
Edamame de ne diyeceksiniz kiminiz. Kiminiz de ah bayılırım diye atılacaksınız. Bazılarınız, bir Japon lokantasının mönüsünde görmüş, hiç denememiştim diyerek itirafta bulunacaksınız. Ben de hiç tatmamıştım, ta ki sevgili Muzi beni İstanbul'daki Wagamama'ya davet edene kadar. Muzi'nin çocukluk arkadaşı Alp'le de bu şekilde tanıştım. Alp restoran sahibesinin eşi. İsimlere, soyadlarına gerek var mı bilmiyorum, önemli olan mekan değil mi? Az bilen olarak, atıştırmalıkların seçimini Muzi ve Alp'e bırakmak kolayıma geldi. Güzel görünüşlü mantılar ve edamame tabağı geldi. Haşlanıp tuzlanmış bir tabak taze soya fasulyesi. Evet, Türkiye'de de yetişiyordu soya ancak bu şekilde yendiğini duymamıştım. Biz taze nohut yeriz ya, işte hemen hemen onun gibi bir şey bu. Tam olgunlaşmadan önce toplanıp hafifçe haşlanıp donduruluyormuş (bu bilgileri aldığım internet sitesine buradan ulaşabilirsiniz). İşte sevgili restoranım Oshima'ya son gidişimde yukarıda resmini gördüğünüz edamame'yi sipariş ettim. O ılık kabukları dişlerinizle hafifçe açıp içindeki leziz soya fasulyesini çekiyor ve çiğniyorsunuz. Kabuktaki tuz soyaya gerekli olan dokunuşu sağlıyor. Başka bir şey yemeden sadece onu 'çitleyebilirsiniz', deyim yerindeyse. Kendimden geçmiş bir şekilde gelen boş tabağı soya kabuklarıyla doldururken omzuma sertçe dokunulmuşcasına uyandım. Daha gelecek ana yemeğim vardı, acılı bir suşi. Onu beklemek daha akıllıca olacaktı. Sevimli garson kıza, şunu lütfen benim için paketler misiniz demeyi düşünebildim ve güzelim yemeğime yer bıraktım midemde.

Bunlar o gün yediğimiz mantılar. İki türlüsü gelmişti, ördekli ve vejetaryen. Biri haşlanmış, öteki kızartılmış. Tahmin edersiniz ki etsiz olan benim için sipariş edildi. Gayet güzeldi. Afiyetle yedim desem pek şaşırtıcı olmaz sanırım. (İştah ancak kaybedildiğinde değeri anlaşılan şeylerden galiba. Şişmanlayınca farkına varılıp dizginlenmeye çalışılan bir şey aynı zamanda. Ne onunla ne onsuz olunuyor ah!)

New York'tayken, burada bir sürü şey tadıyorken aylar önce İstanbul'da yediğim yemeği anlatmanın ne alemi var değil mi? Diyeceğim o ki, bazı şeyleri İstanbul'da bulmak mümkün. Bu kadar çeşitlilikte, bu kadar elinizin altında, bu kadar makul fiyata olmasa da bütçeden belli bir miktar ayırmaya hazırsanız farklı kültürlerden yemeklere ulaşmak hiç imkansız değil İstanbul'da. Tazesi yerine konservesi kullanılıyor belki ananasın, gerçeği, muhteşemi yerine, ticari ve ucuz olanı oluyor sofrada belki soya sosunun. Yine de var ya. Yukarıdaki de bir Japon eriştesi tabağı. Kimin yemeğiydi emin değilim. Sanırım Alp sipariş etmişti. Ben büyük bir hata yapıp en kalın erişteyi sipariş etmiştim. Çorba içinde gayet güzel olan bu erişte kavrulmuş halde gelince çubuklarla yemek dünyanın en zor işlerinden birine dönüşüyor. Tavsiyem daha ince (resimdeki gibi) bir erişte sipariş etmeniz. (Geçen gün gittiğim Çin mahallesinde 1-2 dolara binbir çeşit Japon eriştesi görüp acaba hangisinden alsam diyen biri konuşuyor.)
İşte böyle. New York derken İstanbul'a selam etmek de mümkün oluyormuş. Burada hava hala soğuk, hala kapalı. Yarın güneşli olacak diyor uzmanlar. Umarım öyle olur ve patlamaya başladıktan sonra ara veren ağaçlar birer birer renge bürünürler. Gitmeden yeşerdiklerini göremezsem üzüleceğim doğrusu! Ben de güneşli bir havada devam ederim günlük turlarıma. Yakında New York'ta yeme-içme turları düzenlemeye başlarsam şaşırmayın (yok şaka! haddime mi düşmüş?)