
"Bastığımız yerlerde güller bitseydi keşke. Yahut kır çiçekleri. Papatyalar, gelincikler, anemonlar bitseydi. Her adımda bir çiçek. Biz yolda yürürken arkamızda oluşuveren bir çiçek tarlası. Düşüncesi bile ne güzel. Oysa biz her adımda arkamızda pis kokulu çöpler, toprak ananın bir türlü yutamadığı poşetler, metal kutular, alüminyum folyolar, streç tabakalar, plastik tabaklar, çatallar, kahve bardakları… of ne çok şey bırakıyoruz arkamızda. Geriye dönüp bakmıyoruz bile. Hızla uzaklaşıyoruz suç mahalinden. Sonra birileri gelip topluyor arkamızdan, annemizin biz çocukken arkamızdan odamızı temizlediği gibi. İçinde sevgi yok bu eylemin. Annelerimizin bize duyduğu aşkı ne çöplerimizi toplayanlar duyuyor, ne de geri dönüştürücüler. Toprak ana yutmakta zorlanıyor ona verdiklerimizi. Çöple dolu tarlalar geliyor gözümün önüne, plastik poşetlerle dolu. Oysa ben o tarlalarda lahanalar görmek istiyorum. Devasa çiçekler gibi göğe bakan tombul lahanalar. Ayçiçekleri görmek istiyorum, güneşi takip eden utangaç bakışlarıyla. Dağlara çıkıp yabani otlar, mantarlar toplamak istiyorum. Gördüğüm salep orkidelerini kökleyip yok etmek yerine oldukları yerde sevmek istiyorum. Tarlalarda mis kokulu domatesler yetişsin istiyorum, çıtır çıtır kabaklar, biberler, mevsimi gelince karnabaharlar, kerevizler… Yanlarındaki semizotları, sirkenler, kazayakları nefretle yok edilmesin istiyorum. Otlar olmasın istiyoruz tarlalarımızda. Sadece ne yetiştiriyorsak o. Basıyoruz zehiri. Sonra her yıl, ama her yıl aynı sebzeyi ekiyoruz. Böylece toprakta her yıl, ama her yıl aynı mineraller eksiliyor. Biz kör gözlerimizle bakıyoruz toprağa. Bize hep versin, daha çok versin istiyoruz ama onun sessiz çığlıklarını bir türlü duymuyoruz. Biz ona hep yutamayacağı şeyler veriyoruz. Boğazından geçmiyor o kimyasallar. Bir türlü hazmedemiyor o ilaçları; böcekleri, otları, mantarları öldüren o ilaçları. Bedeninden atmak istiyor. Çırpınıyor durmadan. Ama biz öyle körüz, öyle bir mil çekilmiş ki gözlerimize bir türlü göremiyoruz. O hep veriyor. Yine de veriyor. Çünkü doyurması gerek bizi. Bu onun görevi. Biz hep çoğalıyoruz. O hep azalıyor. Biz hep alıyoruz. O hep vermeye çabalıyor. Daha hızlı gitsin diye kırbaçladığımız atlar gibi canını yakıyoruz onun. Ağlıyor sessizce. Gözyaşlarını görmüyoruz. Görsek de farketmiyoruz. Çiğ damlası zannediyoruz. Ya da öyle bir şey. Biz sadece yemyeşil dolarları görüyoruz. Euroları görüyoruz, çil çil altınları. Daha çok doldurmak istiyoruz kesemizi. Ağırlaşsın iyice. Saçılsın etrafa. Ama insanlar görmesin. Hep benim olsun. Hepsi benim. Ben harcayayım. Çılgınca. Toprak hep versin. Ben hep alayım, yutayım, semireyim. Toprak hep zayıflasın. Olsun, ben onu gübreymiş gibi yapan şeylerle beslerim. Bu yıl versin, sonraki yıl versin. Benden sonra tufan nasılsa. Bana ne. Bu bir kabus. Uyanmak istiyorum. İçinden çıkmak istiyorum bu hikâyenin. Bu masalı anlatmak istemiyorum kimseye. Terliyorum. Bir dudağı yerde, bir dudağı gökte insan yiyor, yiyor, yiyor. Salyaları akıyor yeşil, para renginde. Cebinden paralar saçılıyor. O hep kahkahalarla gülüyor. Çınlıyor sesi etrafta. Bu masalın içinde duramayacağım. Uyanmak istiyorum. Uyanmak ve yeşil, kırmızı, sarı, pembe izler bırakmak yürüdüğüm toprakta. Hoş kokulu izler."