ikişer koparır alırsınız. Normal soğana göre pahalıdır ya daha tatlıdır, daha renkli, daha albenilidir. Daha lezzetlidir de. Yani fiyat farkını hak eder. Fırında sebze yaparken kullanırım en çok ya pizzaya da pek yakıştırırım. Şöyle bol soğanı kavurup hamurun üzerine yaydınız mı... Çok olmadı, bir ay kadar önce, soğanlı bir pizza yapmıştım. Evde sadece tatlı kırmızı biber ve soğan vardı. Kırmızı da değil üstelik. Zeytinyağında soğan ve sarımsak kavurdum, içine tane kimyon koydum. Sonra da şerit halinde doğradığım kırmızı biberleri. Hamuru hazırladım, önceden beş dakika pişirip harcını ekledim. Üzerine de dilimlenmiş peynir. Ne peyniriydi ki? Dil peyniri olabilir. Yine fırına. Bir güzel olduydu ki. Durduk yerde şimdi, onu hatırladım.

08 Aralık 2007

Hintli bir öykü

Hint yemeği eşliğinde, Lezzet'teki yazımın 2. paragrafı: "Muson Günlüğü (Monsoon Diary), Kerala’da geçmiş bir çocukluğun anıları ve Hint yemek tariflerinden oluşan bir kitap. Bir ailenin yaşamından kesitleri ve alışkanlıklarını görmek mümkün kitabın sayfaları arasında. Bir Hintli için doğumla başlıyor törenler. Doğum iyi geçtiği ve bebek sağlıklı olduğu için Thula bharam töreni düzenlenmesi gerekiyor, bir de Choru-unnal. Aile bu iki seremoniyi birlikte düzenlemeyi kararlaştırıyor. Thula bharam, tanrılara armağan vermek için düzenleniyor. Ailenin düzenli olarak ziyaret ettiği tapınakta büyük bir tartı var. Tartının arkasındaki tahtada ise hediye listesi: Muz, şeker, altın, gümüş, hindistan cevizi, hatta su. Aile, maddi durumuna göre bu armağanlardan birini seçmeli. Gelinin ağırlığınca altın istenir ya kimi masallarda, işte Hintliler de ağırlığınca armağan vererek sunar tanrılara şükranlarını. Choru-unnal ise bir anlamda bebeğin vaftiz törenidir. Bu törende bebeğe gi ve pirinç tattırılır."

05 Aralık 2007

... Yemesi sevap

Haydi biraz beyin jimnastiği yapalım. Kestaneye dair anılarınızı hatırlayın; hayatınızdaki yerini, size anımsattıklarını, yerken hissettiklerinizi. Havalar soğuyup da köşebaşlarında kestane kebapçılar çıktığında mutlu olmaz mısınız? Peki ya o ufacık kesekağıdını cebinize koyup aylak aylak dolaşmaz mısınız Moda sokaklarında (yahut bulunduğunuz yerde)? Kestane şekeri dendiğinde ağzınız sulanmaz mı? Bir çok kestaneli anım var elbet ya bir tanesi yıllar, yıllar önce soğuk, yağmurlu ve sevimsiz bir günde, Brüksel'in caddelerinden birinde yürürken karşıma çıkan ve kendimi evimde hissettiren kestane kebapçıya dair. Adamla sohbet etmişliğimiz yahut dünyanın en olağanüstü kestanesini yemişliğim falan yok. Sadece evden uzakta olduğum bir dönemde, burada ne işim var, evimde olmak istiyorum derken tam, karşıma çıkıveren o kestane satıcısı nasıl da ısıtıvermişti yüreğimi. Hooop, İstanbul'a dönüvermiştim. Brüksel'de değil de Beyoğlu'nda yürüyordum... Mesela.

03 Aralık 2007

Bugün tatlı günü

Sevgili Münevver o çok hatalı kullandığımız eklerden 'ki' eki ve bağlacının kullanımına dair bir yazı hazırladı. Dil dostlarını Münevver'in her daim renkli, canlı ve sevgi dolu sitesine bekliyoruz.
*
Çoğunuzun duymadığını, tatmadığını düşündüğüm bir çörek var bugün. Cevizli-tahinli yahut haşhaşlı-cevizli çöreklerimize benziyor ama değil. Aşkenaz Yahudilerinin bir çöreği 'rugalah' (Wikipedia'daki diğer adları: rugulach, rugalach, rogelach, rugalah, rugala.) İbranice olan bu ad, asmanın tutunmasına yarayan lülelere benzetildiğinden verilmiş ve 'sarılan dal' anlamındaymış. Yahudi bayramlarında süt ürünleri kullanılmadan hazırlanan çöreğin içinde kuru üzüm, ceviz, tarçın, çikolata, badem ezmesi, kayısı marmeladı olabiliyor ve değişik şekillerde hazırlanabiliyor. Şu linkteli yazıya göre çoğunlukla bayramlarda yapılıyor ancak sahibi Yahudi olan pastanelerde yıl boyu satılıyor. Bağlantı adresini verdiğim yazıda farklı harçlarla yapılmış rugalah tarifleri var, İngilizce bilenler için. Avrupa ve Amerika'da yaşayan komşulara sorabilir miyiz: Sizin yaşadığınız kentte/ülkede de yapılıyor mu rugalah? Yapılıyorsa nelerle yapılıyor?