27 Şubat 2008

Kırmızıya dönüş

Çileği çok seven ve çileğe dair pek çok anısı olan biri olarak çilek mevsiminin gelişini muştularım. Yani 21. yüzyıl şartlarında. Eskiden, yani benim, bizim çocukluğumuzda, Şubat ayının sonunda çilek görmek imkansızdı. Mayıs ayında yerdik sanki değil mi? Pazara kasalarla gelirdi. Mis gibi kokardı ortalık. İlle de çilek reçeli yapılırdı. Heyhat, artık o günler yok. O çilekler de. Malumunuz, her şeye insan eli değdi. Bizim çilekler de değişti. Şimdikiler farklı türler. Daha dayanıklı, hibrit. Hep koca çilekler hormonlu mu tartışması olur, bu işleri iyi bilen bir arkadaşım hormon kullanılmadığını ancak bunların daha dayanıklı türler olduğunu söylemişti. Bu yazıyı niye yazıyorum? Dün pazarda çilek gördüğüm için. Görüp, kokusunu alıp satın almadığım için. Acaba alsa mıydım diye düşündüğüm için. Üzerine çilek konmuş bir çikolatalı muhallebi yahut çikolatalı muhallebiyle yapılmış bir bisküvili pasta ne güzel olurdu diye geçirdiğim için. Ah o eski çilekler nerde diye hayıflandığım için. Çocukluğuma döndüğüm, o günleri özlediğim için. Çileğin hasını yemeyi dilediğim için. Çocuklarımızın da bizlerin çocukluklarımızda yediğimiz güzel meyve ve sebze yemelerini arzu ettiğim için...

22 Şubat 2008

Dünyanın Bütün Baharları

Dünyanın Bütün Sabahları filmi gibi, Dünyanın Bütün Baharları diye bir film çekseler. İçine de bir sürü bahar güzelliği koysalar. Her yörenin, her ülkenin baharı da, bahar güzelleri de farklı değil midir? Biz çağlalar, erikler düşleriz, İngilizler dafodil armağan eder birbirine. Hollandalılar bahçelerindeki laleler açsın diye beklerken, Japonlar kiraz ağaçları altındaki pikniklerin düşünü kurarlar. Sonra da bizleri o filmin içine koysalar. Filmin oyuncusu olmasak da filmin içinde yaşasak. Güzel olmaz mı?

Şimdiii, bu güzelim bahar çiğdemi resminin yanına güzel bir bahar anısı koymak gerek. Yine eski, çok eski günlerden bir anı. Hollanda'daymışım, Keukenhoff'a gitmişiz. Öyle bir baharmış ki, etraf sümbüllerle, nergislerle doluymuş. Bahçelerin devamında tarlalar dolusu laleler varmış; sarısı, kırmızısı, beyazı, alacalısı... Bir gölet varmış, üzerinden atlayarak karşıya geçebileceğiniz kütükler varmış gölün içinde. Bir de kraliçenin serası varmış, içinde binbir çeşit orkide varmış. Bu orkideler öyle güzel vazoların, saksıların içindelermiş ki, dönüşümde camlar kestirip ben de böyle vazolar yapacağım demişim. Güzel, güpgüzel bir baharmış. Gökte güneş parlıyormuş ve ben çok hafifmişim. Hadi siz de anlatın güzel bir bahar anısı. Belki baharı gelmeye ikna ederiz.

20 Şubat 2008

Öyleyse biz de bahara gideriz

Yaza gidelim dedim, yok dedi kızlar, biz daha kıştan sıkılmadık. Öyleyse bahara gidelim, siz gelmezseniz ben gideyim. Badem ağaçları çoktan çiçeğe durmuş bizim memlekette. Öyle olunca benim de içim bahar istedi. Şöyle ferah ferah bir bahar. Arşive başvurdum. Arşiv arşiv dedim, bana bir bahar fotoğrafı ödünç verir misin? Düşüneyim dedi, öyle çok var ki. Seni çok mutlu eden bir günü vereyim en iyisi dedi, bu fotoğrafı gönderdi. Bir bahar günü, Brooklyn Botanik Bahçesi'nde çekilmişti. Öyle bir bahardı ki, tüm ağaçlar çiçeğe durmuştu. Hele de kiraz ağaçları. Malum kiraz Japonlar için çok önemli. Kiraz çiçekleri açtığında kırlara, pikniklere çıkıyorlar, eğleniyor, içip sarhoş oluyorlar. (Erkekler tabii! Kadınlar da kıra çıkıyor da sarhoş oluyorlar mı ondan emin değilim.) Bayram şeklinde kutluyorlar, adına da Hamami diyorlar. Kiraz çiçeği bayramı. Kiraz çiçeğine de sakura diyorlar, bu çiçeklerden bir de kıymetli çay yapıyorlar: sakura ça. Öyle birden gidiverdim eski günlere. Japonya'ya bile gittim zihnimde. Hep oraya bir bahar zamanı gitmek istemiştim. Gittim de, ama ilk değil, sonbaharda. Onun üzerinden bile ne çok zaman geçti. Bugünlerde her şeyin üzerinden çok zaman geçmiş gibi geliyor. Bu yaşlılık alameti olabilir mi?

18 Şubat 2008

Madem kar yağıyor...

Bu bir rüyadır. Bir yaz düşüdür. Böyle biline. Bu makarna, sıcacık bir yaz günü, güneşin altın damlalarından sebeplenmiş gıcır domateslerle yapılmıştır. Kışın seralarda yetişen güneşsiz, sevgisiz, sevinçsiz domateslerle değil. Diyorum ya, böyle biline.
*
Ne komik, Elvan'la Serpil'e arka arkaya sizde kar var, bizde de sadece soğuğu dedikten beş dakika sonra (kızlar, bu neye delalettir?) dışarıya bir baktım aaa kar yağıyor! Antalya'da kar yağıyor. Şaka mı bu? Ben hiç görmedim burada. Bir komşumuz taşınalı 16 yıl oldu, sadece ilk geldiğimiz yıl görmüştüm dedi. Hem de kocaman kocamanlar. Gerçek kar yani, fasulyeden değil. Fesupanallah! Eh madem dışarısı soğuk, buzzz gibi, gönlün sıcaklığını bir yaz lezzetiyle paylaşalım: domatesli spagetti ile. Daha doğrusu domates soslu tagliatelli ile. Yassı spagetti yani. Bunu daha çok severim ben ötekinden. Bir yaz günüdür, pazarda domates ganidir. Kıpkırmızıdır. Taptatlıdır. Mis kokuludur. Yerli tohumdan üretilmiştir. Alınmaz mı? Alınır elbet. Sepete doldurulur (ezilmesinler diye), eve getirilir. Sonra bir güzel rendelenir, zeytinyağı, sarımsak ve tuzla suyunu çekene kadar pişirilir. Makarnamız da haşlanmıştır. Üzerine bahçeden bir dal fesleğen koparılır. Fotoğraf nerede çekilsin? Yan bahçede. Fare kulaklarının üzerinde. Ay ne yeşil, ne kırmızı, ne taze, ne mis kokulu. Git kış git, yaz gelsin.

15 Şubat 2008

Bugün canım yeşil istedi

Bugün canım yeşillik, ferahlık istedi. Ne koyayım diye düşündüm. Arşivden güzel bir deniz manzarası mı? Enginliklere, göğe, gökle denizin birleştiği yere gideyim. Sonra birden, her nasılsa, bu çiçek geldi aklıma. Bezelyenin bu alımlı, canlı, canım çiçeği. Neden geldi ki? Muhtemel ki iki gündür sultani bezelye yediğimden. Geçen hafta pazardan yarım kilo sultani bezelye almıştım. Burada erkence çıkar bu güzeller. Sezonun ilk bezelyeleri. Sebzelikte bekledi durdu garibim. Çünkü canım hep başka şeyler çekiyordu. Sonra birden, ne olduysa, sıra ona geliverdi. Mahmurluktan silkindi, uyandı, gerindi, itinayla hazırlandı ve arkadaşlarıyla buluştu bizimkiler. Soğan, sarımsak, havuç, karnabahar, brokoli... Bir güzel kavurdum onları ve afiyetle yedim. Kalan yarısını yemek de bugüne kısmetmiş. Bu sefer sadece soğan, sarımsak ve havuçla kavruldular. Üzerlerine elbette susam serptim. Yedikçe iyileştim, yedikçe yeşerdim. Başka coğrafyalara gittim. Sığ ormanlıklara, çamlıklara, yeşil tepelere, genç bir kızın kendi elcağızıyla yetiştirdiği bezelye çiçeklerine.
*
Dört şey var ki def eder kaygıyla üzüntüyü,
Dördü de panzehirdir hem bedene, hem ruha.
Tadını çıkarmalı insan bütün bunların:
Su, çiçek bahçeleri, şarap ve güzel yüzler.
Ebu Nuvas (Zevkten dört köşe, Arap şiiri)
Kaynak: Eski Anadolu ve Ortadoğu’dan Şiirler, Talat S. Halman

13 Şubat 2008

Sevginin gücü

Sevgili dostlar, hepinize teşekkürler, bu iki güzel insanın sevgisini paylaştığınız için. Dün cenaze törenleri yapıldı. Orada olamadım bedenimle ama kalbim yanlarındaydı. Akşam CNN'deydiler. Daha önce çekilmiş ve yayınlanmış bir programla. Tesadüfen dün sabah aramışlar, yeniden göstermek istiyoruz diye. Aile vefat haberini vermiş. Akşam her ikisini de karşımda görünce, ölenin sadece ten olduğunu, kişinin aslında hiç ölmediğini ve arkasında mutlaka iz bıraktığını gördüm. Onlar yaşıyordu aslında, capcanlı karşımdaydılar. Bunu kozmik bir şaka olarak nitelendirdim. Evrenin bize sunduğu güzel sürprizlerden biriydi. Paylaştığınız tüm dilekler Küçüktaş ailesine gitti, bilesiniz.
*
Sevgililer günü yarın. Ama ben zaten sevgililer günü kutlamak için yazmıyorum. Sadece çok büyük bir sevgiyi paylaşmak için yazıyorum. Sevdiğinin ardından mezara girecek kadar büyük bir sevginin ardından... Salih Dede bugün Nuriye Sultan'ın yanında gömülecek. Yetmişbeş yıllık hayat arkadaşını kaybediverince, onun da o yorgun kalbi duruverdi. Sevgili eşinden 24 saat sonra. Canım arkadaşım Fatma'cığımın biricik babaannesi ve dedesi onlar. Öyle hikayeleri var ki, anlatsam mendiller yetmez. Öyle hikayeleri var ki, her dinleyişimde ben durduramıyorum yaşları. Bir 60. yıldönümü yemekleri var mesela, en büyük torun olarak Fatma'dan düzenlemesi istenen. Daha nice öykü. Bugün belki yan yana toprağa girecekler. Yetmişbeş yıl aynı yastığa baş koyduktan sonra. Güniz dedi ki, ben buna sevginin gücü diyorum. Hakısın arkadaşcığım. Bu sevginin gücü. Başka bir şey değil. Nur içinde yatın ikiniz de. Dostunuz melekler olsun.

12 Şubat 2008

O keki ben yapmadım

Aşağıdaki keki ben yapmadım. Her şey bloglarda gördüğüm kek ve kurabiyelerle başladı, itiraf edeyim. Misafir gelecekti ve annem börek yapmaktan vazgeçmiş, bana fırında makarna sipariş etmişti. İstediği mantarlıydı ya etraftaki marketlerde taze mantar bulamayınca ıspanaklı yapmaya karar vermiştim. Yaptım da. Pek güzel oldu, beğenildi, tarifi istendi. Her ne ise. Ondan önceki gün bir kek yapmak istedim. Gördüğüm kekler iştahımı açmıştı. Yine kendi keklerimden birini yapacaktım. Pekmezli, zeytinyağlı. Vazgeçtim. Bir de milföylü şeyler var ya komşularda, ona da özendim, deneyeyim dedim. Bir kaç arkadaşın sitesinde gördüğüm düz ve burgulu milföy çubuklarından yapmaya karar verdim. Bir de fikir: kayısı harçlı mini çörekler. Misafirlerden biri elinde meyveli bir kekle çıkageldi. Ah dedim, canım kek istiyordu, yaşasın. Dilimlerken fotoğrafladım. Herkese ikram edildi, ben de iki dilim yedim. Bir ağrı, bir rahatsızlık. Ertesi gün öğleden sonra çayın yanında kekten de koyayım dedim. Yedim ama bir yanma, bir rahatsızlık. Sonra dedim ki, otur oturduğun yerde, kendi kekini yap. Acaba içinde ne vardı da beni rahatsız etti? Yağı mı çok geldi, margarinle yapıldı diye mi öyle oldum? Neydi? Neydi?

10 Şubat 2008

Suçlu bulundu!!!!!!!!



Evet suçlu sizsiniz!
Sizsiniz evet.
Etrafınıza bakınmayın.
Sitenizde tatlı resmi yayınladıysanız,
yahut pasta,
yahut kek,
yahut cicili bicili kurabiyeler,
Suçlunun ta kendisisiniz siz.
Her gün bakmasam yaptıklarınıza,
tırım tırım ortalıkta dolanmam elbet.
Her gün yapmasanız yaptıklarınızı,
ben de kendi güzelim tatlarımla yaşayabilirim.
Ama siz,
siz büyük bir suç işlediniz.
Cezalandırılmalısınız.
Sizi prangalara vurmalı.
Dağları delmeye göndermeli.
Sizi bu keklerin hepsini yemeye mahkum etmeli.

***

İsimsiz yorumları yayınlamayacağımı daha önce söylemiştim. Bugünlerde yine çoğaldılar. Sahipleri kusura bakmasın, onları kendilerine iade ediyorum, isimleriyle gönderene kadar.

08 Şubat 2008

İştah açan tatlar

Kendilerine ya da ürünlerine sevgi duyduğum insanlara burada yer vermeyi seviyorum. Hele hem kendilerini, hem de ürünlerini seviyorsam daha da bir sevinçle anlatıyorum galiba. Eğer bu siteyi beğeniyorsanız, bunda Umut'un da parmağı var. Bu çok yaratıcı güzel kadın kendi içinden geldi, dedi ki madem sitenin tasarımını değiştiriyorsun, al bak ben de bunu yaptım sana. Yazışmaların sonucunda yukarıdaki tasarımda karar kıldık. (Tekrar teşekkür ederim sevgili Umut!) Ben Umut'un sadece kendisini değil, ailesini de çok seviyorum. Öyle bir anne babası var ki, Türkiye'de olup bitenlere bakıp insanların daha çok kar etmek için her türlü üçkağıdı yaptığını görünce, onları bu zamanın delileri olarak kabul ediyorum. Umut her türlü tasarımı yapıyor, Betül ablayla Kemal abi de ürün geliştiriyor ve işin başında bilfiil duruyor, çalışıyor, üretiyor, tanıtıyorlar. Çarşamba günü gittiğim fuarda (yarın son günü, Antalya'daysanız buradan bilgi alabilirsiniz) Betül ablayı ve güzelim ürünlerini görünce bir kez daha mutlu oldum. Yine bir sürü yenilikle gelmişler. Hepsi ayrı ayrı sulandırdı ağzımı. O akşam nefis bir közlenmiş patlıcan sosu yiyordum. Zaten Muzi'den sipariş ettiğim yarı kurutulmuş domates pesto kavanozunun içine düşmüşüm, ekmekleri kızart kızart sür üzerine... Yeni ürünleri arasında Ege otlarıyla yapılmış mezeler de var; radika, deniz börülcesi... Sonra yarı kurutulmuş biberlerle, domatesle yapılmış sosları tarife sözcüklerim yetmez herhalde. Artık kendi satış siteleri de var (Gurme Dünyası) doğrudan sipariş edebileceğiniz ve tüm ürünlerini görebileceğiniz ama Gurmenet'in sitesinde ve Metro mağazalarında da karşınıza çıkacaktırlar. Tasarımları da değişmiş, Umut'cuğum yeni şeyler tasarlamış, pek bir şık şıkırdım olmuşlar. Hani içi seni, dışı beni yakar misali, here tarafı başka güzel. Afiyet olsun.

06 Şubat 2008

Sarılar, maviler, yeşiller

Sarı, mavi ve yeşil bana deniz kenarındaki sarı papatyaları çağrıştırıyor. Merakla seyrediyorlar denizi, salına salına. Bir demet derlemek istiyor insan ama kıyamıyor da koparmaya. Bu salatadan bahsetmiştim avokado yazısında. Hani yapacağım yapacağım ama yapamıyorum salatası. Sonunda vakit geldi. Patatesler haşlandı. Koca bir kasede sosu hazırlandı: filtre edilmemiş parfüm, yani Laleli'nin filtre edilmemiş, yeni mahsul sızma zeytinyağı (ah o ne güzel aromadır!) baş köşede. Kırıta kırıta akıyor. Dur durak bilmeden. Ardından pazardaki amcalardan birinden aldığım bol sulu limonlar. Ezile büzüle yanaşıyorlar kırıtkanın yanına. Sonra sarımsak. İpincecik rendelenecek. Ve deniz tuzu. Kemeraltı'ndaki Değirmen'den. Tatlı toz biberi Sibel'ciğimin annesi yapmış göndermişti. Tabii ki evlatcığına ama ben de payımı almıştım, taa geçen sene. O da eklendi mi sosumuz daha bir renklendi. Bir de hardal olaydı evde... Patatesler ılındı, soyulup doğrandı, sosla buluştu, sosa bulaştı. Onlar birbirlerini tanıyadursunlar, avokadolar doğrandı. Pek ufak olduklarından iki adet. Onlar da halleştiler. En son su tereleri doğrandı. Hepsi karıştığında artık yeme vakti. Ama durun durun, önce susam serpmeli, daha da bir güzelleştirmeli. Güzelim mavi kaseye konmalı, bir güzel pozlanmalı.

04 Şubat 2008

Ordan burdan şurdan

Bu yazıya bırakılan yorumlar gösterdi ki bu konular pek çoğumuzun canını sıkmış, sıkıyor. Yine de rahatsızlıklarımızı dile getirirken "bize nasıl davranılmasını istiyorsak öyle davranmak/konuşmak" daha doğru olur gibi geliyor, ne dersiniz?
*
Bugün belli bir başlığımız yok. Olabilirdi aslında ya canım ordan burdan yazmak istedi. Nicedir aklımda olan şeyler vardı, onları dökeyim eteğimden dedim. Birincisi bloglardaki yazı, tarif ve fotoğrafların basında görülmesiyle ilgili. Geçenlerde bir arkadaşımda dergileri karıştırırken blogda yayınladığım bir fotoğrafı bir moda dergisinde gördüm. Öyle tezattı ki, doğal bir salata resmi, en şık mankenlerin arasında! Bir yanda fotoğrafçısına binlerce dolar ödenerek çektirilmiş moda fotoğrafları, öte yandan bir blogdan alınma bir salata fotoğrafı. Baktım, fonu tamamen silmişler ve öyle kullanmışlar. Arkadaşım da o derginin yazarı. Dedi ki özellikle yemek resimleri için bir ajansla anlaşmışlardı. Bir ajans blogları dolaşıp resim arşivliyor ve bu resimleri satıyor olabilir mi dersiniz? (Sağolasın sevgili Seda, yol gösterdiğin için. Damgalanmaya başladı bizim resimler de...)
İkinci konu bloglardaki müzikler. Bu ara pek çok komşumuz sitesini müzikli hale getirdi. Çoğu hoş müzikler, buna bir itirazım yok da bazen bilgisayarın sesi açık oluyor, bir anda sessizliği yırtan bir müzik. İyi ki diyorum, evdeyim. Ya işte olsam? Bilmem sizler ne düşünüyorsunuz sitelerin sesli olması konusunda, merak ettim, sorayım dedim.
Üçüncü konu yine sitelerle ilgili. Yorum bırakırken karşıma çıkan parola/şifreyi okumakta zorlanıyorum. Bazen iyice yamuk yumuk RSLSEOFQSDG... tren gibi bir dizi çıkıyor. O anda yorum bırakmaktan vazgeçip geri dönmek istiyorum. Vallahi yoruyor bu harfler beni. Hani diyorum, eğer zaten yorumları elden geçirip öyle yayınlıyorsanız ne gerek var bu şifreye? Artık eskisi gibi reklam amaçlı yorumlar da gelmiyor. Bu yine her blog sahibinin kendi bileceği bir iş elbet, karışmak ne haddime de diyorum ya, o harfleri görünce elimde olmadan "yine mi, ufffff" dökülüveriyor ağzımdan. Hele de arka arkaya bir sürü yorum yazmak isterseniz, iyice bir arapsaçına dönüyor işler. Yoksa tek huysuz ben miyim bu alemde? Ne olur kimse alınmasın, gücenmesin. Sadece düşüncelerimi paylaştım, insanlık hali. (Fotoğrafın yazıyla ilgisi ne? Yok vallahi bir ilgisi. Elif Ana'nın otlu, zeytinli bazlamaları incecik dilimlenmiş, kızarıyor, afiyetle yenmek üzere. Ben ekmekleri kızartırken siz yazıyı okuyun dercesine...)